Kadının Dilinden / Dilan Sonsuz * /Bakırköy Cezaevi 3 Ekim günü 5. Duruşmaya çıkmak için çıkıyorum koğuştan. Biraz heyecan da sarmış üzerimi. Sanılmasın sakın boş umutlanmalardan. Nedeni; her duruşmanın kendine özgü var olan komedisi. Tabi tek güzelliği, kısa süreli de olsa yoldaşlarla gerçekleştirilebilen anlık sohbetlerin gelişmesi. Tutsak Kürtler yerlerini alıyor, Mehmet-Çiket’ten barikatını kuruyor. Aniden “DONG” […]
Kadının Dilinden / Dilan Sonsuz * /Bakırköy Cezaevi
3 Ekim günü 5. Duruşmaya çıkmak için çıkıyorum koğuştan. Biraz heyecan da sarmış üzerimi. Sanılmasın sakın boş umutlanmalardan. Nedeni; her duruşmanın kendine özgü var olan komedisi. Tabi tek güzelliği, kısa süreli de olsa yoldaşlarla gerçekleştirilebilen anlık sohbetlerin gelişmesi.
Tutsak Kürtler yerlerini alıyor, Mehmet-Çiket’ten barikatını kuruyor. Aniden “DONG” sesi duyuluyor. Ve böylece karşılaşma başlıyor. “Kürt’üm açtı bilincini heyete, Tanrım! Dedi, bu ne zor bir bilmece. Sövdükçe artıyor heyetlerin faşistliği. Biz ise kırılıyoruz yerimizde, gülüştükçe. “Tesadüf o ki, eskiden figüran olan yardımcı, olmuş şimdi başımıza Oscar adaylı baş-kan” başlıyor esip, gürlemeye. Dayanamıyor, Alaatin heval, karşılık veriyor kendi diliyle. “Ev çi qij qija te ye” Ve beklenen son… Çik-Mehmet aldığı emirle, salon dışı ediyor arkadaşımızı ilk saniyede.
İkinci raund başlayacak-başlamasına da, atmosferde epeyi gergin. Neyse ki başlıyor en nihayetinde. Bu defa mahşerin dört altısının karşısında kalıyoruz üç kişiyle. Yusuf Hayaloğlu’nun (ruhu şad olsun) dizeleri dökülüyor dudaklarımdan, kendi versiyonumda. “Biz üç kişiydik. Ben, Hikmet-Can ve Cevat-Can” O esnada aileler de geçiyor yerlerine. İzmir cezaevinden getirilen Cevat arkadaş, Kürtçe tercüman talebini getiriyor dile. Savcı, pala bıyığının ardından okkalı bir gülüş fırlatıyor bize. Kısık ama duyulmasını da isteyen bir tonda; “bir bu eksikti” diyor ve bir tutam nemrut kahkahasını katıyor üstüne. Ardı sıra, ikinci raundu tamamlamak ve repliklerini dizmek için “başkan” giriyor devreye. “anlaşılmayan, bilinmeyen bir dil” diyerek teyit ettiriyor katibe. Özcesi Esat’tan kalma 30 yıllık cümleleri döküyorlar önümüze. “Türkçe konuşun, çok konuşun!”
Ha babam ha! Bir ego patlamasıdır ki sormayın. Egosunu tatmin etmek İsteyen geçiriyor sırtına cübbesini, alıyor karşısına eli kelepçeli Kürt “kardeş”ini. Yok say, sayabildiğin kadar varlığını, dilini. Van Munit! Basın hele frenlerinize “paşazadeler” değil Kürtler eskisi gibi…
Kürtler… “Biraz deli, emekçi, bir o kadar da temiz kalpli ve devrimci” Cümlem çok mu edebi. Değil! Niye mi? Birlikte nezarethanedaşlık ettiğim Romen arkadaş, böyle ifade ediyor bizleri.
Eğri oturalım, doğru konuşalım. İlk zamanlar Tayyip “paşa”dan değil miydik beklentili. Velev ki, 11 yıllık dönemindeki fiyaskolar, katliamlar ve bizler gibi “malzemeyi” tüm bilgeliğiyle ve sanat ustalığıyla işleyen Sayın Öcalan, gözü açık-beyni işlet yaptı biz Kürtleri. Bundan dolayıdır ki kandıramaz artık “paşa”nın ve kurmaylarının demeçleri.
E, “Açılımdan” dili yanan, nefesi boşa gitmesin diye, boş vaatlere, kongre zevzeklklerine üflemez dahi. Malum; “Roj Roja Berxwedane ye!”
Ve son raund… Gözlerim heyetin arkasındaki yazıda kalıyor. Dukalarımın arasından sıvışıyor yazılanlar. “Adalet Ampulün tekeli” Yanlış mı görüyorum ne? Gözlerimi ovuşturuyorum, yine ve yeniden okuyorum. “Adalet Appulün Tekeli”, yazı olduğu gibi duruyor, vallahi de böyle yazıyor. Neyse ki raund bitiyor. Nezarethaneye getiriliyorum. Romen arkadaş soruyor nasıl geçtiğini. Anlatıyorum tüm gelişmeleri. Ve başlıyor dökmeye, içinde biriktirdiklerini.
“Adamlar Kokuşmuş Pırasalar bea”, “A (…) K (…) P (…)” boşlukları dolduramıyorum. Romen arkadaş af buyursun, mecburi sansür uyguluyorum.