Bu yazının konusu olan “yabancılaşma” mefhumu, felsefi bir tartışma terimi olarak “yabancılaşma”değil, eşyanın tabiatı gereği felsefi tartışmalara da ilham olabilecek, Türkiye’deki sosyolojik, tarihi ve siyasi alt üst oluşlar, değişimler olacak. Karmaşık ve çok katmanlı bir tarihsel ve kültürel birikimin üzerinde yerleşik olan bugünkü Türkiye’nin evrimleşme çizgisini sağlıklı bir biçimde kavrayabilmek de pek çok disiplinin imbiğinden […]
Bu yazının konusu olan “yabancılaşma” mefhumu, felsefi bir tartışma terimi olarak “yabancılaşma”değil, eşyanın tabiatı gereği felsefi tartışmalara da ilham olabilecek, Türkiye’deki sosyolojik, tarihi ve siyasi alt üst oluşlar, değişimler olacak. Karmaşık ve çok katmanlı bir tarihsel ve kültürel birikimin üzerinde yerleşik olan bugünkü Türkiye’nin evrimleşme çizgisini sağlıklı bir biçimde kavrayabilmek de pek çok disiplinin imbiğinden süzülmüş yine karmaşık bir okumayı ve analizi gerektirecektir.
Müslümanlaşmak ve Türkleşmek
Türkiye halkının bugünkü sosyal, kültürel,ahlaki vs. pozisyonunu belirleyen temel çıkış noktası elbette ki, Orta Asya’daki Moğol ilerleyişinden kaçan Türklerin XI. yüzyıl başlarında günümüz Türkiye’sinin doğu sınırlarını oluşturan Ermenistan ve Kürdistan’dan “Anadolu”ya kesin girişi oldu. (Şimdi Kürdistan diye andığımız bölgenin kuzeyi Ermenistan/Ermeniyye -Hayastan- idi) Hatalı bir biçimde Bizans diye anılan Doğu Roma İmparatorluğu’nun askeri unsurlarıyla savaşarak, oldukça kısa sayılabilecek bir sürede, on yılda İznik’e kadar ilerleyen Oğuz boyundan Türkler, o günden bugünlere dek gelecek olan Türk hakimiyetinin temellerini attılar.
Alparslan komutasındaki Selçuklu devletine bağlı Türklerden oluşan bu kuvvetler, Selçuklu İmparatorluğu’na bağlı Anadolu Selçuklu Devleti’ni (Kendi deyimleriyle Rum Selçuk Devleti. Burada “Rum”, şimdiki “Anadolu” anlamındadır) kurdu. Bu devlet,1308 yılına kadar bir şekilde yaşasa da, gerek Moğol baskısı, gerekse içerideki Türkmen-Alevi isyanları sebebiyle kaçınılmaz olarak tamamen parçalandı ve merkezi gücünü yitirip dağıldı.
Bu topraklara geldikleri vakit, doğal olarak, kendilerinden önce burada var olan halklara göre azınlık olan Türkler, siyasi hakimiyetlerinin yanı sıra giderek kültürel egemenliklerini de
pekiştirdiler. Türkler “Anadolu”ya ayak bastıklarında bu coğrafyada yerli halklar olarak Helenler (Rumlar), Ermeniler, Kürtler, Lazlar, Gürcüler, Asuriler/Aramiler ve Araplar yaşıyorlardı. Araplar, içinde önemli sayıda Hıristiyan unsur barındırsa da genel olarak Alevi ve Sünni diye ayrılıyorlardı. Kürtler ise daha VIII. yüzyıldaki Arap istilası neticesinde çok büyük bir çoğunlukla Sünni İslam’ın Şafii ekolüne geçmişlerdi. Adını andığımız diğer topluluklarsa çeşitli doğu kiliselerinden Hıristiyandılar. Yahudilerin ise o dönem için pek de önemli bir nüfusları olmadığını da söyleyip genel bir tablo çizmiş olalım.
Bilinen tarihi uzun uzun anlatmaya gerek yok, Moğol tahribatı bakiyesi beyliklerden öne çıkan Osmanlılar biteviye gelişip, bütün “Anadolu”da iktidarı ele aldılar ve kendi yönetim geleneklerini şekillendirmeye başladılar. Meşruiyet için Selçukluların mirasçısı olduğunu söyleyen ama tımar sistemi gibi bir iki devam eden teamül dışında bu devlete pek benzemeyen -Selçuklular daha çok bir “İran devleti” görünümündeydi-, özgün bir yönetme sanatına sahip olan Osmanlılar, ele geçirdikleri her yere Türkleri yerleştirerek bölgelerin demografik yapılarını değiştirmeye koyuldular. Ancak, burada bilinmesi gereken olmazsa olmaz husus, Osmanlıların genel olarak yerel halkın varlığına ve dinine müdahale etmemesi gerçekliğidir. Zaten ilerleyen süreçte kurumsallaştırılan temelde vergi alma üzerine kurulu sistem ve bürokraside gayri Müslimlere yer olmamasının Müslümanlara kazandırdığı avantaj, böyle bir baskı politikasını da gerek ekonomik; gerekse de siyasi kaygılarla anlamsızlaştırıyordu. Ancak burada neden olduğunu bilmesem de Doğu Karadeniz’in Osmanlı için istisna olduğunu, burada yaşayan yerli halklara, özellikle on altıncı yüzyıl itibariyle İslam’a ihtida için baskı yapıldığını ve bunun, bugün de gayet iyi bilinen insani trajedilere (gizli Hıristiyanlık vs gibi), kaçma, göçme olaylarına sebebiyet verdiğini belirteyim.
Böylece uzun süreç içinde, dünyanın her yerinde olduğu gibi devletin sahip olduğu dine, dile ve kültüre, farklı kök ve inançlardan geniş yığınların, gönüllü ya da gönülsüz zaruri entegrasyonu hakikate erdi ve “Anadolu” artık başka bir yer oldu. Osmanlılar “Türkiye”, “Türkistan” ,”Türkmeneli” filan demeseler de, Batılılar tez zamanda “Turchia”yı dillerine doladılar. “Türk” o zamanlar Osmanlı’da sempatik karşılanan bir isim olmasa da, çeşitli topluluklardan insanlar, köklerini unutup, gelecekte kendilerine resmen “Türk” adı verilecek olan halkın özünü mayaladılar. Osmanlı’nın “Millet-i İslam”ı, “Türk milleti” oluverdi. İnsanlar unutup, geçmişlerine uzaklaştılar ve yabancılaştılar. Fransızların, Frank/Norman (Germen) olduklarını unutup Latinleşmesi ya da Bulgarların “Turani/Türk” olduklarını hafızalarından silip, Slavlaşması gibi.
Önemli bir kırılma: Aleviliğe ve Heterodoksizme kesin karşıtlık
Başlangıçta Sünni Türklerle, Aleviliği benimseyen Türklerin bir kısmı arasında pek bir sorun yoktu, hatta bunlar Osmanlı’nın ilk dönemlerinde gazada ortak hareket ediyorlardı. Balkanlar’da bugün dahi süren -ve Arnavut ulusunun yaratılmasında da önemli bir yapışkan işlevi gören- Bektaşiliğin ve Aleviliğin varlığı, biraz da bu gazalardaki Alevi Türkmen gerçekliği nedeniyledir.
Sünni devletle kol kola olan, ehlileştirilmiş Alevilik olarak tanımlıyabileceğimiz Bektaşilik, 1413’te tahta aday kardeşlerini yenip kesin olarak padişah olan Çelebi Mehmet döneminde yavaş yavaş tasfiye edilmeye başlanacak, orduda devşirme yeniçerilik kurumuna geçilince -yanı sıra bir de sipahiler vardı- devlet katında tamamen etkisizleşecekti. Ki bu geçiş döneminin bir ürünü de, İstanbul’un alınmasından sonra Çandarlı Halil Paşa’nın Fatih Sultan Mehmet’in buyruğuyla öldürülmesiyle devletin idaresinde tehlikeli bir alternatif olarak görülen Türklerin en üst yönetim organlarından tasfiyesi ve yerlerine yine devşirmelerin tercih edilmesidir.
Türk soylu ailelerinin ve askerlerin tehlike oluşturabileceği endişesiyle uzaklaştırılması sıradan, köylü ya da göçer Alevi Türkmen aileler için pek bir değişiklik ifade etmiyordu. Onlar zaten Selçuklu’dan beri Sünni yönetimle bir çatışma halindeydiler. Ama Osmanlı’nın, Alevilere dünyayı dar eden zulüm siyasetinin asıl başlangıcı Kanuni döneminde, hayli yumuşak ve töleranslı olan Türk Sünniliğinin birden radikalleşmesidir. Peki bu nasıl oldu?
Sekizinci yüzyıldan sonra kitleler halinde -dervişlerin propagandasıyla “yüce” ve “adil” bir Ali kültüne bağlı muhalif, heteredoks ve “devrimci” bir Aleviliği seçenler dışında- ve hızla İslam’ın Sünni mezhebine geçen Türkler, zaman içinde Hanefi mezhebinin Maturidi yorumunu benimsemişlerdi. Maturidi itikadı, İslam’ın diğer yorumlarına göre hayli akılcı bir kelam okumasıydı. Maturidilik, dinin yanına bilimi koyuyor ve bilgiye ulaşmak için verilmesi gereken çabayı kutsuyordu. “Sebebe ulaşma” derin felsefesini kendine amaç edinen bu anlayış tartışmadan yana tavrıyla doğal olarak olabildiğince hoş görülüydü.
Ne var ki Mısır’ın fethiyle birlikte Eşarilik ekolüyle tanışan Osmanlılar, eski “bilimci” anlayışlarını terk edip, araştırmayı, merakı ve bilimi küfür sayan, sadece Allah’ı bilmeyi yeterli gören yeni bir inanca yöneldiler. Bundan sonra da “kanı helal” ve “kafir” olarak görülen Kızılbaşlara baskıların artması en doğal olandı. Orta yerde bir de Safevi faktörü olunca Türk Sünniliği daha da ortodokslaşıp saldırganlaştı ve bugünün toplum yapısının, sosyal farklılıkların temelleri oluşmaya başladı. Devletli, “mushaf sahibi” ve aklı reddeden Sünnilerin genelinin sağcı ve statik; muhalif, devrimci, hak
tan, adaletten yana, ortakçı Alevilerin genellikle solcu ve kenara itilmiş olması bu tarihsel çalkantı ve depremlerin getirisi oldu.(1)
Direnen Aleviler daha çok erişilmesi güç, uzak yerlere yerleşip inançlarını koruma çabasına girdiler. Direnemeyenlerse, Ordu, Giresun ve Trabzon’un batısındaki Çepnilerin ezici çoğunluğunda görüldüğü gibi Sünnileştiler. Adını andığımız bölgelerin şimdi en dindar ve milliyetçi bölgelerden olması nazar-ı dikkat cezbeder.
Etnisite ve anadil erezyonu
Türkiye toplumunun kendi gerçekliğine uzaklaşıp, yabancılaşmasının temel sebeplerinden biri de etnik toplulukların varlığında ve anadillerde yaşanan erezyondur. Kimlik yitimi ve kısmen de olsa anadillerin konuşucu sayılarındaki erime, cumhuriyet döneminden çok önce başlayan bir süreçtir. Ama kendi isteğiyle; ama zorla hakim erkin dinine geçen toplulukların bir kısmı ağır ağır egemenlerin dilini benimsemeye başladılar. Bu durum özellikle de İslam’a geçen Rum ve Ermeniler’de görüldü. Çünkü Yunanca ve Ermenice “Hıristiyanlıkla özdeşleştirilmiş” dillerdi. Bu algının üstüne bir de milliyetçilikler çağında Rum ve Ermeni’nin özetle “şeytan” olarak görülmesi eklenince, konuşucuların bu dillerden uzaklaşması hızlandı.
İttihat Terakki, 1913’te Bab-ı Ali baskınıyla iktidarı kesin olarak alınca, Türkçü programı hemen yürürlüğe koydu. Örneğin Rize’deki orijinal Yunanca, Lazca ve Ermenice isimlerin hemen hepsinin adının değiştirilmesi tam da bu yıla rastlar!(2) İttihat ve Terakki’nin Türkleştirme için planı basitti: eritebileceklerini erit, eritemeyeceklerini sür ve yok et. Bu projeyi Mustafa Kemal de ve ondan sonra gelenler de aynen devam ettirdi. Bu anlayışa göre gayr-ı Müslim topluluklar Türklüğe asimile edilemezlerdi, bu yüzden yok edilmeliydiler. Müslüman azınlıklardansa Kürtler ve Lazlar biraz zorluk çıkarabilecek olsalar da Türkleştirilebilirlerdi. (Lazlar, pek bir “zorluk” çıkarmadı.) Bu iki Müslüman topluluk dışında geriye kalanlarınsa çoğu -Araplar, Artvinli Gürcüler, Hemşinliler, Karadenizli Rumca anadilli Müslümanlar ve dağınık topluluklar halinde yaşayan Çingeneler dışında- zaten daha yeni gelmiş göçmen topluluklardı, dolayısıyla kolayca amaca ulaşılabilirdi. Sonuç olarak gayri Müslim Ermeni, Rum, Asuri (Süryani, Keldani, Nasturi) ve Yahudi topluluklar 1960’lara dek uzanan süreçte hemen hemen tamamen yok edildi. Yezidi Kürtlere bile tahammül yoktu; ölümden kurtulabilenler, Ermenistan’a, Gürcistan’a,Rusya’ya kaçtı. Bugün Van’da tek bir Ermeni, Trabzon’da Rum, Hakkari’de -hatta Türkiye’nin hiçbir yerinde- Nasturi yok. 1922’ye dek Müslümanı, Rumu, Ermenisi, Yahudisi, Levanteniyle Asya’nın en kozmopolit kentlerinden olan “gavur İzmir”de bugün kaç tane gayri Müslim var? Ki 1922’de gerçekleşen ve Ermeni/Rum/Levanten mahallelerini yok eden büyük İzmir yangınının da gayri Müslimlerin izlerini yok etmek için kimi Türkler tarafından çıkarıldığı, diğer iddialarla beraber hep dillendirilir. “Kostantinopolis”te 1500 Rum’un kalması, “medeniyetler beşiği” diye pazarlanan Antakya ve Mardin’de bir avuç Hıristiyan’ın, Hıristiyan’dan çok daha az Yahudi’nin yaşaması da bundandır.
Toplumun kendine ve birbirine yabancılaşması, İttihat ve Terrakki ve cumhuriyet dönemi uygulamalarıyla hız kazandı. Geliştirilen yeni mefkure, taze bir ulusu zorla yaratmanın tüm yollarını denedi. Diller yasaklandı, İslam dışı dinler ve onların mensupları üzerinde bir baskı ve korku imparatorluğu kuruldu. Kürtçe, Ermenice, Yunanca, Lazca, Arapça, Gürcüce, Süryanice binlerce orijinal yer adı sistemli bir şekilde değiştirildi. Halklara kendi kimliklerini geliştirebilecekleri bir imkan tanınmadı, masa başlarında uydurma tarih ve dil tezleri hazırlandı. Ülke bir çırpıda ezeli Türk yurdu ilan edildi. Türk, Arap ve diğer milletlerden Alevilerin pasifize edilmesi için gerek duyulan her araç kullanıldı.Velhasıl gayri Müslimler, peyderpey büyük ve küçük gruplar halinde yurdu terk ederken, Müslüman ulusal azınlıklar, hem kendi gerçekliklerine hem de ötekinin gerçekliğine yabancılaştılar. Bugünden bakıldığı vakit, değil bir köyde hem cami hem kilise cemaatinin var olması, koskoca bir ilde bile böyle bir şeyin olması bile son derece ilginç ve uzak bir şey olarak tahayyül edilir. Halbuki daha yüz sene önce dinen karma nüfusa sahip köyler, kazalar, iller yaşanan bir gerçeklikti ve kimse “vay be hem Hıristiyan var, hem İslam hem Yahudi!” demiyordu. Bu doğal, içinde yaşanılan, toplumların kendini tanımlamasında temel ölçütleri berkiten ve kendiliğinden bir “barışma” ya da yer yer “çatışma” sınırlarını işaretleyen oluşlardı.
Çeşitli sebeplerle Müslümanlaşan ve kompleksli Türk milliyetçiliği marifetiyle “Türkleşen” topluluklar önce geçmişte Hıristiyan olduklarını, sonra da daha yakın zamana dek Müslüman olmayanlarla komşuluk ilişkileri içinde yaşadıklarını unuttular. Çünkü var edilen yeni ideolojinin tasavvur ettiği ulusta, bu tip anımsamalara ya da hatıraları yeniden üretebilme ortamına yer olamazdı. Bu yüzdendir ki halklara gerçek tarihini,kimliğini ve dilini anlatmayı amaç edinen kitap ve süreli yayınlar yasaklanırken, gayri Türk milletlere uyduruk bir Türki şecere çizen yayınlar bütün kütüphanelere kondu.
Bugünün unutmuş toplumu böyle yaratıldı. Hemşinli halkı için, en azından “Ermenilerle bağlantıları var” dediğinizde, sanki alakasız bir şey, mesela “Hemşinliler Eskimoların bir koludur” demişsiniz gibi çoğu Hemşinli’nin tüylerinin diken diken olması ve tepki vermesi yıllarca işlenen bu propaganda sebebiyledir. Yaratılan Türklüğe sarılma ihtiyacı neticesinde bir Hemşinli için, Rusya ve Gürcistan’daki Hıristiyan Hemşinliler, konuştukları Türkçe’deki yüzlerce Ermenice kelime, Xaçapit’teki (Pazar’da, Laz bölgesinde Hemşin’den uzak bir Hemşinli köyü) arazi adlarının çoğunlukla Ermenice olması, vartevor, Ter Karapet, Hopalı Hemşinlilerin hala Hemşin Ermenicesiyle konuşması Ermenilik ilişkisi için makul sebepler değilken, Hemşin ağzındaki birkaç öz Türkçe kelime (farz-ı misal yegu: rüşvet) “Oğuz Türkü” olmak için yeterli gelebilmektedir. Kimsenin aklına bu eski Türkçe kelimenin, eski Anadolu Türkçesinden alındığı, Türkiye Türkçesinin de doğal olarak yüz yıllar içinde evrim geçirdiği, zaten “vergi” kelimesinin cumhuriyet döneminde dil devrimiyle uydurulmuş olduğu filan gelmez. Mesela Lazlar da tanrıya “tangri” derler bazen, bu onları öz Türk filan yapmaz, sadece iki dilin arasındaki beş yüz yıllık ilişkinin sonucudur. Ama kimin umrunda!
Yukarıdan tebliğ edilenle unutur ve yabancılaşır insanlar. Ağır baskı altındaki Kürtlerin önemli bir bölümü böyle Türkleşir(3), “hiçbir yerde geçerli olmayan” ve üstelik çocukların Türkçesini bozan Lazcanın hakimiyet sahası böyle erimeye başlar. Kültürel taleplerini öne sürünce bazıları sürgüne maruz kalan Çerkeslere “yarım yamalak bir Adigelik” böyle kalır. Trabzon’un elli küsür köyündeki Rumca anadilli Müslümanın kendini herhangi bir halk olarak tanımlayamaması bu zorlu koşullarda gelişir. Alevi Araplar (4), “Eti Türkü” olmaya, Sünni Araplar (5) tamamen yok sayılmaya böylece razı olur. Balkanlar’dan göçen Arnavut, Boşnak, Pomak halkları Türkleştirme politikaları neticesinde ve göçmen kimliklerinin yarattığı baskının itkisiyle de işte böyle “Türk’ten daha çok Türk” olur. Çingeneler ise zaten hiçbir zaman insandan bile sayılmadılar.
Alevilerin dağılması, laik görünümlü olan ama Sünniliği “kapalı” bir biçimde de olsa hala devletin ve “özde vatandaş”ın dini olarak gören yeni devletin de kendilerine pek sıcak bakmaması gerçekliğiyle yüzle