Ülke olarak ömrümüzün son demi Suriye’ye ile savaşa girdik girmedik gerilimi ile Kürt sorunundaki askerileşmenin inanılması güç boyutlarına tanıklık etmekle geçti. Suriye meselesinin AKP’nin başına bir çorap örüp örmeyeceği ya da iktidarını yeniden üretmesine imkanlı hale gelip gelmeyeceğini görmek için biraz daha beklemek gerekecek sanırız. Kuşkusuz Suriye konusunun toplumsal muhalefet hareketine sunduğu olanakların nasıl değerlendirileceği […]
Ülke olarak ömrümüzün son demi Suriye’ye ile savaşa girdik girmedik gerilimi ile Kürt sorunundaki askerileşmenin inanılması güç boyutlarına tanıklık etmekle geçti. Suriye meselesinin AKP’nin başına bir çorap örüp örmeyeceği ya da iktidarını yeniden üretmesine imkanlı hale gelip gelmeyeceğini görmek için biraz daha beklemek gerekecek sanırız. Kuşkusuz Suriye konusunun toplumsal muhalefet hareketine sunduğu olanakların nasıl değerlendirileceği bu süreçte önem kazanacak. Suriye konusu AKP’nin toplumun geneli ve kendi tabanından uzaklaşarak yürütmeye çalıştığı bir kriz olması hasebiyle toplumsal muhalefetin olanaklarını daha da arttırıyor.
Ancak ülkemizde hayat sadece bu iki damardan can bulmuyor. İşçi sınıfı da kendi kaderini yaşamaya devam ediyor. Ağustos ayında 71 işçi iş cinayetine kurban gitmiş durumda. Tek başına bu bile işçilerin ayrı bir sınıf olarak yaşamaya devam ettiğinin açık bir delilidir! Bu açık bir sınıf düşmanlığıdır çünkü, başka bir açıklaması yok. Ama ne mutlu ki işçilerin sadece ölerek değil hayatın içinde olduklarını haykıran işyeri direnişleriyle varlıklarına tanık oluyoruz.
Sınıflar da tıpkı canlılar gibidir. Kimi kez son derece bilinçli olarak kimi kez de içgüdüsel olarak kendi yaşamlarını sürdürme gayretini güderler. Ülkemizin son dönemine baktığımızda işçi sınıfının içgüdüsel olarak yaşamını sürdürmeye çalıştığına tanık oluyoruz. Tıpkı oksijensiz ortamda yaşamını sürdürmek için anaerobik solunum yapan canlılara benziyor. Dışarı hayatı oksijensiz bırakıldığında anaerobik canlıların yaptığı gibi oksijensiz olarak da yaşamını sürdürmeyi becerebiliyor. Kuşkusuz 200 yıllık bir kolektif hafızayı belleğinde taşıyarak yapabiliyor bunu… Bu hafıza atalarının ayakları üzerinde doğrularak yürümeye başladığı andan itibaren nasıl bir yol izlediğini sürekli hatırlatıyor ona. Makine kırıcılardan Paris Komününe giden yolun her kilometrekaresi kayıtlı bu hafızada…
Bu hafıza sayesinde bakıyorsunuz “tuhaf canlılar” gibi bütün Türkiye kan ve nefrete odaklanmışken onlar bize başka bir şey söylemeye çalışıyor. Bu hafıza olmasaydı bu karanlığın içinde kendi yolunu aramaya yönelemezdi… Kuşkusuz bu yolda yürümeye çalışırken çamura ve pisliğe bulanarak yürüyor, başka türlüsü de mümkün değil zaten. Milliyetçilik, dincilik, lümpenleşme, küçük burjuva özentiler her zaman bu yol üzerindeki tuzaklar oldu işçi sınıfı için, tarihte de öyle bugün de…
İstanbul’da Fontana işçileri metal işçisinin mücadele geleneğini sürdürüyor. Taşeron sağlık emekçileri yürümeye başladıkları örgütlenme yolunda durmaksızın ilerliyorlar. Hava İş emekçileri grev haklarının elinden alınmasına hükümetin suratına tükürerek cevap verme onurunu gösterdi, hem de ağır bedeller ödeyerek. Denizli’de tekstil işçileri 8 aydır haklarını almak için ısrarlı şekilde eylemlerini sürdürüyor. Bilgi Üniversitesi’ndeki örgütlenme süreci belki ilk başta “işverenin iyi niyetine güvenerek” başlamıştı ama bildik bir patronla karşı karşıya kaldıklarını anladıklarında yarı yolda bırakıp dönmediler… Kemalpaşa Organize Sanayi Bölgesindeki kağıt fabrikasında işçiler haksızlıklar karşısında örgütlenmeye gidince işten atılmalara karşı eyleme geçiyorlar. Bunun gibi yurdun dört bir yanında irili ufaklı işçi direnişi örneklerini çoğaltmak mümkündür.
Bir de mevsimlik tarım işçileri var. Malum bunlar kendilerini bazen işçi görürler bazen köylü bazen de hiçbir şey olduklarını düşünürler… Onları daha çok kamyon kasalarından yollara dökülmüş cesetleriyle biliriz. Üç kuruş için yüzlerce kilometrelik evlerinden çıkıp aylarca sürecek bir çileli hayatın yolcuları olarak… Hem de bir yaşam tarzı olarak öyle… “Bu sene biraz paraya sıkıştık, bu yıl pamuk, fındık toplayalım, seneye Allah kerim” türünden değil… Bunlar da içgüdüsel olarak çıktıkları yolda grevle tanıştılar. Manisa’ya domates toplamaya gelen tarım işçileri domates toplama işi bitince üzüm kesme işine başlamışlar. Ancak yevmiyeleri 35 liradan 31 liraya düşünce direnişe geçmişler ve haklarını almayı başarmışlar.Gurbet elde, başını sokacak bir evin bile yok, çadırlarda çoluk çocuk perişan halde… Al sana 31 lira, deyince “Allah senden razı olsun ağam” demeyişi ancak ona “gaipten gelen bir ses”le hatırlatılmıştır. Çünkü onun gözüyle gördüğü bir örneği yoktur. “Onlar yaptı ben de yapayım” diyecek hali yoktur mevsimlik tarım işçisinin.
Hafıza-i sınıf budur işte… Toplumsal genetik yoluyla işçi sınıfından işçi sınıfına geçer ve haksızlıkla karşılaştığı bir yerde belki kendisini bile şaşırtacak kadar ortaya çıkıverir birden… Bu hafıza sayesinde daha adil, daha demokratik bir dünyanın hayallerini kurmaya devam edebiliriz. “Hafıza-i beşer nisyan (unutkanlık) ile malüldür” ama Hafıza-i sınıf asla…