Gazetelere eğitim ile ilgili yansıyan bir haber: “Gaziantep’te utanılacak uygulama”. Haberin içeriğine baktığınızda “Gaziantep’teki bir okulda kapıcı çocukları bir sınıfa, varlıklı çocuklar ve öğretmen çocukları da ayrı bir sınıfa toplatıldı. Varlıklı, okula bağış yapan çocukların ve öğretmen çocuklarının bulunduğu bu sınıfa en iyi öğretmenler verildi” ifadeleri yer alıyor. Burada sorun başlık içerik ve eğitim sistemi […]
Gazetelere eğitim ile ilgili yansıyan bir haber: “Gaziantep’te utanılacak uygulama”. Haberin içeriğine baktığınızda “Gaziantep’teki bir okulda kapıcı çocukları bir sınıfa, varlıklı çocuklar ve öğretmen çocukları da ayrı bir sınıfa toplatıldı. Varlıklı, okula bağış yapan çocukların ve öğretmen çocuklarının bulunduğu bu sınıfa en iyi öğretmenler verildi” ifadeleri yer alıyor. Burada sorun başlık içerik ve eğitim sistemi ilişkisiyle ilgili. Uygulamada bir sıkıntı yok. Sadece “eğitimin sınıfsal niteliği “çıplak olarak gözler önüne serilmiş. Eğer utanılacak bir olay varsa o da “Eğitim Sistemi’nin kendisidir. Çünkü Eğitim sisteminin genel işlevlerine baktığımızda “ayıklama, meşrulaştırma ve yeniden üretme süreçleri ortaya çıkar. Kısaca değinelim.
Yıllardır eğitimin içeriği, niteliği tartışma konusu olagelmiştir. Eğitimin tanımı genelde şöyle yapılır: Bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak, istendik davranış değişikliği meydana getirme sürecidir. Bu tanımda önemli olan nokta;”İstendik” davranış değişikliğidir. Eğitim gören bireylere kazandırılan(!) davranışları kim/kimler belirliyor? Neye göre belirliyor? Bunlar belirlenirken bireylerin sosyal sınıfı dikkate alınıyor mu? Neyi, Ne zaman ne şekilde öğreneceğimiz/öğreteceğimiz Eğitim programları ve müfredatlarla belirleniyor. Buradan da “istendik kişilikler üretilmeye çalışılıyor.
Eğitim; tam da haberde olduğu gibi bir “ayıklama “sürecidir aynı zamanda. Mesela P. Bourdieu; “Pratik Nedenler”(Eylem Kuramı Üzerine) adlı yapıtında; Ailelerin kültürel sermayesi ne kadar önemliyse ve kültür sermayelerinin hacmi, ekonomik sermayelerine oranla ne kadar büyükse, okul eğitimine o kadar çok yatırım yaparlar. Burada Bourdieu; Maxwell’in Cini metaforunu kullanır. Maxwell, az ya da çok hareketli tanecikler arasında bir cin olduğunu hayal eder. Bu cin, tanecikleri ayırır; en hızlılarını ısısı artan kaba, en yavaşlarını da ısısı azalan kaba atar. Bunu yaparken de işlem başka türlü yapıldığında ortadan kalkacak olan farklılığı, düzeni kurmuş olur. Okul da tam da Maxwell’in cini gibi çalışır: Ayıklama işlemi için gereken enerji pahasına, eskiden mevcut düzeni, yani birbirine eşit olmayan kültürel sermayeyle donanmış öğrenciler arasındaki farkı korur. Yani bir dizi ayıklama işlemi aracılığıyla, miras yoluyla kültürel sermayeye sahip olanları, bu sermayeden yoksun olanlardan ayırır. Yetenek farklılıkları ise miras edinilen kültürel sermayeye göre oluşan toplumsal farklılıklardan ayrılamayacağından, eskiden var olan toplumsal farklılıkları böylece ayakta tutar.
Miliband’a göre ise; okullar var olan toplumsal ve ekonomik düzeni sürdürmeleri üç biçimde gerçekleşir.
1) Okullar, işçi sınıfı kökenli çocukların çoğunluğuna yönelik sınıfsal konumları onaylayıcı bir rolü yerine getirirler. Alt sınıflardan gelen çoğu çocuk, başarısızlıklarının nedenini kendi yetersizliklerinde bulur.
2) Eğitim, öğrencilere orta sınıf değerlerini aktarır. Okullar, işçi sınıfı kökenli çocuklara yabancı bir kültür, değerler ve dil yükler.
3) Eğitim, toplumdaki egemen güçlerin onayladığı temel değerleri aktarır.
Bu anlamda eğitimin asıl işlevi; bireyin sosyal sınıfında değişiklik yapmak değil, bulunduğu sosyal sınıfın statü ve rollerine uymasını sağlamaktır. Bunun meşrulaştırılmasını sağlayan araçlardan biri de sınavlardır. Her ne kadar SBS ve LYS sonrasında sınavda derece yapanlar arasında “tarlada, fabrikada çalışan ya da işçi”nin oğlu/kızı ön plana çıkartılsa da işin özü böyle değildir. Ekonomik anlamda durumu iyi olan öğrencilerin sınava hazırlanma süreci, Bourdieu’nin deyimiyle kültürel sermayeleri birbirinden farklıdır. Dolayısıyla eşitsiz koşullarda sınava giren öğrenciler için, süre, soru sayısı vb şeylerin eşit olması bir anlam ifade etmemektedir. Tüm öğrenciler aynı sınava tabii tutulsa da ekonomik anlamda dezavantajlı sınıfın üyelerinin, bu dezavantajlı durumu devam etmektedir. Bu süreç sonucunda “Nasip” olan mesleklere/alanlara yönelen öğrenciler geleceğin hiyerarşik yapısını da kabullenmek ve bu oluşan durumun sorumluları olarak kendilerini görmek eğiliminde olmaktadır. Rikowski de bu sürece katkıda bulunur: Ona göre eğitim, ruhlarımızı sermayeye bağlayan zincirdir. Eğitime, işgücü ile sermaye arasındaki savaşın aynası olarak da bakmak mümkündür. Dolayısıyla okullar, kapitalist toplumun ve gelişimin tam kalbinde olan bir sınıf ilişkisini besleyen ve geliştiren bir rol üstlenirler.( H.Giroux 115, Eleştirel Pedagoji söyleşiler).
Benzer görüşleri M. Apple da paylaşır. Apple’ye göre “Okullar sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk temelinde katmanların olduğu bir toplumsal düzeni yeniden üretmek bakımından önemli” bir role sahiptir. Eğitim ve kültür sisteminin bütün toplumlardaki mevcut tahakküm ve sömürü ilişkilerinin sürdürülmesinde önemli bir role sahiptir. Okullar girdiyi (öğrenciyi) alan, onları (gizli bir müfredatla) etkin bir şekilde oldukça katmanlı bir işgücünün özneleri (Çıktı) haline getiren yerler olarak görülüyor. Dolaysıyla okulun temel rolü toplumdaki işbölümünün yeniden üretimine yardımcı olan ideolojik bilincin öğretilmesidir.
İşin teorik bölümünü bir kenara atalım. Kendimizi konuşalım. Bu haberi yapanlar ya da okuyanlar, hiç mi okullar açıldıktan haftalar sonra okula başlamak zorunda kalan pamuk işçilerini duymadı ya da bilmiyor? Okul başladıktan haftalar sonra okula başlamak zorunda kalmak utanılacak bir durum değil mi? Ve bu işin n edenini sorgulamayan medyanın bu konudaki utancı Antep’teki utançtan daha mı azdır?
Peki, okullar arasındaki farklılığa ne demeli? Kimisi özel okullarda kolejlerde 15-20 kişilik sınıflarda okurken; bazılarının 50 kişilik sınıflarda okuması da mı utanılmayı hak edecek bir durum değildir. Ya da öğrenci başına düşen m2 farklılığı, sıkışmış/sıkıştırılmış okullarda, sınıflarda okuyan öğrencilerin durumu da mı dikkat çekici değildir? Ya da kendisine ait bir odası olmayan öğrencilerin durumu?
İnsanların kendi anadilleri ile eğitim görmemesinin/görememesinin utanılacak bir yönü yok mudur? Bugün Kelaynakların soyunu korumak için harcanan çabanın kaçta kaçını insanlığın yüzyıllar boyu var ettiği dilini, kültürünü korumak için harcıyoruz?
Hafta sonları harçlığını ya da dershane taksitini ödemek için çalışmak zorunda kalan öğrencilerin düştüğü/düşürüldüğü durumu görmezden gelmek ve bu konuları işlememek utanç verici durumlardan değil midir? Örnekleri uzatmak mümkün. Eğitim fırsat eşitliliği sağlamaz. Tam tersine fırsat eşitsizliğini meşrulaştırır.
Sonuç olarak; “utanılacak uygulama” diye verilen haberin içeriği ve niteliği, tesadüf değil sürekli olma özelliğine sahiptir. Yani sınıfsal farklılıklara göre öğrenciler yetiştirilir. Öğrencilerin bulundukları sosyal sınıfı içselleştirmesi ve ona uygun eylem kalıpları içerisinde olması beklenir. Bu sınıflı toplumların olmazsa olmazıdır. Dolayısıyla utanılacak durum sadece Antep’te olduğu iddia edilen uygulama değildir. Aynı zamanda, eğitimin, sanki sınıfsal bir özü ve sınıfsal çıkarını koruyan/kollayan yapısı yokmuş gibi düşünmek ya da bu şekilde düşünmemizi bekleyenler de bu utancı paylaşmaktadır.
Kaynakça:
İnal Kemal – Eğitim ve İdeoloji
H.Giroux – Eleştirel Pedagoji Söyleşiler