” Görmedim ömrümün asude geçen bir demini” (Kadri Şençalar) Bu satırların zihnimde oluşmaya başladığı anlarda Gümüşlük’te günbatımını izliyordum. Tek düşündüğüm dünyanın birçok yerinde güneşin böyle battığı ve yeni bir güne böyle doğacağıyla ilgili umudumdu, belki de safdilliğim. Sonra yazmaya başladığımda, yani düşünmekten lafza geçtiğimde, Şırnak’ta on şehit ve sayılamayan sayıda terörist (gerilla) ölümünün kirlettiği bir […]
” Görmedim ömrümün asude geçen bir demini” (Kadri Şençalar)
Bu satırların zihnimde oluşmaya başladığı anlarda Gümüşlük’te günbatımını izliyordum. Tek düşündüğüm dünyanın birçok yerinde güneşin böyle battığı ve yeni bir güne böyle doğacağıyla ilgili umudumdu, belki de safdilliğim.
Sonra yazmaya başladığımda, yani düşünmekten lafza geçtiğimde, Şırnak’ta on şehit ve sayılamayan sayıda terörist (gerilla) ölümünün kirlettiği bir akşamüstüydü artık İstanbul’da.
Ölüm tüm dillerde zihinden gönüllere nasıl tercüme edilir bilmiyorum. Ama benim ülkemde ölüm gelecek nesillere, gelecek canlara ve henüz yirmilerindeki bedenlere ithaf ediliyor. Yani ölüm “canı” işaret ediyor. Aslolan hayattır inancımızdan o kadar uzaklaştık ki, artık sanki aslolan ölüm, onun da adı yok… Adı yok diyorum çünkü epeydir ülkemiz muktedirlerinin büyüklenmeci ve kibirli dili zamanın ruhuna hakim oldu. Bu yukarıdan bakan dil, toplumla tüm empatik kanalları tıkadı maalesef. Tane ile sayılan kellelere dönüşen canlar mı dersiniz, etkisiz hale getirilen dağlardaki zararlı organizmalar mı? Bahşedilene boyun eğip rıza gösteren bir tebaa olmamız isteniyor, tabii olmayan herkes artık öteki, ötekilere yapılacak her şey de mubah.
Anlamak zor, anlamak korkunç. Alınan nefesle ciğerlere dolan her hava bir suç gibi yaşanıyor memleketimde. Yazlar daha da zor geçiyor çünkü gerilla dağlarda, şehirlerde kuvvetini kanıtlamak ister, ne yazık ki iki tarafın da kemiğinin kırılacağı bir bilek güreşinde. Dağlarda ve şehirlerde nefes almak daha zor… Yazlar zor, çünkü memleketim güzelim bir ültraviyole körlüğünde günbatımlarını kurtarılmış veya işgal edilmemiş topraklarında rakı buğulunda yaşamak ister. Yani “memleket” olmak ister… Daha da zor olanı bu iki dili birbirine tercüme etmek. Gönlü kırıklarla küskünlerin arasında mütercim olmak daha da zor.
Tercümanlık büyük iddia. En az iki dili biliyorum demek. Terapist olarak sadece bir dili öğrendik. Oysa bazen bizden beklenen tek dille tercümanlık yapmamız. Yani zor zanaat…
İstanbul bıraktığımdan daha da sıcaktı. Her sabah, dayanılmaz bir kan ter içinde yeni ölüm haberleriyle başlıyordu. Bu sıcak saatler akşamları televizyonların ana haber bültenleriyle cehennem ateşine dönüşüyordu. Her iki tarafın da muktedirlerinin zikrettiklerini dilime tercüme etmek dilin yanması gibiydi, zordu. Mesela benim için şehit olanla ölü ele geçirilen veya etkisiz hale getirilen veya öldürülen düşman askeri arasındaki fark neydi… Ne olması gerekiyordu? Yani nasıl anlamam isteniyordu?
Bilmiyorum, bilemiyorum. Benimkisi anlama çabası sadece. Ama bildiğim yeni öldürülmüş bir bedenin yavaş yavaş soğuması ile ölü ve yüzü tozdan görünmeyen bir et parçasının zaten olan soğukluğu.
Sanırım tercüme burada başlıyor. Canlılık belirtisi olan sıcaklık hissinin kaybı ile. Ve bize yutturulmak istenen asıl zoka da bu. Zaten ölmüş olanla halen ölmekte olan arasındaki mesafe… Bu mesafe dilin mesafesidir. Ve tercümeye ihtiyaç duyar.
Bugün bizler memleketimde bazen bırakın iyileştirmeyi, sadece ölü yavrularımızı teşhis etmekte bile zorlanıyoruz. Bizden mi yoksa onlardan mı, ayırt et diyorlar. Doğduğunda ezan okuyarak koyduğun yavrunun adını ancak öyle üfleyebilirsin kulağına bu ölünün. Başka türlüsüne izin yok. Çünkü savaşın dilinin konuşulduğu bir ülkede tercümanlık zor. Aklı başında insanların bile aklını karıştıran bir coğrafyadayız. İnsanlığın ve barışın dilini unutturuyorlar bize. Kürtçe de, Türkçe de aynı savaş dilinin paravanları olmuş. Herkes savaşın dilini anadili beller olmuş artık.
Sanırım sorun insancadan insancaya tercüme yapacak insanlar bulabilmekte. Ama bu dil unutulmak üzere artık,” ölü diller” gibi konuşanını bulmak zor… “Acıyı” tercüme etmek zor pek zor. Tam da bu yüzden tercüme edilmeyen acı, bir diğerinin canını acıtamıyor ne yazık ki…
Ora coğrafyasının tercümanlığı sanırım şuralarda başlıyor. Bugün “Bağcılar” veya “Ödemiş’te” bayraklarla ve omzu yeteri kadar kalabalık askerlerin, şehit haberlerini sessiz ambulanslar eşliğinde verdiği evlerin çığlığının bir yerlerinde, Oralarda sessiz sedasız ölen abinin veya ablanın yerine dağa çıkan çocukların ayak seslerini duymakla başlayacak. Ve Edirnekapı Şehitliğindeki sessiz feryadın ” Amed’in”, “Dersimin” sabaha karşı yolculanan gençlerinin evinde duyulmasıyla ancak…
Ben bu satırları yazarken hemen duyabileceğim uzaklıkta analar sabah ezanını ilk defa bu kadar kanadı kırık dinleyecekleri bir sabaha uyanıyorlardı. Evlatsız ilk sabahlarına. Babalar ise sadece ikinci bir oğullarını da feda edebilecekleri lafını söyleyecekleri uzun bir güne… Ama unutuyorlar ki, oralarda da sabah ezanları okunuyordu. Onlar da Şırnak’taki morgun kapısında yetkili makamların on yedisini henüz süren bir genç kızın sol memesinin altındaki kurşunları saymasını bekliyorlardı tütün tadında. Ağlamak… Elbet tercümesi vardır. Ama oralarda herkes biraz içine ağlar, buralarda ise şehit anası olmak biraz da ağlamamak demektir!
Tercümesi zor, ölü taşınan bir tahtaya hangi bayrağın örtüleceğine karar vermek için en az üç kişinin daha ölmesini anlamak zor.
Evladın tercümesi zor, oğlun da. Tek bildiğim unuttuğumuz dilin bedelini onların ödediği.
Son duyduğum morg tezgâhlarında yatanlara DNA testi yapılacakmış, oysa bıraksalar anaları yavrularını bebeklik kokularından tanırdı merak etmeyin. Salsaydınız “operasyon artığı dağlara” , analar sarıldıkları bedenleri kendi bedenlerine en muhteşem törenle gömerlerdi hem de bayraksız merak etmeyin. Umarım muktedirlerin diline inat, anaların, sıcaklığını hiç kaybetmeyen dilleri tercüme edip iyileştirecek acılarımızı.
Dr. Ali Deniz
Psikiyatrist