İç karartıcı ve can sıkıcı bir biçimde gündeme düşen İslam karşıtı film Batının masumiyetinin yeni bir göstergesi olsa gerek! Yasmina Khadra takma adıyla Cezayirli Mohammed Moulessehoul’ın çok doğru bir biçimde ifade ettiği gibi, “Batı her zaman dünyayı kendi istediği gibi yorumlar. Kendi dünya görüşüne uygun teoriler geliştirir, fakat bu teoriler her zaman gerçeği yansıtmazlar. Bir […]
İç karartıcı ve can sıkıcı bir biçimde gündeme düşen İslam karşıtı film Batının masumiyetinin yeni bir göstergesi olsa gerek! Yasmina Khadra takma adıyla Cezayirli Mohammed Moulessehoul’ın çok doğru bir biçimde ifade ettiği gibi, “Batı her zaman dünyayı kendi istediği gibi yorumlar. Kendi dünya görüşüne uygun teoriler geliştirir, fakat bu teoriler her zaman gerçeği yansıtmazlar. Bir Müslüman olarak, Afganistan’a, dini fanatizme ve dini-hastalık (religiopathy) olarak adlandırdığım şeye dair yeni bir perspektif öneriyorum. Kabil’in Kırlangıçları adlı romanım Batıdaki okuyuculara, çoğunlukla sadece yüzeysel olarak değindikleri sorunun özünü anlamaları için bir şans veriyor. Çünkü fanatizm hepimizi tehdit eden bir şey, dolayısıyla fanatizmin nedenlerinin ve geçmişinin (arka planının) anlaşılmasına katkıda bulunuyorum. İşte belki o zaman bu fanatizmi kontrol altına almanın bir yolunu bulmak mümkün olacaktır.”(1)
Batı kendi at gözlükleriyle dünyaya bakmaya ve yeni teoriler üretmeye devam ediyor. Kendisini en iyisi ve en doğrusu olarak gösterme cabalarıyla vardığı sonuçlar açısından derin trajedilere ve buhranlara neden olan batı, kendi çıkmazından çıkma çabalarındaydı katıldığım bir konferansta. Yalnız bu çıkmazın nedenlerini sorgulamadan ya da görmezden gelerek, belki de daha doğru bir belirlemeyle can alıcı nedeni (yani kapitalizmin tahribatını, ta kendisini) savunarak yapmaya çalışıyordu.
Karaburun ve L’Aquila birbirinden oldukça uzak ve birbirinden oldukça farklı doğa ve tarihi güzellikleri olan iki farklı şehir. Bu iki farklı şehir birbirinden farklı konferans ve tartışmalara şahitlik etti. Karaburun Bilim Kongresinde kapitalizmin yıkıcı etkileri bilimsel veriler çerçevesinde sunulur ve tartışılırken, L’Aquila Konferansında (‘The L’Aquila Conference) kapitalizmin tahrip edici etkileri üzerine konuşmak bir yana kalsın, kapitalizmin nasıl yenilenebileceğine (renew) dair tartışmalar insanın tüylerini ürpertecek bir dille ifade edildi. L’Aquila Konferansının asıl başlığı olan ‘Batı: Mirası ve Geleceği’ (The West: Its Legacy and Future)çerçevesinde batının geleceği, kültürü vesairesi batının ne olduğu tartışılmadan sunuldu. Batının coğrafik ya da, politik yahut kültürel bir olgu olup olmadığı belirtilmeden sanki Batı sadece Avrupa ve Amerika Birleşik Devletlerinin bir bütünüymüş gibi sunuldu. Oysa şu anda Batıya nasıl bir anlam yükleyeceğimizi bilemez olduk. Artık coğrafik belirlenimlerden çıkmış kültürel, ekonomik ve politik bir belirlenim içine girmiş durumda. Dolayısıyla Batı dediğimizde artık sadece ne Avrupa’yla ne de Amerika Birleşik Devletleri’yle kendimizi sınırlıyoruz. Kimi zaman Batı dini belirlenimlerle, yani Hristiyanlık ve Yahudiliği de dışlamayan formuyla, kimi zaman dini de aşan ve kültürel belirlenimler içirişinde tanımlı hale getirilir. Kimilerine göre ise Batı denildiğinde modernlik, demokratiklik, teknolojik acıdan gelişmişlik, ekonomik acıdan aşmışlık (kapitalizmi benimsemiş olma) anlaşılır. Her nasıl tanımlı olursa olsun, Batı hepimizin gözünde derin yaralara yol açan, canımızı acıtan ve acıtmaya devam eden kapitalizm ile tanımlı kalacaktır. Batıyı tanımlama cabalarına girdiğimizde kapitalizm kavramını bu cabanın dışında tutmak asıl özü görmemizi engelleyecektir. Batının hep iyi şeylerinden bahsettik, bilimsel gelişmesinden, felsefi ilerlemesinden, teknolojik keşiflerinden ve en doğru politik yapılanma içinde olduğundan, oysa batı hiç de göründüğü kadar masum değil!
Dolayısıyla başlığımızın sorusuna yöneldiğimizde doğrudan nedenini açıklamaya koyuluruz. Ya sorumuz ‘batı en iyisi mi?’ şeklinde sorulduğunda iki soru arasında nasıl bir ayrımdan bulunursunuz? Birinci soru derin bir kuşkuyla ve belki de elde belirli kanıtlarla cevaba yönelirken, ikinci sorumuz yani ‘batı en iyisi mi?’ biçiminde formüle edilen soru ise alta yatan asıl nedenleri gizleyerek batının eleştirel olmayan bir yaklaşımına yol açabilir. Soruya ‘Evet’ yahut ‘Hayır’ yanıtlarıyla karşılık verilir ve ondan sonra asıl can alıcı soruya geçilir; yani ‘batının neden en iyisi olmadığına’ dair soruya. Dolayısıyla demeye çalıştığım şey soruların nasıl formüle edildiği aynı zamanda niyetin ne olduğunu açık olarak sunar. L’Aquila Konferansında ‘Batı en iyisi mi?’ panel başlığı altında Batının kaybedilen değerlerinin yeniden nasıl yapılandırılabileceğine ilişkin sonuç oldukça ilginç ve şaşırtıcıydı. Panelin katılımcılarının hepsi çoğunlukla ABD’de ve İngiltere’de ki herhangi bir üniversitede akademinin içinde olan profesörlerden oluşuyordu. Konuştukları dil kaçınılmaz olarak neo-liberal bir dildi ve kapitalizmin radikal (yahut kapitalizmin aşırı) (2) savunucusuydular. Dolayısıyla vardıkları sonuç Batı değerlerinin ancak dini değerler çerçevesinde yahut etrafında yeniden doğru bir biçim kazanacağına ilişkindi. Yani daha açık bir şekilde ifade edersek insanları bir arada tutacak ve içinde bulundukları krizden ya da çıkmazdan çıkaracak şey evrensel bir şey olmalı; mesela dini diğerler gibi. Elbette salonda Batı dışında gelenler varsayılınca herhangi belirli bir dini değerden değil çok genel bir dini yaklaşımdan bahsediyordu. Ancak bu dini değerleri bir çözüm olarak sunan kişinin, muhafazakâr siyasi yanının dışında, Teoloji bölümünde Hristiyan teolojisini veren bir profesör olduğu (Phillip Blond ) (3) göz önünde bulundurulduğunda hangi dini değerlerden bahsettiği daha açık olarak görülecektir. Kongrenin ve aynı panelin bir diğer şaşırtıcı ve belki de daha fazla dikkate değer katılımcısı Michael Ledeendi; ABD güvenlik konseyinin, ABD savunma ve dışişleri bakanlığının eski danışmanı (Bu liste Vikipediyaya baktığımızda uzar). Oturum boyunca Ledeen elbette neo-liberal fikirleri olan, merkezi devlet gücüne ve insan özgürlüğünün merkeziliğine karşı savaşımın iflah olmaz savunucusuydu.
Kongrenin sona ermesi sonrasında verilen akşam yemeğinde tartışmalar devam etti. Yapılan sohbetler, kapitalizmin savunucularının kapitalizmi haklı çıkarmaya çalışan klasik, sıradan argümanlardan biri olan “insanın doğasının” var olan bu sisteme uygun olduğu kanısından öteye geçemedi. Öyle ya insan egoist, bencil bir varlıktı ve sadece bir sistem vardı ki insan doğasına en uygun olan; o da kapitalist sistemdi. Dolayısıyla insanlar bir takım etik değerlerden yoksun oldukları için yoksulluk içinde yaşıyorlardı. Mesela Afrika’da açlık içinde yaşayan ve sonucunda ölen insanlar gibi. İşte bu tartışmaların birine göre çalışma etiğinin eksikliğinden dolayı insanlar Afrika’da sürünüyordu. Çalışma etiğinden yoksundu bu insanlar yoksa birileri doğal kaynaklarına saldırıp üzerinde hegemonya kurmaya ve onları yoksul bırakmaya çalışmıyordu. Daha da ilerisi oralarda artık sömürü yoktu!
Dönüş yolunda kendi kendime ben nereye düştüm diye soruyordum! Diğer yandan da nasıl oldu da kapitalizmi eleştiren içinde Marx dolu olan bir makaleyi kabul ettiler diye merak etmiyor değildim! Gerçekten bu bir rüya mıydı!
(1) Alman radyo istasyonu olan SWR1’de 2006 tarihli bir röportajdan.
http://www.swr.de/swr2/programm/sendungen/wissen/archiv/-/id=660334/nid=660334/did=1805080/lzjg05/index.html
(2) Radikal yahut aşırı belirlenimini yapmamın sebebi bir yandan trajik olmasından bir yandan ironiden diğer yanda da şaşkınlıktan kaynaklanıyor. Bu kadar kapitalist ve neo-liberal yanlısı profesöre rastlamamıştım açıkçası. Ne Türkiye sınırlarında ne de Avrupa! Yani kapitalizm yanlısı tanıdım ama bu kadarını görmemiştim.
Belki de böylesi bir yaklaşımı dafanatizm olarak yani Yasmina Kadra’nın belirlenimiyle bir hastalık olarak değerlendirmek en doğrusu! Aslında hiç de şaşırtıcı olmasa gerek neo-liberalizmin merkezi olan ABD’de böylesi savunucuların çıkması. İşte tam da kapitalizmin teorik yanını besleyenler bu adamlar.
(3)Daha Phillip Blond’un muhafazakâr fikirlerine dair daha fazla bilgi için bakınız:
http://en.wikipedia.org/wiki/Red_Tory
Sevgi Doğan
Scuola Normale Superiore di Pisa’da doktora öğrencisi (İtalya)