Malatya Sürgü’de Alevi meskunlarında şiddetini arttıran davul tokmağının desibel oranı değil bizi kaygılandıran. Endişemiz o tokmağın toplumsal lincin bir aracı olurken aynı zamanda çapının büyüyüp üzerine çiviler çakılması; buna ilaveten Alevi meskunlarının korunaksız ve dayanaksız bırakılmasıdır. İbadethanesini yasakladığın bir topluma, ”dünyanın en görkemli” camilerinin meşruiyetini toplumsal linç ve provakasyon seremonileri eşliğinde anlatamazsınız Mekanlar ve mimari […]
Malatya Sürgü’de Alevi meskunlarında şiddetini arttıran davul tokmağının desibel oranı değil bizi kaygılandıran. Endişemiz o tokmağın toplumsal lincin bir aracı olurken aynı zamanda çapının büyüyüp üzerine çiviler çakılması; buna ilaveten Alevi meskunlarının korunaksız ve dayanaksız bırakılmasıdır. İbadethanesini yasakladığın bir topluma, ”dünyanın en görkemli” camilerinin meşruiyetini toplumsal linç ve provakasyon seremonileri eşliğinde anlatamazsınız
Mekanlar ve mimari tarih boyunca işlevsel özelliklerinin ötesinde sembollerle anlamlara sahip oldular. Aslında başlı başına bir sanat alanı olan mimari, taşıdığı sosyo-kültürel mesaj ve estetik anlayışları doğrudan yansıtmaktadır. Bu yönüyle anlaşılmaz bir durum yok. Oysa mimari, estetize edilme biçimleri ve üsluplarının ötesinde, üstelik bizatihi yaratıldığı estetik bağlamın da dışında daha ”özel” anlamlar da içerdi çoğu kere. Son günlerde tam da böylesi, yani asıl estetik ”gaye”nin ötesine geçen özel bir gayretkeşliğin icrasına şahit olmaktayız. Meseleyi mimari ve estetik bir tartışma olmaktan çıkaran tam da bu çabanın kendisi. Tek tek bakıldığında birbiriyle alakasız gibi duran birçok vak’a (ve bu mimari estetik), güncelin hızı ve karmaşıklığından bir an kafanızı kaldırıp daha serinkanlı baktığımızda bize bambaşka şeyler anlatmakta.
Tartışma geçtiğimiz mayıs ayının sonundaki bir demeçle başlıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Çamlıca Tepesi’nde televizyon vericisinin hemen yanındaki alana İstanbul’un her yerinden gözükecek şekilde dizayn edilecek dev bir camii yapılacağını söyledi. Caminin Çamlıca gibi özel ve doğal bir alanda yapılacak olması, böyle bir toplumsal talep olup olmaması tartışmaları bir yana, mimari açıdan ‘‘İstanbul’un her yerinden görülebilecek” vurgusu özel bir anlam kazanıyor. Haberin detaylarında bu çaba ve isteğin bizzat Başbakanca ”kendini anlatma” çabası olduğu vurgulanıyor. Habere en dikkat çekici tepkilerden birini, yine muhafazakar bir sima olan Zaman Gazetesi yazarı A. Turan Alkan ” Başbakan’ı severim; Çamlıca’yı daha çok severim” başlıklı yazısıyla veriyor. Alkan, hem projenin yapılmak istenen yerine itiraz ediyor hem de projenin ”büyüklük, estetik yoksunluk vb” yönlerini ”görgüsüzlük ve iktidar hırsı” olarak ima ediyor. Ve nihayet, bu proje başladıktan kısa süre sonra, aslında çok daha büyük bir ”anıt sembolü”(?) hizmete sokmuş bulundular. Kamuoyunda ”VİP cami” olarak yankı bulacak (ki cidden böyle bir salonu mevcut) Ataşehir Mimar Sinan Camisiyle tanışıyoruz. Caminin mimari detayları, özellikleri ve estetiği düşündürücü: 10 bin kişilik, neredeyse 40 bin metrekare inşaat alanı olan ve içinde VİP salonu bulunan bir cami!
Gövde gösterisi
Caminin büyüklüğü (aslında son dönemde bu büyüklükte birçok cami yapıldı), haşmeti ve çok amaçlı salonları bir yana VİP salonu üzerinde durmamız gerekmekte. Bilindiği üzere ortodoks İslam geleneği her ne kadar tarihi süreçte hegemonyayla buluşmuş da olsa, en azından söylem ve buna uygun mimari düzeyiyle katı bir sınıfsal hiyerarşi ile buna bağlı toplumsal (elbette mekansal boyutta!) ayrışmayı ekseri reddetti. Öyle ki İslam gelenekleri, tarihi koşullar içerisinde en güçlü iktidar yapılarına sahip oldukları dönemlerde bile (Osmanlı ve Selçuklu gibi) cami mimarisini kendi özgün kültürel zevk ve estetik değeri bir yana ”toplumsal talebi ve ihtiyacı” öncelediler. Dahası, istisnai örnekleri bir yana bırakırsak, cami mimarisi ekseri ”mütevazı, kent dokusunda sırıtmayan ve kent dokusuyla iç içe” yapılar ola geldi. Tekke ve zaviyelerin en aktif olup toplumsal yapıyı belirlediği dönemleri de içine katarsak, İslam toplumu en azından mekansal düzlemde ve cami içinde daima bir arada oldu. Elbette bunda çok kültürlü, mezhepli ve dinli kozmopolit bir toplum olmanın payı vardı.
VİP salonu, metaforik bir ”başkaldırı” gibi, bu açıdan farklı bir anlam kazanıyor. Halihazırda, İslam’ın ortodoks geleneğinin içerisinde yer alan ”kültürel hiyerarşi”nin ötesinde bir şey kuruyor. Geleneğin dini önder ve yapılarına, yazılı metinlerde (Kur’an) ”elçilere” (Muhammed) bile biçilmeyen vasıfları yüklemesi bir yana (Efendi, hocaefendi, sevgili vs), halihazırda mevcut olanı (kültürel hiyerarşi ve disiplin) eskinin o ”haşmetli” iktidarlarının bile cesaret etmediğini yaparak ”VİP” vasfıyla kurumsallaştırıyor! Böylece -en azından- mekansal düzlemde görünür olmayan bir toplumsal ayrışma ve hiyerarşiyi somut bir alana, dinsel mekanlara çekiyor. Bir hırkaya bir posta razı mütevazı gömlek çıkarılıp ”Hilton’da iftarlar” ile gündelik yaşamda görünür kılınan ”ayrışma ve hiyerarşi” biçemleri; VİP salonlar yoluyla ”dini mekanlar”a sirayet ediyor.
İktidar refleksi ve güdüsü
Nedenleri elbette çeşitli. Siyasanın tükenip hududa erdiği yerde koruma güdüsü devreye girer. Hele ki otokratik bir muktedir vasfını göze aldıysan. Tarih boyunca tüm ”iktidar” yapılarında görülen araz devreye girerek kendi gücünü, hukukunu ve merkezini üretip sistemleştirmeye ve bir istikrara kavuşturmaya çalışır. Başlı başına siyasi bir cephe alanı haline gelen ideolojik/kültürel hat, kendini toplumun tüm ”kurumsal” yapılarında görünür kılıp yerleşikleştirmeye çalışır. Bizatihi müttefiki olduğu dinsel gelenekle bile ”cepheleşme” eğilimleri gösteren AKP iktidarı, ”açılım ve çalıştay” söylemlerinden (Aleviler, Kürtler, kadınlar, işçiler vs) ”toplumsal linç” evresine geçmiş durumda. Dün Malatya’da Alevilere linç girişimi, sonra da İstanbul Ayazağa’da Kürt işçilere ırkçı saldırılar ve linç girişimi vak’aları gün geçtikçe otokratik reflekslerin belli bir olgunluğa erdiği; dahası, oldukça tehlikeli bir noktaya yaklaştığını da gösterdi. Bu iki vak’a Selendi’den Romanların kovulması, Alevi kimliğinin meydanlarda yuhalatılması, Kürtlere yönelik sistemli baskılar, kadınlara ve kadın bedenine yönelik gerici politikalar ve her türden toplumsal muhalife yönelik operasyonlarla birlikte düşünüldüğünde iktidar bize bir şeyler fısıldıyor: Hodri meydan!
Dünün mirası
Toplumsal/mekansal ayrışmanın ”görgüsüzlüğü” ile her an galeyana hazır/nazır kalabalık güruhlarının tapışlanıp sırtının sıvazlanması yakın tarihlerdeki bir Yargıtay kararını anlamlandırıyor. Ali Topuz’un ”Alevilik resmen kapatılmıştır” şeklindeki fevkalade teşhisiyle hukuki analizini gösterdiği aşina Yargıtay Hukuku… ”Vesayet bitti” diyenlerin kulakları çınlasın: AKP devleti, eskinin bile yapamadığını taçlandırıyor! Özellikle Alevileri hedef alan ”tekke ve zaviyeler” müktesebatı Aleviliğin mekansal mirasını HALEN aynı inatla hedefe oturturken ortodoks İslam geleneğine sahici bir ”açılım” yapıyor. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı, ”bizi zülfikar çekmeye zorlamayın” derken haklı: Malatya vak’asından mekansal meydan okumaya kadar bu bir SAVAŞ! Henüz cephelere gelmemiş, ama (henüz) iktisadi, kültürel, ideolojik ve sembolik düzeyde ilerleyen bir ”savaş.” Dersim’den Madımak’a iktisadi ve toplumsal linçlerle (kimi zaman pogramlar ve kıyımlar) ilerleyen; hukuki skandallarla(?) meseleyi kuşatan eski ve lan
etli bir miras bu. Cemevinin penceresinin eğikliğinden bile bahane bulup toplumun (devletin) tüm kaynaklarını hegemonik bir ”kütlenin” bekasına harcayan dev bir ”haraç” örgütlenmesidir mevzu bahis olan. Müslüman olmayandan tahsis edilen ekstra vergiler yoluyla hem dinsel hem de iktisadi baskı kurmanın daha sinsi biçimde devamı: Hem vergi al, hem de mülksüzleştir!
Sözün özü
Güç, zenginlik, görkem ve bunun korunması… Bu zaten bilinen bir durumdu. Özeleştiri yapmam gerekirse, bu benim de daha önceki öngörülerimin ötesinde bir gelişme. İktidarın otokratik eğilimlerini henüz bu olayların hiçbiri yaşanmazken teşhis etmeme rağmen bu boyutta ve aleniyette olabileceğini tahmin etmemiştim. Tüm toplumu adım adım felakete sürükleyen bir inatla karşı karşıyayız. Toplumların dinsel mekan talep ve inşa etmesi değildir kaygımız. Sorun, hegemonik bir kesimin, mezhepsel ve kültürel açıdan toplumun diğer kesimlerini baskılarken kendi tasavvur ve gücünü sofu bir inadın ötesinde hırsla inşa etmesidir. Benzetmek gerekirse Malatya Sürgü’de Alevi meskunlarında şiddetini arttıran davul tokmağının desibel oranı değil bizi kaygılandıran. Endişemiz o tokmağın toplumsal lincin bir aracı olurken aynı zamanda çapının büyüyüp üzerine çiviler çakılması; buna ilaveten Alevi meskunlarının korunaksız ve dayanaksız bırakılmasıdır. İbadethanesini yasakladığın bir topluma, ”dünyanın en görkemli” camilerinin meşruiyetini TOPLUMSAL LİNÇ VE PROVAKASYON seremonileri eşliğinde anlatamazsınız. Egemenliğin meydan okuması derken, tam da böylesi bir ”adaletsizlik hissi ve vicdan kanamasını” işaret ediyorduk. Bugün uyuyan bir ”dev” var ve halihazırda olgunluğu takdir edilesi. Peki ya bu kitle de uyanırsa? Türkiye, dahası muhafazakar siyasa böylesi bir manzarayı kaldırabilir mi?
albatross82@hotmail.com