Roboski’de bir annenin ciğerini parçalayan bombada kayıtsızlık, aslında İstanbul’da kot taşlama atölyesindeki işçinin ciğerini de parçalar. Bu acı, günü gelir Antep’e kadar ulaşır Bir Girizgah Denemesi Her cinayet, sanatın katlidir yahut Roboski/Antep’ten sonra yazmak… Yazma işi, malumdur, biraz deliliktir. Yazıyı kurgulay(t)an öz, bir deliye cinayet işleten coşkusal güdüyle aynı gibidir. Tek farkla: Deli(?) yazının öznesini […]
Roboski’de bir annenin ciğerini parçalayan bombada kayıtsızlık, aslında İstanbul’da kot taşlama atölyesindeki işçinin ciğerini de parçalar. Bu acı, günü gelir Antep’e kadar ulaşır
Bir Girizgah Denemesi
Her cinayet, sanatın katlidir yahut Roboski/Antep’ten sonra yazmak…
Yazma işi, malumdur, biraz deliliktir. Yazıyı kurgulay(t)an öz, bir deliye cinayet işleten coşkusal güdüyle aynı gibidir. Tek farkla: Deli(?) yazının öznesini katlederken biz kelimeleri katlederiz. Delilik Erasmus ve Dali’den beri başkaca anlamlara kavuşsa da cinnet hep onun karanlık bir yüzü olageldi. Bu yüzdendir kelimelerle oynayanlar de(a)lileşirken insan hayatıyla oynayanlar canileşti.
Ceninden cinnete mecnunluk halleri
Cenin… Çoklarımız için mağrur bir mülteci kampı birçoklarımız içinse ana rahminde doğumun müjdelenmesi. Sözlüklerdeyse ”esrarlı ve saklı bir şeyin tezahürü” olarak geçer. Benim içinse üçü birden. Sahiden de gizil bir varoluştur doğum. Nasıl olduğu bilinse de nereye varacağı bilinmez. Binlerce değişkenin ve öznenin başrol oynayabileceği ucu açık bir senaryodur. Asla unutmaz. Cephesinde saklanan hiçbir şey havada kalmaz. Mütemadiyen kendini unutturur, farkındalığımız yok olduğundaysa bir anda karşımıza çıkar: Modern bilim buna korteks demiş, bilinçaltı demiş; eskilerse ”ne ekersen onu biçersin”… Cinnetse ceninin cani çocuğudur. Terkisine balçık, nefret, acı, zulüm, kin ve baskı konmuş istenmeyen bir çocuk. Dolayısıyla cenin bir başlangıç ve doğumsa, cinnet bir son ve ölümdür. Hepimizin en azından adını duyduğumuz mecnunsa ceninle cinnet arasında bir tercihtir. Tercihten öte sonu belirleyen estetik bir üsluptur: Başta da dediğimiz gibi ”dali-lik” ve ”deli-lik” arasında ince bir fark. Dali’nin de deliye özendiği vakıadır; ama bilinen yalnızca dali olduğu…
“Kadınlarınız sizin için bir tarladır.”[Bakara, 223]
Mevzuya sert bir giriş olacak, ama meseleyi en iyi anlatan yine mitik(mistik) metinlerdir. Mü’mine sorarsan, bu ayet ”tarlanın verimliliği ve önemi”ne atfen mecazi bir yüklemedir. İyi ama ”gerçek” bize onu mu söylüyor, işte bir haber:
”Bir soru önergesi üzerine Adalet Bakanı kadın cinayetlerinin 2002’den, 2009’a kadar yüzde 1400 oranında arttığını ve 2002’de 66 kadın öldürülürken, bu sayının 2009’un ilk 7 ayında 953’e ulaştığını açıkladı.”. Bakın Eskişehir Barosu Kadın Komisyonu Başkanı aynı haberde ne diyor: ”Kadın cinayetlerini namus cinayeti olarak kanıksayan bu toplumsal zihniyet, kadını kendi ölümüne davet çıkaran olarak görmektedir.” 2002’den bugüne kadın örgütleri -ki o da kayda geçen- 5000’inin üzerinde cinayet vak’ası olduğunu belirtiyor. Peki bu baro başkanı haksız mıdır? 13 yaşındaki çocuğa örgütlü tecavüzde dahi ”rıza kriteri” arayan bir zihniyet, o ”tarla”yı kutsi ve velut bir şey olarak mı yoksa fetih ve zabtolunması meşru bir nesne olarak mı görmekte? Zor bir soru olacak ama şunu soralım: Kocasını başka kadınla birlikte olduğu için hem aldatan hem de öldüren bir kadına ”tahrik indirimi” uygulandığı hukuk tarihinde görülmüş müdür? Dahası, velev ki tarla bu denli ”kutsal” bir şey; hukuk sisteminin onu korumak için daha pozitif davranması gerekmez mi? Mistik inanç velev ki bu denli ”önem” atfediyorsa tarlaya, namus cinayetlerine hem hukuki hem de toplumsal meşruiyet atfeden bu anlayış neyin nesi o zaman?
Kut inancı ve egemenliğin uhreviyatı
Eski Türk boyları, tarihteki diğer tüm kapitalizm öncesi imparatorluklar gibi egemenliği tanrısal bir güce (ve elbette soya) bağlamışlar, buna da ”kut” demişlerdi. Büyük Türk büyüğümüz meşhur adalet(?) bakanı M. E. Bozkurt meseleyi şöyle özetler: “Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost, düşman ve bu dağlar hakikati böyle bilsin”. Netekim bildiler de. Bizzat Başbakan’ın itiraflarıyla tasdik edildi ki çoluk çocuk, genç yaşlı demeden 14 bin sivil Dersim’de öldürüldü. Geleneğin içinden doğan cenin (Türkiye Cumhuriyeti) işte bu mayayla yoğrulunca 2012 Türkiye’sinde şu ah’lı vah’lı hallere şaşırmamak gerekiyor: ”Suriye’de PYD kurtarılmış bölgeler ilan etmiş, eyvah!” Bir zamanlar ”peşmerge”ye besledikleri kibir ve öfkeli gurur medyalama ile birlikte Suriye Kürtlerine yöneldi. Evet, ortada bir sorun var görünüyor. Ama bu sorunun ”kürtler” olduğundan emin değiliz.
Çocuk mahkumlar ve nefret
Sadece taş atan çocuk değiller: ”Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna çocuklar daha çok doktor, mühendis, öğretmen, manken, oyuncu, şarkıcı vs. gibi cevaplar verir. Ama Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu olarak Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında yargılanan bir çocuk “Büyüyünce beslediğim kin, intikam ve nefret duygularını pratiğe dökeceğim” demiş. İnanması zor ama bu bir grup doktorun Diyarbakır Cezaevi’nde uyguladıkları testlere verilen yanıtlardan en ürkütücüsü. Yalnızca Diyarbakır’daki bir örnek bu. Peki ya Pozantı’da cinsel şiddet dahil her türlü aşağılamaya uğrayanların hissiyatı ve daha yüzlercesi? Peki ya o çocukların abileri, kardeşleri, akrabaları?
Modern çalışma kampları: Yeniçağın serfleri
Vakayı adiye: ”Köylerinden kalkıp gittikleri İstanbul’da orada-burada geceyi geçirip gündüzleri de havalandırması bile olmayan kot taşlama atölyelerinde, çok değil altı ay ile iki yıl arasında sigortasız çalıştıktan sonra ölmek için memleketlerine dönüyorlar. İşte 350 haneli Bingöl’ün Karlıova Taşlıçay Köyü, bu yerlerden sadece biri. Köyde her evde neredeyse ölümü bekleyen bir Silikozis hastası yaşıyor.” Gençlerde %30’dan fazla işsizlik, %40’tan fazla kayıt dışılık, alabildiğine esneklik, kuralsızlık ve örgütsüzlük… Köylerinden gayrıresmi ”kovulan” bu insanlara ve daha nicelerine ”seçim şansın var, sen de bir şirkette ceo olabilirsin” denebilir elbette. En basit hak taleplerinde tepelerine binen polis ve patron çetelerine rağmen haklarını hukuki yollardan arayabileceği de… Sırtlarına inen cop ve organik gazlar ile maruz bırakıldıkları yaşamın ”şiddet olmadığı” da söylenebilir. Ta ki köleler silahlanana değin: ”Güney Afrika polisi sözcüsü Riah Phiyega, bugün yaptığı açıklamada, Johannesburg şehrinin 70 kilometre kuzeybatısındaki Marikana’daki madende dün silahlı göstericilerin polise saldırdığını öne sürdü. Polis sözcüsü, bunun üzerine polisin de kendisini savunmak için göstericilere ateş açtığını söyledi.”
Karikatürize öfke nöbetleri
Hakkari’ye yaptığı ziyaret acıklı bir biçimde son bulan İçişleri Bakanı şöyle diyordu: “Ankara’da İstanbul’da oturmuş köşesine, almış kalemini eline içiyorsa purosu, içiyorsa içeceğiyle beraber gökyüzünün derinliklerine, denizin maviliklerine, ağacın, bahçelerin yeşilliklerine karşı bakarak yazı yazanlar, fikir üretenler, büyük ulema, büyük mütefekkir grubu. Allah aşkına siz nered
e askerlik yaptınız? Korkutuluyorsanız haber verin sizin de güvenliğinizi bugün olduğu gibi biz sağlamaya hazırız. Senin, benim Kürt kardeşlerimle aramı açmak gibi bir misyonun mu var? Yine söylüyorum var mı diyeceğin? Önce bunu bir ayıralım. Kardeşlerim bir tarafta, militanlar öteki taraftadır. Bunu kimsenin karıştırmaya ve benim sözlerimi oraya püskürtmeye yeltenmesin hakkı yoktur. Ağzına tıkarım o yazıları senin.” Çok değil 4 yıl önce, böyle bir ziyarette belki omuzlarda taşınabilecek bir bakan, kameralara tüm çıplaklığıyla yansıyan acıklı bir sahnede tam teçhizatlı kolluk güçlerinin güç bela nezaretiyle güvene alınıyordu.
Soru(n) şu: İçişleri Bakanı görevindeki güçlü bir zatın (ve tabi Başbakan da dahil) meslekleri sormak, eleştirmek ve yermek olan gazetecilerle böyle muhatap olmasına mı yanalım yoksa Türkiye’nin küçük bir kentinden apar topar kaçırılmasına mı?
Bir de nihayet denemesi
Heybene ne koyarsan sofranda onu yersin…
Başlangıç cenin, serüvenin türü ”gizil” olunca nihayette tezahür edecek şey belirsiz kalıyor(mu)? Pek değil. Tecrübe artı şüpheci aklımız, muhtemel senaryoyu bize anlatabilir. O tecrübe insanlık tarihinden sözlü kültüre değin her yerde mevcut. Tecrübe mevcut da bunu idrak edecek akıl mevcut mudur o şüpheli. Tecrübenin tarihinden süzülen gönül ehli olmak da böylesi bir yeteneği gerektirir. Hani, meydanlarda iki tane Ehmede Hani okumak gibi değil. Anlamayanlar Gülyazılı acılı analara bakabilir: ‘”Yaralı bir askerin başını, yardım gelene kadar dizime koydum. Yerde yaşamını yitiren askerleri görünce oğlum aklıma geldi. Yaralı asker, ‘anne’ diye bağırınca, ben de elini tutup başını da dizime koydum, yardım gelinceye kadar”… Buna da ”mecnun olmak” denir. Antep’teki caniliği kim yaptı bilinmez (şimdilik) ve aslında fark etmez de. Anlatmak zorundayız, dilimiz döndüğünce anlatmak. Zorlansak da, yazmak utanç verse de anlatmak… Bir ceninden bir katil yaratan bu nefret iklimi değişmek zorunda. Bir işçinin, bir kadının, bir çocuğunun, bir köylünün, bir öğrencinin; hasılı onlarca, yüzlerce ve binlerce ötekinin derdini, mesuliyetini, ahvalini anlamak ve anlatmak zorundayız.
Hülasa, gizil sandığımız şey reaksiyonel bir tepkimeden ibarettir: Roboski’de bir annenin ciğerini parçalayan bomba(y)da kayıtsızlık, aslında İstanbul’da kot taşlama atölyesindeki işçinin ciğerini de parçalar. Bu acı, günü gelir Antep’e kadar ulaşır. Biliyoruz, oldukça zor. Hele böyle an’larda. Ama ”barış istemek” zaten başlı başına mecnunluk değil midir? Hele hele bunu Roboski’li analar yapabiliyorken…
albatross82@hotmail.com