Şöyle bir hafızamızı yoklayalım biraz. Hangi olumsuzluğun “zede”si olmamışız ki! Savaş çıkar, birileri kendi çocuklarını yurtdışına gönderip, onların güven içinde olduklarına emin olduktan sonra, her türlü pis ilişkiye girer, savaştan ganimetler elde eder; biz ise yerimizden yurdumuzdan, sağlığımızdan, evlatlarımızdan, canımızdan oluruz. Onlar SAVAŞZADE olurlarken bizlerse SAVAŞZEDE oluruz. Teoride ve pratikte ülkemizin bir deprem bölgesi olduğunun […]
Şöyle bir hafızamızı yoklayalım biraz. Hangi olumsuzluğun “zede”si olmamışız ki! Savaş çıkar, birileri kendi çocuklarını yurtdışına gönderip, onların güven içinde olduklarına emin olduktan sonra, her türlü pis ilişkiye girer, savaştan ganimetler elde eder; biz ise yerimizden yurdumuzdan, sağlığımızdan, evlatlarımızdan, canımızdan oluruz. Onlar SAVAŞZADE olurlarken bizlerse SAVAŞZEDE oluruz.
Teoride ve pratikte ülkemizin bir deprem bölgesi olduğunun bilinmesine rağmen, zenginliklerine zenginlik katmak için demirinden, çimentosundan hatta kumundan çalınmış evler yapar, onları bize satar, en ufak bir sallantıda tuzla buz olur ve bizler ise göçük altında kalırız. Bu yıkılan evler onlar için yeni ihaleler anlamına gelip DEPREMZADE olurlarken; bizler ise yardıma muhtaç, yaralarının sarılması, elinden tutulması gereken DEPREMZEDELER oluruz.
Onlar havaların sarı sıcak olduğu bir zamanda bile Suriye’den gelme ihtimalleri olanlara dahi konteynır kentler kurarlarken; bizler Van’ın o soğuk kışında bile çadırlara mahkum edilir, mahkum olduğumuz çadırlar en ufak bir kıvılcımda içindeki çocuklarımızla birlikte yanar, kül olur, depremden kurtardığımız canlarımızı o çadırlara kurban verir ÇADIRZEDE oluruz.
Onlar çocuklarını Avrupalara, Amerikalara gönderip bedelli askerlik yaptırırlarken; bizler vatani görevlerini yerine getirsinler diye çocuklarımızı Asker Ocağına emanet ederiz. Çocuğumuzu emanet ettiğimiz asker ocağında kendini bilmez bir teğmen çıkar, el bombasının pimini çeker, çocuğumuzun eline verir, terhis olmasına 25 gün kala, bütün yalvarmalarına rağmen oralı olmaz, cehennem azabı çektire çektire çocuğumuzun ve üç arkadaşının ölümüne sebep olur, TEĞMENZEDE oluruz.
Onlar çocuk istismarcılarına bile olumlu raporlar verirlerken; kanserle, veremle ve daha ismini bile bilmediğimiz birçok hastalıkla ölüm döşeğine düştüğümüzde biz mahpushanelerde, “hapishanede tedavi olabilirler” diye raporlar verir ADLİTIPZEDE oluruz.
Onlar çocuklarını yurtdışlarında okutur, daha okul bitmeden onlara şirketler kurar, “gemicik”ler alıp HÜKÜMETZADE olurlarken; bizler bin bir zorlukla kazandığımız okulumuzu bin bir zorlukla bitirir ama her nedense atanmaz, işsiz kalır HÜKÜMETZEDE oluruz.
Onlar emirlerindeki bürokratları mahkeme kapılarından sokmamak için bir gecede özel kanunlar çıkarırken; bizler “parasız eğitim istiyoruz” diye bir pankart açtığımız için sekiz buçuk yıllık hapisle cezalandırılır, MAHKEMEZEDE oluruz. Bu liste uzayıp gider elbette.
Lakin bugün akla hayale gelmeyecek bir “zedelik”le daha tanıştık maalesef. Malumunuz, Devlet “çok kazan hep kazan” anlayışıyla yönetilince ve çok kazandıran sektörlerin başında bulunan inşaat müteahhitliğini çok sevince, bulduğu her boş alanda bina dikmeye başladı. Bu boş alanın bir dağın yamacı, tarıma elverişli bir ova ya da bir dere yatağının olması fark etmez onun için. Barınmanın büyük bir sorun olduğu ülkemizde her yerin, her ölçekteki binanın bir alıcısı mutlak vardır ne de olsa. Hatta bu sektörle o kadar içli dışlı oldular ki bir gecede çıkardıkları Afet Dönüşüm Yasasıyla gözünü bizim şehirlerdeki evlerimize de dikmiş durumdalar yazık ki. İşte Samsun’da dere yataklarına kurdukları, alt yapıdan yoksun evlerden yükselen feryatlar bir gerçeğin bir kez daha su yüzüne çıkmasına vesile oldu. “Zade” olmayı başaramamış biz yoksullar hep “zede” olmaya mahkûmmuşuz meğerki. Bizi depremlerden korumak için güya yapılan evlere su girmiş ve dokuz canımızı koparmıştı bizden. Her şehirde kurulan ve toplama kamplarını andıran tek düzen evlerden satın aldık diye kendimizi şanslı bile hissederken, bir yağmur yağar; sağlam ve güvenli bildiğimiz evlerimizi su basar; altısı çocuk olmak üzere dokuz canımızı yüreğimizden koparır gider TOKİZEDE oluruz. Kayıp olan dört kişi de cabası işin. Bu afet mafet değil, düpedüz cinayettir aslında. Ama kimin umurunda?
Ve işin ilginç yanı devlet bu olayda da hatasını kabul edip özür dilemeye pek yanaşmaz. İhmali olmadığını hatta “bilime ve fenne uygun” yaptıkları bu evler sayesinde “daha fazla kişinin ölmesinin önünü kestiklerini” iddia edecek kadar savunurlar hatalarını. Devlet yönetimlerinde “ben hata yaptım” diyen bir yöneticiye rast gelen var mı ki sanki bu ülkede. Sıfır hatayla idare ediyorlar memleketi mübarek. Her daim “hata ya ölenlerdedir ya da doğada.” Ee, biraz da kaderde. Ne de olsa Müslümanlık var serde. Allah’tan yerin altındaki o bodrum katları satın alanlar suçlanmadı bu sefer de. Ama ben söyleyeyim “suçun büyüğü maalesef ki yine bizde.” Her olumsuzluğun “zede”si olmuş bizler, yaşadığımız olumsuzlukların “zade”si konumunda bulunanlardan medet ummaya devam ettikçe ve el ele verip zengin sevici bu düzeni değiştirmek için çaba sarf etmedikçe daha çok “zede” olur çok can veririz maalesef ki. Bu böyle biline.