Türkiye solunun hala çok yönlü bir Laiklik tartışmasına girmekten kaçınması, tek tek olaylar üzerinden bir tepkiyi yönlendirmeye çalışması da bu ülkede bundan sonra yaşanacak olaylarda bizim sorumluluğumuzun bulunmasını kaçınılmaz hale getiriyor Artık ‘Efes’ kısmını yitirmiş One Love Festival’de olup bitenler, egemen medyanın da olaya yer vermesiyle, kamuoyunda oldukça yer buldu. Festivalde yaşananların trajikliği bir yana, […]
Türkiye solunun hala çok yönlü bir Laiklik tartışmasına girmekten kaçınması, tek tek olaylar üzerinden bir tepkiyi yönlendirmeye çalışması da bu ülkede bundan sonra yaşanacak olaylarda bizim sorumluluğumuzun bulunmasını kaçınılmaz hale getiriyor
Artık ‘Efes’ kısmını yitirmiş One Love Festival’de olup bitenler, egemen medyanın da olaya yer vermesiyle, kamuoyunda oldukça yer buldu. Festivalde yaşananların trajikliği bir yana, olayın yansıtılma şekli, bu trajediyi adeta bir kara komediye dönüştürdü. Toplumsal hafızamızın ne denli zayıf olduğunu ve olayları bütünlüklü değerlendirme yetimizin ne kadar sınırlı olduğunu bu vak’a üzerinden bir kez daha görme şansına sahip olduk.
Benim gözlemlediğim ve acı bir tebessümle karşıladığım, festivalde katılımcı olarak bulunmuş ya da yaşananlardan ötürü olayı kaleme alma ihtiyacı duyan kimi köşe yazarlarının şaşkınlık dolu ifadeleriydi. Bir müzik festivaline yönelik karalama kampanyaları düzenlemek ve daha da ileri gidip, festivalin ilk günü bir saldırı girişimi gerçekleştirmek, elbette şaşkınlık verici, dehşete düşürücü bir durumdur. Ancak bu olaylar karşısında duyulan şaşkınlığı ve öfkeyi biricikleştirip, öncesini görmeden, sonrasını sorgulamadan, bu kareyi fotoğrafın tamamından soyutlamak, feryadınızın karşılık bulmamasına şaşırmak, en iyi tabirle safdilliktir. Yazının devamında değineceğim üzere, mevzu bahis köşe yazarlarının ve onların ideolojilerini paylaşan güruhun, bu yola giden taşları nasıl döşedikleri düşünüldüğünde, saflık tabirinin de hafif kalacağı görülecek ve bazı hatırlatmaları yapmak elzem hale gelecektir.
Yaklaşık üç yıl önce, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Ankara Bahçelievler’de bulunan 7. Cadde’de içki satışının yasaklanması için, referanduma gidilebileceğine dair bir tartışma başlatmıştı. İçki içmenin, temel hak ve özgürlükler arasında yer alması, bu yüzden de referandumda oylanamayacağı üzerinden gelişen tepkiler, bu eylemi frenledi ve geri adım attırdı. Ancak Türkiye’nin en büyük kentlerinden Ankara’da hayata geçmeyen bu uygulamanın ardındaki söylem, Afyon ve Kütahya’da içkinin yasaklanmasında belirleyici oldu. 21. yüzyılda iki ilde içki satışının ve tüketiminin yasaklanması gibi irrasyonel bir durum, medyada One Love Festival kadar yer bulamadı ve bir hafta geçmeden gazete manşetlerinden düştü. Kütahya ya da Afyon yaşamadığımız yerler olduğu için mi, yoksa “halk bunu istiyor” söylemini içselleştirdiğimiz için mi bilinmez, One Love Festival için edilen sözler, bu illerde yaşanan baskıcı uygulamalar için sarf edilmedi.
Melih Gökçek’in söz konusu yasağı gündeme getirirken sığındığı ve Kütahya ile Afyon’daki yasakların önünü açan söylem neydi? Tahmin etmesi güç olmasa gerek. Günümüz Türkiyesi’nde tüm zorbalıkların ve hak gasplarının kılıfı haline gelmiş “demokrasi” iddiası, burada da kendini gösteriyordu. Melih Gökçek, 10 Eylül 2009 tarihinde Milliyet Gazetesi’ne verdiği demeçte, içki referandumunun “demokratik bir açılım” olduğunu savlamaktaydı. İçkinin bölgede yaşayan vatandaşlarca “rahatsız edici unsur” olarak görüldüğü, güvenliği kısıtladığı, yaşayanların huzurunu bozduğu; dolayısıyla orada yaşayan çoğunluğun talebi doğrultusunda yasaklanmasının ” demokratik” bir uygulama olacağından bahsedilmekteydi.
“Halk bunu istiyor” yönetenlerin diline pelesenk olmuş bir kavram. Örneğin televizyon programlarındaki niteliksizliği eleştirmeye çalıştığınız anda, medya patronlarının ağzından da bu cevabı duyarsınız. Kitlelerin bir şeyi nasıl talep eder hale geldiği, rızanın nasıl üretildiği tartışılmaksızın öne sürülen bu yalan, demokrasi kavramını şekillendirmek için de sıkça başvurulan bir kapı görevi görüyor. AKP iktidarı, hem kendi iktidarını pekiştirmek, hem de anti-demokratik bir çok uygulamasını meşrulaştırmak amacıyla “halkın istekleri” kozunu oynadı, hala da oynamakta. Bu istekler arasında yer alan “güvenlik, huzur, istikrar, özel yaşama saygı, inanç özgürlüğü” gibi üzerinde doğru düzgün durulmayan muğlak kavramların, muhafazakar ve neo-liberal politikaların eyleme geçirilmesinde ne kadar etkili olduğuna yıllardır şahit oluyoruz. Linçler ve ırkçı-şoven bir çok eylem, “sivil tepki” adı altında sunulmaya devam ediyor.
İşte bu noktada, son yıllarda Türkiye siyasi iklimini belirlemede iddia sahibi olan- ne yazık ki etkisini Türkiye soluna da sızdırmış- ve muhafazakarlarla el ele yürüttükleri riskli ortaklığın pervasız girişimcileri liberallerin, bu tablodaki paylarını ölçmek gerekiyor.
Post-modern çokkültürlülük söyleminin savunucusu olan bu güruhun, mahalle baskısı, yeni muhafazakarlık vb. tartışmalarda öne sürdükleri kavramların saygı ve hoşgörü olduğunu biliyoruz. Muhafazakarlığın, toplumsal hayatı baskılayan her türlü edimi karşısında, muhafazakar saldırganlığı görmezden gelerek, adeta Medeniyetler İttifakı projesinin sözcülüğünü yaparcasına “karşılıklı sağduyu”ya çağıran liberaller, bu koşulla, farklılıkların bir arada bulunabileceğini söylüyorlardı. Elbette tartışmalar büyüdükçe, söylemin alt metni kendini açık etmeye başladı. Sınıf kavramından özellikle kaçınan ve toplumu “marjinal elitler” ve “halk” arasında bölen liberal zihniyet, elitlerin zaten halktan uzak olduğunu, elit kesimin kendi isteklerini neden halka dayattığını anlayamadığını söyleyerek yakınmaktaydı.
Bunun en somut örneklerinden birisini, Tophane’de bir sanat galerisi benzer türde gerici bir saldırıya maruz kaldığında gördük. Tarlabaşı, Sulukule gibi yerleşim birimlerinde yaşanan kentsel dönüşüm talanına ses çıkartmayanlar,Tophane’de yaşananları “soylulaştırma”nın doğal bir sonucu olarak okumaktaydılar. Bu nasıl bir soylulaştırma mağduriyetiydi ki, kiracı konumundaki galeriler, bizzat mülk sahiplerince taşlanıyordu. Eski bir gayrimüslüm yerleşim birimi olan Tophane’nin bir muhit olarak nasıl Sunni-Türk hale getirildiğinden ya da aynı muhitin 2007-2008 1 Mayıslarında nasıl olaylara tanık olduğundan bahsetmeye bilmem gerek var mı?
Tophane olaylarını “soylulaştırma” bağlamında değerlendirenler, sanat elitinin, oradaki halkın düzenini bozup, huzurunu kaçırdığı iddiasındaydılar. Olayın ardındaki büyük rant kavgası, cemaatin o bölgeye dair çalışmaları hasıraltı ediliyor, hazır alkol ve müstehcen sanat gibi kaygan bir zemin bulunmuşken, liberaller olabilecek en popülist söylemlerle buraya yükleniyorlardı. Bu liberal koroya bir çok solcunun da soylulaştırma kavramının yanlış kullanımıyla destek verdiğini not düşmek zorundayız.
Nagehan Alçı gibi pervasızca konuşmaktan imtina etmeyen isimler, halkın yaşayabileceği ve buna mukabil marjinal elitlerin yaşayabileceği semtleri saydırmaya kadar vardırdılar işi. Buradaki ön kabulün, içki içen ya da sanatla ilgilenen kesimin yalnızca “elitler” olduğundan beslendiğini görmek mümkün. En basit istatistiki verilerin dahi çürütebileceği, ama ne hikmetse, ülkemizde sosyolojik analiz değeri bulan bu saptamalar sonucu, Nagehan Alçı başta olmak üzere bir takım yazar-çizer, Eyüp ve Fatih’te halkın ne denli mutlu yaşadığından, bunun yanında Taksim’de de laik-marjinal-elit kesimin (bir sosyolojik tanımlama daha!) ne kadar rahat olduğundan dem vurdular.
Oysa Efes One Love’da Eyüp’ün mutluluğunu, masa-sandalye uygulaması ya da Galata Kuşatması gibi uygulamalarda da “diğerleri”nin ne denli mutlu olduğu su yüzüne çıktı. Aslında amiyane tabirle, “zurnanın zırt dediği yer” tam da burasıydı. Marjinal-elit
olarak adlandırılan kesim, Galata Kulesi’ne içki yasağının gelmesinde öncü rol oynadı. Zira Kuledibi, tinercisinden çöp toplayıcısına, öğrencisinden çalışanına hiç de elit kümesine sığdıramayacağımız bir çok insanın beraber alkol tükettiği, zaman geçirdiği, şarkı söylediği bir yerdi. Şimdi polis barikatıyla “güvenli” hale getirildi.
Bu örnekler, liberal-muhafazakar ortaklığının yaşam alanlarımızda ve gündelik hayatımızda yarattığı tahribatı açıklamak için yeterli olmuştur diye düşünüyorum. AKP muhafazakarlığının, özellikle de iktidarın iç politikada sıkıştığı her noktada hayatlarımızı sınırlandıran yeni bir uygulamayla nasıl palazlandığını en son kürtaj tartışmalarında yaşadık. Ve bugüne dek çıkmayan seslerin, bir tehdidi ilk kez kendi bedeninde hissetmesiyle, cılız olarak yükselmeye başladığına şahit olduk. Oysa kürtaj tartışması gündeme gelene dek, AKP ve müttefikleri, artan kadın cinayetleri, taciz ve tecavüz vakaları karşısında ahlakı ve aile kavramını yüceltmeye, yaşanan tüm toplumsal sorunları milli kültürdeki dejenerasyona, yeterince imanlı olmamaya bağlıyor, yine bu kavramlar çerçevesinde, ateistleri, aksırıp tıksırana dek içenleri, toplumsal olayların faili ilan ediyordu. One Love Festival ile ilgili verilen tepkiler de kah içeriksizliği, kah bütünlük sahibi olmaktan peyderpey uzak oluşu, kah eleştiri getiren kimi kesimlerin geçmişteki eylem ve söylemleriyle çelişmesinden kaynaklı büyük bir samimiyetsizlik taşıdığı gibi, ne yazık ki yapıcı bir etki de taşımıyor. Geç de olsa verilen tepki önemlidir elbette, ama bugün ses çıkartan bazı kişilerin ya da yayın politikasında bu olayları eleştirmekten çekinmeyen medya kurumlarının, bu yolu açan olaylardaki sessizliği, hala büyük bir eleştiriyi hak ediyor. Çuvaldızı kendimize batıracak olursak, Türkiye solunun hala çok yönlü bir Laiklik tartışmasına girmekten kaçınması, tek tek olaylar üzerinden bir tepkiyi yönlendirmeye çalışması da bu ülkede bundan sonra yaşanacak olaylarda bizim sorumluluğumuzun bulunmasını kaçınılmaz hale getiriyor.