“Her türlü iyi niyet, iyi komşuluk prensiplerine aykırı olan bu saldırgan eylemin uluslararası hukukun açık ve vahim bir ihlalini teşkil ettiği…” Bu tanım Suriye Dışişleri Bakanı’na ait değil, Türk savaş uçağının düşürülmesi sonrasında bizzat AKP’nin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun sarfettiği sözler. Oysa Suriye Dışişleri Bakanı da, AKP hükümetinin yaklaşık 16 aydır sürdürdüğü Suriye politikasına ilişkin bu […]
“Her türlü iyi niyet, iyi komşuluk prensiplerine aykırı olan bu saldırgan eylemin uluslararası hukukun açık ve vahim bir ihlalini teşkil ettiği…” Bu tanım Suriye Dışişleri Bakanı’na ait değil, Türk savaş uçağının düşürülmesi sonrasında bizzat AKP’nin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun sarfettiği sözler. Oysa Suriye Dışişleri Bakanı da, AKP hükümetinin yaklaşık 16 aydır sürdürdüğü Suriye politikasına ilişkin bu tanımı rahatlıkla kullanabilirdi.
Yaklaşık 16 ay öncesine kadar Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat ile can ciğer kuzu sarması olan Tayyip Erdoğan hükümeti (vizelerin kaldırılması, ortak bakanlar kurulu toplantısı, aile ziyaretleri), ne olduysa (!) birdenbire Esat’a düşman oldu. Olan şey belli idi aslında, AKP hükümeti, Mısır, Tunus ve Libya’da geç kaldıkları için kayıp yaşadıkları düşüncesiyle bu kez elini çabuk tutmak istedi. Ve hızla ABD’nin Suriye politikalarının doğrudan taşeronu olmanın kendileri için büyük maddi çıkarlar sağlayacağı hesabı yaptı. (ABD’nin Suriye tezgahının kuşkusuz en önemli nedeni İran, çünkü Suriye’nin düşürülmesi, Lübnan Hizbullah’ının saf dışı edilmesi anlamına geldiği gibi İran’ın bölgedeki en önemli müttefikinin de ortadan kaldırılmasına yol açacak. Bununla birlikte Rusya da Ortadoğu’da önemli bir darbe alacak. 2008’de Rusya ve Suriye, Suriye’nin Tartus Limanı’nda Rusya’nın askeri bir deniz üssü açması konusunda anlaşmıştı. Ve 2010’da bu deniz üssü -ki Rusya’nın kendi toprakları dışındaki tek askeri deniz üssü- faaliyete geçti. Bunun karşılığında da Suriye gelişmiş hava savunma sistemleri aldı.)
O günden beri de Suriye üzerine oynanan bütün kirli oyunların aktörü olmaya başladılar. Ortada sığınmacı yokken sığınmacı kampı kurup sığınmacı bulmaya kalktılar. BM’ye göre sınırdan 50 km içerde olması gereken kampı sınırın bitişiğine kurdular. Her türden sözde muhaliften medet umdular; onları beş yıldızlı otellerde ağırladılar; ne için kullanılacağını önemsemeden silah sevkiyatına giriştiler vs. vs.
En son bir Suudi Bakanın açıklamalarından öğrenildi ki Esat karşıtı ordunun oluşturulması için maaşlı askerler tutulmaya başlanmış, bu askerlerin maaşlarını Suudi Arabistan ve Katar verecekmiş, Türkiye ise eğitimi ve silahları sağlayacakmış. Bu haberin gazetelere düştüğü günlerde bir başka haber daha yer aldı basında. Turgut Özal’ın Suudi Kralına 28 yıl önce sattığı Boğaz’daki Sevda Tepesine İstanbul Büyükşehir Belediyesi (mağduriyetin giderilmesi amacıyla) imar izni verdi. Şehircilik Bakanı Bayraktar, imar iznine karşılık Suudilerden 10 milyar dolar hibe alındığını açıklıyordu. Ancak bu paranın resmi olarak nereye ödendiği bir türlü açıklanmadı.
Ve en sonunda (şimdilik) bir savaş uçağının Suriye’ye gönderilmesi ve Suriye’nin de bu uçağı düşürmesi olayı yaşandı. Savaş uçağının gönderilmesine ilişkin gerçek ve mantıklı nedenler açıklanamadı.
AKP hükümeti tüm bunları yaparken Tayyip sürekli Esat rejiminin despotluğundan dem vurup gerçek amaçlarının Suriye halkına özgürlük ve demokrasi sağlamak olduğunu söylüyor. Buna kendisinin bile inanmadığını, bunun koca bir yalan olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bu işe birlikte giriştikleri partnerleri Suudi Arabistan ve Katar, en az Esat rejimi kadar insan hakları, demokrasi ve özgürlük düşmanı oldukları tescillenmiş ülkeler. ABD’nin de bir numaralı tescilli insan hakları, demokrasi ve özgürlük düşmanı olduğu zaten aşikar.
Sonuç 1: Tayyip yalan söylüyor. AKP’nin gerçek amacı ABD taşeronluğu yaparak kendi iktidarını devam ettirmek ve kendisine ve yandaşlarına daha çok maddi çıkar sağlayacağı pazarlar edinmektir.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bilindiği gibi AKP’nin akademisyen kadrolarından. Vizyon sahibi değil ama misyon sahibi. Dışişlerinde saha görevi yapmayan, hatta Batı’da hiç çalışmamış, Malezya Üniversitesi’nde kariyer unvanı almış biri. (Aslında AKP için yaptığı en iyi şey Abdullah Gül’e rektör ve YÖK üyesi atamalarında akıl vermek. Son iki YÖK başkanını da o önermiş Gül’e.)
Dışişleri Bakanı olduktan sonra hiçbir başarısı yok Davutoğlu’nun. Ne Ermenistan, ne Kıbrıs ne de Yunanistan konularında bir ilerleme (!) sağlayabildi. Avrupa zaten ona bağlı değil, Egemen Bağış gibi bir vince bağlı. (Bağış’ın yaptığı esprilerden biri; “geçenlerde bir kamyon kullandım, Leonardo da Vinci”) “Komşularla sıfır sorun”, “komşularla çok sorun oldu”. (Böyle bir adamla savaş nasıl yönetilir, o da AKP’nin ayrı bir sorunudur!?)
Tayyip’in Menderes’ten ve Özal’dan devralıp Osmanlı sosuna buladığı dış politika çizgisi tarihsel ucubeliğini devam ettirmektedir. Birkaç örnek: Menderes hükümeti, 1955’te Ürdün hükümetine, Bağdat Paktı’na katılmaması halinde (hiçbir zaman katılmadı) Ürdün’e karşı İsrail’in yanında savaşabileceğini deklere etti. Yine 1955’te Menderes hükümeti, Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada Cezayir’in bağımsızlığına karşı oy kullandı. Yani Cezayir’in Fransa’ya karşı yaptığı ulusal kurtuluş savaşını tanımadı. Yine Menderes hükümeti, 1957’de solcuların Şam’da iktidarı ele geçirme belirtileri ortaya çıkınca, tek taraflı olarak Suriye’yi işgal etmekle tehdit etti. 1958’de devrilen monarşinin Irak’ta yeniden ayağa kaldırılması için Batı’ya askeri müdahale çağrısı yaptı. Kore’ye Amerikan çıkarları için asker gönderdiğini eklemeye gerek var mı ya da Özal’ın körfez savaşı için canhıraş çalıştığını, “bir koyup üç almak için” yırtındığını hatırlamayan çıkar mı?
Sonuç 2: AKP’nin devraldığı dışişleri misyonu klasik sağcı iktidarların emperyalizm taşeronluğu misyonudur. Ve bu ülkenin halklarının çıkarına hizmet etmemektedir. Derhal bu dış politika ucubelerine bir son verilmeli.
Uçağın düşürülmesinden sonra AKP hükümetinin biçare kaldığına tanık olduk, uzunca bir süre açıklama bile yapamadılar, olayı nasıl değerlendireceklerine bile karar veremediler. En sonunda NATO’ya başvuru yapmaya karar verdiler; ancak 4. madde kapsamında, 5. madde değil. (4. madde: üye ülkelerden herhangi birinin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı ya da güvenliğinin tehdit edildiği görüşüne sahip olması halinde tüm üyelerin birlikte istişare yapması. 5.madde: üye ülkelerden herhangi birine yapılan saldırının üye ülkelerin tamamına yapılmış sayılacağı). Buradan anlaşıldı ki AKP hükümeti bu durumu, NATO’ya bir saldırı olarak değerlendirmiyor, sadece üye ülkelerle istişare yapmak istiyor. Tayyip, karşılıklı konuşmayı çok sever ya. Her neyse, istişare düzeyinde de olsa olayın taraflarından birinin NATO olduğu anlaşıldı.
Olayın bir başka tarafı Rusya elbette. Bu tarafgirlik, sadece Suriye’nin hava savunma sistemlerinden sorumlu olan ülke anlamında değil elbette, Suriye ile askeri ve ekonomik ticaret bağlantıları olan ülke anlamında. Ve Çin ile birlikte BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye karşı yaptırımlara karşı oy kullanan taraf anlamında. Rus Dışişleri Bakanı “uçağın düşürülmesi provokasyon ya da planlı bir eylem olarak görülmemeli” derken, Rus ajansları asıl provokasyon kaynağını NATO olduğunu ima ettiler; “NATO Suriye’nin hava koruma sistemlerini denedi”. (Bu arada özel anlam yüklemek isteyenler için bir veri: Putin, olaydan bir gün sonra İsrail, Filistin ve Ürdün’ü kapsayan bir Ortadoğu gezisine başladı.)
İran ise daha doğrudan bir tanım kullandı, Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Sözcüsü; “bu olay Türkiye tarafından çıkarılan bir komplodur” ded
i. Ve “Türkiye bu eylemle NATO’nun ayağını Suriye’ye çekmek için bir atmosfer yaratma çabasında” diye ekledi.
Bu olayın diğer aktörleri olarak Çin’i, İsrail’i, Kıbrıs’ı, Lübnan’ı, Ürdün’ü ve elbette doğrudan ABD’yi da eklemek gerek.
Sonuç 3: Bu “sorun” sadece Türkiye ile Suriye arasında ilerlemeyecektir. Çok bileşenli ve karmaşıktır. AKP hükümetinin bir stratejisi, bu stratejiyi uygulayacak argümanları ve sürdürecek aklı (ehliyeti) yoktur. Bölge hükümetleri ilişkilerinde sonu öngörülemeyen, bölge halkları içinse sonu mutlaka büyük kayıplara neden olacak bir maceraya atılmış durumdadır. Söz konusu olan Beşar Esat’ın zulmü olsa bile bu yöntemle bu zulüm giderilemez, zulüm yayılır. Tayyip Erdoğan’ın bölge halklarının geleceğini yok etme pervasızlığı derhal engellenmelidir.
Haziran ayı AKP için karmaşa ve saçmalamalarla geçti. Bir bakanın dediğini, bir başkası yalanladı. Manipülasyon, dezenformasyon yapacağım derken, bunu yapmayı amaçlayanlar bile ne yapmaya çalıştığını bilemedi. Kürtaj ve sezaryenle girdi gündeme, Fethullah’a yaranmakta sınır tanımadı. Özel Yetkili Mahkemeleri yeniden düzenleyecek yasa çıkartacağız blöfü yemedi, Fethullah, daveti “sana güvenmiyorum” anlamında reddetti. Kürtaj yasası da kadınların direnişi sayesinde kursağında kalacak. Haziran ayında sonlandırmayı düşündükleri yeni anayasa hazırlıkları da kadük oldu. 1 Temmuz’da kapanacak Meclis, AKP’nin dişine dokunur birkaç yasayı çıkarabildi: “İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası” ile “ticaret kanunu”nu. (Bu arada öğretmenlerin tatilinin çok uzun olduğundan şikayet edenler, milletvekillerinin ve futbolcuların tatilinden hiç şikayet etmezler.)
“İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası” ile yeni bir özelleştirme alanının açıldığı ve bir kamusal hakkın daha gasp edileceğini belirtmekte yarar var. Çünkü bu yasayla birlikte yönetmeliklerle düzenlenen bir dizi uygulama temel olarak hiçbir yenilik getirmemekte; “iş sağlığı” ve “iş güvenliği” bir hak olmaktan çıkartılıp hizmet tanımı içine sokulmaktadır. Bu durumun zararlarına karşı yeni bir mücadele konusu mutlaka başlayacaktır.
Bir dizi ezberini yerine getiremeyen AKP, bir konudaki ezberini ise neredeyse otomatiğe bağladı. O da Kürt halkının mücadelesi karşısında elinde kalan kendince “işlevli” tek bir aracı; KCK adı altında rehin alma operasyonlarını sürdürmek.
Bir taraftan ortalığa “PKK silah bırakacak” kandırmacısını yaymaya çalışıp, diğer taraftan elindeki kozların sayısını arttırmaya çalışıyor. Cezaevlerine doldurduğu Kürt muhalif unsurlarının sayısını son KESK operasyonu daha da arttırırken, demokratik Kürt muhalefetini etkisizleştireceği hesabı yapmakta. “KCK Türkiye Meclisi/Demokratik Emek Platformu üyeliği” ve “Demokratik Kadın Meclisi üyeliği” iddiasıyla 71 KESK yönetici ve üyesi gözaltına alındı. Abdullah Öcalan’ı Kürt hareketinden uzun süreli yalıtmak ise aklınca en önemli pazarlık kozu. Bu duruma Kürt siyasal hareketinin verdiği yanıt ise, kontrollü olarak, savaşı, daha etkin ve yaygın hale getirmek. Kürt Hareketi bu “sınav”dan ’93’te ve ’99’da zaten geçmişti. Anlaşıldığı kadarıyla benzer yöntemleri AKP kadroları bir kez de kendileri denemek istiyor. Bu deneyden halklar zararlı çıkarken, AKP de yenilmiş olarak çıkacak.
KESK’e polis baskını ilk kez olmuyor ve son kez de olmayacağa benziyor. Kirli savaş yıllarında bile kamu sendikaları ve KESK basılamamıştı. Sendika üyelerini ve emektarlarını faili meçhul yöntemlerle katlediyor; ancak sendika basmaya cesaret edemiyorlardı. KESK, büyük mücadele ve direniş birikimleri yaratarak, Türkiye’de “memur”u sendikalı kamu emekçisine dönüştürerek özneleştiren onurlu bir geleneğin sürdürücüsüdür. KESK sendikalarının ve genel merkezin basılması, üyelerinin ve genel başkanının gözaltına alınması kabul edilemez. Hedefi sindirmek, baskı altına almak olan faşist operasyonları boşa çıkarmanın yolunun, geri çekilmekten değil, meydan okumaktan geçtiği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu onurlu mücadele geleneği, kendisine yönelen saldırılara militan, kitlesel direnişlerle yanıt verecektir; terörle mücadele şubelerinin ve özel mahkemelerin önlerine yığılan binlerce kişi onuruna sahip çıkacaktır.