Şaşkınlar, çünkü felsefeciler; eskiden merak duygusuydu felsefeyi güdüleyen, artık şaşkınlık. Nasıl olur da siyaset ile “suç”u birbirinden ayrılmazcasına özdeşleştirenlerin tersinden, “suç”un siyaset sayıldığı bir düşünsel ortam ürettiklerini göremediklerini düşünüyorlar. Gayet düz bir mantıksal işlemin sonuçlarını görmekten yoksun aczin, çok daha çetrefil farklı mantıksal süreçler gerektiren “sorun”un çözümüne nasıl merhem olabileceğine dair umutsuzluğa düşüyorlar. Bir gece […]
Şaşkınlar, çünkü felsefeciler; eskiden merak duygusuydu felsefeyi güdüleyen, artık şaşkınlık. Nasıl olur da siyaset ile “suç”u birbirinden ayrılmazcasına özdeşleştirenlerin tersinden, “suç”un siyaset sayıldığı bir düşünsel ortam ürettiklerini göremediklerini düşünüyorlar. Gayet düz bir mantıksal işlemin sonuçlarını görmekten yoksun aczin, çok daha çetrefil farklı mantıksal süreçler gerektiren “sorun”un çözümüne nasıl merhem olabileceğine dair umutsuzluğa düşüyorlar.
Bir gece ansızın gelebilirler…
Ya da sabahın tan vaktinde…
Geldiler…
Kimimizin uyuduğu ya da pek çoğumuzun bir metnin başında artık bağlantıları takip edemez hale geldiği ama yine de sabahki dersinde ne söyleyeceğini -ya da rutine bindirecek kadar ‘olgunlaşmışsak’ neleri hatırlayacağını- düşündüğü saatler.
Aynı durum öğrencilerimiz için de geçerli; ya uyuyorlar ya da bir metin başında -ki son güne bırakmak genetik bir mirastır onlar için- huzursuz karın ağrısındalar: Aristoteles’in ousiası da olabilir önlerinde Descartes’ın cogito ergo sumu da, belki Keynesyen bir çıkış arayışındalar belki de geçmişten, daha köklü bir sesin tınısı peşindeler; ya da medeni hukuka son eklenen yasaları arıyorlar ve neden o saatte belki de defalarca çözdükleri bir problemi ezberleme peşinde olmasınlar…
Ama değiller…
En azından 20 tanesinin o sabah/gece bunlarla uğraşmadığını biliyorum ve üç tanesini tanıyorum: Murat Yaprak, Semra İlboğa ve Çiçek Tunç; benim Diyarbakır’da Felsefe Bölümü’nde öğrencilerim. Bir başkası da yeni dönmüştü derslerine içeriden: Emrah Adıgüzel. Biraz içimiz soğumuşken üç yeni kor daha… ve senelerdir tekrarlanan bir ritüel bu…
O saatlerde polis karşısında kendilerine isnad edilen suçları dinliyorlar kitaplarının arasındaki küçük notlara dikkatlice bakılırken… siyasalın uzamında yargıda bulunmanın ağır yükünü idrak ediyorlar; keza muazzam bir deneyimdir konuşmanın mekanından hızlıca “molotof, havai fişek ve ses bombası yapımı”yla suçlanmanın mekanına savrulma. Siyaset ile “suç” arasındaki açının daral(tıl)masının şaşkınlığı içindeler.
Şaşkınlar, çünkü felsefeciler; eskiden merak duygusuydu felsefeyi güdüleyen, artık şaşkınlık. Nasıl olur da siyaset ile “suç”u birbirinden ayrılmazcasına özdeşleştirenlerin tersinden, “suç”un siyaset sayıldığı bir düşünsel ortam ürettiklerini göremediklerini düşünüyorlar. Gayet düz bir mantıksal işlemin sonuçlarını görmekten yoksun aczin, çok daha çetrefil farklı mantıksal süreçler gerektiren “sorun”un çözümüne nasıl merhem olabileceğine dair umutsuzluğa düşüyorlar.
Dehşetengiz derecede yaratıcı fezlekelerinin eşliğinde içerinin yolunu tutuyorlar…
İçerisi zor…
Dışarısı daha da…
Ben bir felsefe hocasıyım; binlerce yılın en çetrefil ve kıvrak zekalarının, gerçek sorunlarla yüzleşerek deneyimlediği ve her defasında daha yüksek bir bilinç düzeyinde kendini yeniden ürettiği düşünmenin tarihini göstermeliyim öğrencilerime; sadece göstermek değil bizzat o tarihin içinden geçirmeliyim.
Ama ne fayda…
İki sene öncenin dillerine kan yürümüş çocukları, benle kavga edenleri, kuramsal bir çıkmazın içinde olmakla arkadaşını suçlayanları, anasını babasını savunur gibi -belki de biraz toyluktan- sahip çıktığı felsefeciyi “Gerçek”in tespitinde haklı çıkaranları ve bağırış çağırış bol itirazlı az kabullü dersleri artık yok. Gayet sessiz ve huşu içinde, hem güvensizlikten hem de söyleyeceğinin kendisine nasıl döneceğini bilmemenin tedirginliğinden konuşulmayan dersler. Biri beni hocalarıma ya da “başkalarına” ispiyonlar mı korkusunun sessizliği; “her şeyi kabulleniyorum artık, hiç bir itirazım yok. Teslim alan ya da almak isteyen kişiliksizliğimin hayrını görsün” ifadelerindeki empati kurulamaz duygu -bitirdiğinde “hiç bir şey olacak olmanın”, ya da yepyeni sınavlar eşliğinde “belki öğretmen olurum” mantığının dersleri düşürdüğü durumdan bahsetmiyorum bile.
Belki bize de güvenmiyorlar artık; cezaevinden geldikleri sınavlarında kelepçelerini bile çıkartamazken, Büşra Hoca’nın sesine ses veremiyorken ve bir çok kongrede ve makalede karşılaştıkları Onur Hamzaoğlu’na şarlatan diyenlerin uluslararası kongrelerde “onur kurulu”nda yer almasını, sevdiklerimiz ve güvendiklerimizin etik kurullarda “ahlaksızlık”la yaftalanmasını sindiriyorken içimize, yani kendimize hayrımız yokken aslında, neden konuşsunlar bizimle…
İsterseniz toplayın 4 ile 4’ü, isterseniz sekizle çarpın Diyarbakır’da sonuç değişmiyor…
Bense o saatlerde…
Murat’ı yarın öğlen hangi soruyla sıkıştırsam diye düşünüyorum; keza gizli ve sevimli bir ukalalık vardır bünyesinde;
Semra’ya kavramları kullanan felsefece bir konuşma üslubu önermem gerek diyorum; çünkü dik yamaç sertliğindedir dili;
Ve Çiçek için, nasıl konuştursam bu arkadaşı arayışlarındayım; bir kere sessizlik çökmüş suretine.
Neyse şimdilik bunların yükünden kurtuldum…
Murat, Semra ve Çiçek içerideler…
Unutmadan, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Ar. Gör Dr.Uraz Utku Aydın’a cezaevinden bir öğrencisi selam söyleyince bu konu hakkında tutanak tutulmasını isteyen dekanlara inat Murat, Semra ve Çiçek’e selamlarımı iletiyor, selamlarını bekliyorum… keza inanıyorum ki sadece siyaset yapıyorlardı…
Öğretim Görevlisi Ersin Vedat Elgür
Dicle Üniversitesi Felsefe Bölümü
ersinvedat@gmail.com