Biz ülkenin “ustalıkla” yönetildiğini zannederken, meğer ustalıkla “idare” edildiğini öğrenmiş olduk. İdare edilenin ise sadece halk değil aynı zamanda devlet-ler mekanizması olduğunu, daha doğrusu farklı egemen güçlerin zorunlu idaresi olduğunu öğrendik. Yalnız bu mu; mesela Gülen hareketinin artık bir cemaat kalıbına sığmadığını, sınıf atlayarak ‘camia’ya doğru yükseldiğini de görmüş olduk… Bunları nereden mi öğrendik? Elbette […]
Biz ülkenin “ustalıkla” yönetildiğini zannederken, meğer ustalıkla “idare” edildiğini öğrenmiş olduk. İdare edilenin ise sadece halk değil aynı zamanda devlet-ler mekanizması olduğunu, daha doğrusu farklı egemen güçlerin zorunlu idaresi olduğunu öğrendik. Yalnız bu mu; mesela Gülen hareketinin artık bir cemaat kalıbına sığmadığını, sınıf atlayarak ‘camia’ya doğru yükseldiğini de görmüş olduk…
Bunları nereden mi öğrendik? Elbette son yaşanan KCK soruşturması kapsamındaki MİT üyelerinin ifade krizinden ve sonrasındaki gelişmelerden, yorumlardan. Ancak öğrendiklerimiz sadece sunulan haber ve analizlerle sınırlı olmamalı. Çünkü açığa çıkartılması gereken jeopolitik/stratejik, toplumsal ve siyasal dönüşümler gerçekliğini de öğrenmemiz gerekiyor.
MİT krizinden hareket edecek olursak, bu süreç sadece buz dağının görünen kısmı diyebiliriz. Üstelik bu görünen kısım derinlerdeki çatışmaların zorunluluktan su yüzüne çıkan tarafı sadece. Bu yüzden kriz, her ne kadar AKP’nin MİT müsteşarına özel koruma kanunuyla çözülmüş gibi sunulsa da arka plandaki çatışma farklı tonlarla devam edecek gibi görünüyor.
Kimi bürokrasi ile seçilmişler arası kavga diyor, kimi yargının 7 Şubat darbesi, kimi AKP-Gülen cemaati arasında derinleşen çatışmanın su yüzüne çıkması, kimi uluslararası güçlerin komplosu, kimi de ‘siyasal İslam'(Milli Görüş) ile ‘sosyal İslam'(cemaat) arasında derinleşen kavga olarak yorumluyor tüm bu olan biteni. Kuşkusuz her birinde de doğruluk payı yok değil. Bizim iddiamız ise bu çatışmalı halin olağanüstü veya geçici olmadığı, bire yönü ile uluslararası düzenin iç çatışmasının bir yansımasını taşımakta olduğu, bir yönü ile de içsel ve bölgesel gerginlik düzleminde yaşanan “soğuk savaşın” bir görüngüsü olduğu yönündedir. Daha da önemlisi, yaşanan kriz geniş anlamda bir devlet sistemi krizinin farklı kanallardan açığa çıkmış olmasıdır. Meselenin esas tartışılması gereken yönü de aslında burasıdır. Açığa çıkan farklı otonom ağlar inşa ederek devlet imkânlarını kendi çıkarları için kullanan paralel devletler/devletçiklerin varlığıdır. AKP’nin de bu devletçikleri en iyi şekilde bu olaya kadar idare ettiği, kullandığıdır.
AKP, cemaatin “otonom güç” haline dönüştüğünü, MİT yöneticilerinin özel yetkili savcılar tarafından ifadeye çağrılmasından sonra kendince fark etmiş gibi görünüyor. Nitekim her ne kadar “AKP ile cemaat arasında bir çatışma yok uyum var” ifadeleri kamuoyuna sıklıkla yansıtılsa da, öncelikle soruşturmayı yürüten savcının, ardından da TEM’deki polislerden başlayarak yüzlerce emniyetçinin yerlerinin olağanüstü bir biçimde değiştirilmesi ve son olarak Danıştay’daki üye değişimiyle, hem cemaat iradesinin emniyet ve yargıdaki varlığı ilan edilmiş oldu hem de onun “tasfiyesi” biçimindeki yorumlara neden oldu.
‘Derin Devlet Ergenekonu’ndan ‘Cemaat Ergenekonu’na
Her şeyden evvel AKP’nin cemaat iradesinin bürokrasideki ağırlığını kısmen de olsa kırmaya çalıştığını ve bu tasfiye moduna geçmesinin ardında da içsel dinamiklerden çok dışsal dinamiklerin olduğunu belirtmek gerekir. Zira AKP rejimi bir iç koalisyon olduğu kadar, emperyalist güçlerin izdüşümünü de üzerinde taşıyan dışsal bir koalisyondur. Bu koalisyon çelişkileri, çıkar uyuşmazlıklarını barındırmakla birlikte zorunlu bir evlilik gibidir ve konjonktüre bağlıdır.
Bu evlilik veya koalisyon, ABD’nin siyaset arenasındaki Cumhuriyetçiler ile Demokratların Ortadoğu ve Yakındoğu politikasında ne kadar ortaklıklar varsa, içerde de o kadar ortaklık taşımaktadır. Türkiye’nin AKP rejiminde izdüşümünü bulan bu evliliğin nikahını kıyan da zaten ABD’dir. Nitekim Cumhuriyetçilerin ile Demokratların küresel dinamikleri olan ulus ötesi şirketlerin, petrol tüccarlarının, silah sanayisinin, finans kapitalin, ticaret burjuvazisinin ve daha pek çok tekelin kendi aralarında yaşadığı çatışma, rekabet ve birliktelik ne ise, bunların bir yansıması olarak AKP’yi meydana getiren sınıfsal kompozisyonun iç çatışması da odur. Bir tarafta Anadolu’da sermaye birikimlerini toplumsallaştırarak AKP’nin siyasal bir özne olarak bugüne taşınmasında önemli katkısı bulunan TÜSİAD, diğer tarafta 1990’lı yıllarda Milli Görüş’ten ideolojik olarak farklılaştığını aleni bir şekilde beyan edip bunu kendi ticari felsefi doğrultusunda hayata dönüştüren Gülen cemaatine yakın TUSKON. İkisinin yatırım alanları da, uluslararası ticaret ilişki ağları da bölgedeki emperyalist ticaret ilişkilerinden bağımsız değildir ve o ilişkilerin ekonomik-toplumsal çelişkilerini de sırtlarında taşımaktadırlar. Suriye’ye müdahalenin gündeme geldiği bugünkü süreçte, ekonomik ve politik konumlanış da ABD ve AB merkezli şekillenişten kopuk değil, bilakis onun güdümündedir.
Egemen yazarların bizlere bu olaylar dolayısıyla “büyük fotoğrafı” görmemiz gerektiğini salık vermeleri de boşuna değildir. Ama ne hikmetse kimse bu büyük fotoğraf ile Türkiye’de olan bitenler arasında doğru dürüst bir bağlantı kurmak istemiyor. Oysa işin esası büyük ölçüde Ortadoğu ve Yakındoğu’daki emperyalist kavgaya dayanmaktadır. AKP’nin hem kendi ölçüsünde bölgesel emperyalist olmaya yeltenirken hem de NATO dolayısıyla büyük emperyalizme taşeronluk yapmaya çalışması, devletle bütünleşmiş bürokratik bir kanat ile bölgesel piyasaya entegre olmuş başka bir kanadın derinleşen farklılığını da krizlerle ortaya çıkarmış oldu. KCK özgülünde Kürt hareketi de bu konuda en kritik kırılma noktası olduğundan “güvenlikçi” paradigmayı savunan taşeroncu kanat, Kürtlerin baskı zoru ile sindirilmesini ve bir an önce Suriye’ye gidilmesini dile getirirken, bölgesel emperyalizmi savunan ve çekirdek gücünü Milli Görüş’ten alan kanat ise daha çok uzlaşmacı ve savunmacı bir pozisyona doğru sıkışmış durumda görülüyor. İçeride Türk milliyetçiliğine ve dindarlığa yaslanarak dışarıda (Azerbaycan’ı kapsayan ve Kürtleri uzlaşma sürecine sürükleyen) bir blok oluşturması da bu sıkışmışlıktan sıyrılmanın bir yolu olarak tercih ediliyor.
Ancak bu gidişat hiç de Erdoğan ve ekibinin tasarladığı gibi gitmiyor. Zira koalisyon ortakları ve onların tabi olduğu küresel bağlantılar yeni bir paylaşım kavgasına girmiş bulunuyor. İşte bu yüzdendir ki AKP’nin 10 yıllık alt-koalisyonu dünya çapındaki üst-emperyalist koalisyonun amaçlarındaki sorunlardan ötürü giderek çatırdamaya başladığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Şimdilik iki kanat da birbirlerine muhtaçlıktan ötürü “mış gibi” iktidarı sürdürüyorlar.
Çeşitli politik klik ve cemaatlerin (ve emperyalistlerin gölgesi de dahil) geçici koalisyonundan ibaret olan AKP rejiminin yaşadığı krizin giderek derinleşebileceğinin sinyalini, bu rejimin destekçilerinden Abdurrahman Dilipak’ın (Vakit,04.02.2012) yazısından da anlıyoruz:
“Bu piyasada “mesut işbirliği” olmaz. Bu yönde görüntü verse de, bu kör ile topalın dayanışması gibidir, birbirine ihtiyaçları kalmadığı zaman ayrılırlar…
Dün derin devletten söz ediyorduk, şimdi Ergenekon’dan söz eder olduk. Bir de Kürt Ergenekonu çıktı başımıza. Yarın cemaat Ergenekonu çıkarsa şaşmayın.. Bir ilişkiler yumağı çıkartırlar aklımız şaşar. Kimin eli kimin cebinde, nerede başlayıp, nerede bitiyor bu ilişkiler belli olmaz… Tabi köpüklerin arasında kaybolmazsanız…”
Evet, bu koalisyon Dilipak’ın dediği gibi kör ile topalın birbirine muhtaçlık birlikteliğidir. Bu yüzden birden fazla paralel devleti barınd
ırmaktadır. Diğer taraftan bu devletler, sadece bürokrasi içinde örgütleşmiş değil, devletten halka doğru yayılan muazzam bir örgütlülük ağı ile “devletçikler” de meydana getirmişlerdir. Şimdilik bu devletçiklerden önemli bir kanat olan cemaatin atağıyla çatışma ertelenmiş gibi görünmektedir.
Cemaatin iradesi ile böyle bir krize doğru gidildiği muhakkak. Elbette cemaat üyesi olmak ya da ona sempati beslemek son derece meşru bir tavırdır. Ancak meşru olmayan ya da sorunlu olan şey, devlet mekanizmasının toplum çıkarı için değil de cemaat çıkarı için kullanılmasıdır. AKP’nin Milli Görüş kanadı ise günü kurtarmanın derdinde olduğu için kendi bürokratlarını hem korumak istemiş hem de özel yetkilendireceği kişilere koruma zırhı sağlamıştır. Yapılan düzenlemenin de geçmişte Çiller’in yaptığının bir tekrarından başka bir anlamı yoktur. Her devletçiğin bir Ergenokunu olduğuna göre artık sıra yeni Ergenekonlar yaratmaya gelmiştir.
Her ne kadar iki kanat ABD için vazgeçilmez olsa da toplumsal ve politik bakımdan hangisi kendisine daha uzun soluklu güvence sağlayacaksa ABD onunla yola devam etmeyi planlayacaktır. Ancak bu noktada ABD’nin iç dinamiklerinin Yakındoğu/Ortadoğu politikasında net bir duruşa sahip olduğu söylenemez. Suriye’ye müdahale etmedeki ikircikli tutum bunun bir işareti sayılabilir.
Bu noktada bir parantez açalım ve Türkiye’deki iktidar bloğunun nasıl bir alt-emperyalizmden ibaret olduğunu açıklayabilmek için ABD’nin ekonomi-politik manzarasını ayna olarak ele alalım. Şöyle ki, ABD’de iktidar Cumhuriyetçiler de olsa Demokratlar da olsa dış politikaları öz bakımdan değişmez, zira her halükarda emperyalisttirler. Ayırım noktaları ise bu emperyalist hegemonyanın, yayılımın veya yoğunlaşmanın nasıl ve hangi kanallar üzerinden yürüyeceği üzerinedir. Birisi ABD’ye yönelik olası bir tehlikeye karşı önleyici doğrultuda müdahale edici bir güvenlik gücü kullanımını savunup ve bu siyasetin ekonomisini arkasına alırken diğeri daha liberal ve uzlaşmacı davranarak serbest piyasa ekonomisinin tüm unsurlarını harekete geçirerek hâkimiyeti derinleştirmeyi düşünmektedir. Her iki güç temel olarak bu iki eğilime dayansa da birbirlerinin enstrümanlarını zaman zaman kullanmaktan da geri durmamıştır. Sadece daha liberal tutum takınanların uluslararası meşruiyet kanallarını zorlama fikri daha yüksek olmuştur (Irak ve Libya işgallerindeki nitelik farkı bunu gösterir). Türkiye açısından AKP de ABD’deki bu iki kanadının Türkiye’deki ittifakının adı veya bu iki kanadın izdüşümü olmuştur.
Devlet sisteminin çözülüşü ve toplumun devlet(çik)leştirilmesi
MİT krizi sadece bir yönetim krizi değil, aynı zamanda çatırdayan devlet sisteminin de kriz göstergesidir. Çünkü devlet organları arasında yaşanan güven kaybı toplumu bir arada tutan şeyin bugüne kadar hep siyasallık/devlet olduğu fikrini de derinden sarsmış, bu birlikteliğin teminatı olabilecek mekanizmalardaki güven bunalımı ve çatışma, toplumsal düzen krizine de kapı aralamıştır. Ancak en önemli sorunlardan biri de ne yazık ki bu krize alternatif bir toplumsal ve siyasal örgütlenmenin harekete geçirilmemiş olmasıdır. Siyaset boşluk tanımaz. Bu yüzden bozulan denge eğer birtakım toplumsal güçler/muhalefet tarafından dönüştürülemezse süreç, ya uluslararası güçlere eklemlenmiş yerli dinamiklerin kısmi tasfiyesinin orta vadedeki uzlaşmasıyla birlikte “soğuk savaş” zemininde gizil bir savaşın “idare” edilmesi devam edecek ya da çöküş ile son bulacaktır. Bu gerçeklikten hareketle devlet sisteminin de şekil değiştirmeye uğradığı/uğrayacağı ortadadır. Kaldı ki devlet-toplum ilişkilerinin de bu minvalde dönüşüm geçirmekte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aslında devlet-toplum ikiliğine eklemlenen en önemli unsurlardan biri uluslararası piyasadır. Eski düzenin devlet sistemini uluslararasılaştıran piyasa ekonomisi, hem mevcut devlet sistemlerini dönüştürmüş hem de toplumların kendi tüketim kültürü içinde yeniden organize olmasına neden olmuştur. Sosyal devletin çözülmesine karşı cemaatvari enformel sosyal ağların alternatif devletçikler halinde genişlemeye başlaması ve Türkiye gibi çevre ülkelerdeki yönetim sistemlerinin “devlet kapitalizmi” ekseninde sisteme eklemlenmesi, bu büyük dönüşümün en belirgin özellikleri olarak öne çıkmışlardır.
Toplumun giderek farklı devletçiklere bürünmeye muhtaç hale getirilmesi, bürokrasinin farklı sosyal ağlar üzerinden kendi içinde devletçikler kurmaya doğru zorlanması ve benzer devletçik zihniyetinin bölgesel düzeyde de hayata geçirilmek istenmesi, mevcut devlet sisteminin hem krizini hem de dönüşümünü işaret etmektedir.
Daha evvel Sloven düşünür Slavoj Žižek de alkolsüz bira çağının ahlaki dayatmalarına dikkati çekmişti. Bu ahlaki gidişatın bizde de ziyadesiyle hayat bulduğunu söylemek mümkün.
Alkolsüz biranın, kafeinsiz kahvenin, yağsız dondurmanın, ideolojisiz ideolojinin, siyasetsiz siyasetin ve “zararlı” daha pek çok faktörden arındırılmış ahlaki bir sürece doğru gidişatın şekillendirildiği bugünkü zamanın ruhunda, iktidarın da iktidarsızlaştırılmasını beklemek yanlış olmasa gerek. Ki zaten öyle değil miydi bu sürece gelmeden Taraf yazarlarının Erdoğan’a sürekli “milletin değil devletin başkanı” olarak muhalefet etmeleri veya AKP’nin giderek devleştiğini vurgulamaları. Madem bugüne kadar hep devleti ve devlet odaklı zihniyeti eleştirerek, onunla mücadele ederek siyasal başarı sağlanmıştı; o halde iktidarda boyut değiştirmek için artık iktidarda iktidarsızlığı oynamanın da zamanı gelmiş olmalıydı.
Dolayısıyla süreç kafeinsiz kahvenin, alkolsüz biranın tadında iktidarsız bir iktidar, devletsiz bir devlet, siyasetsiz bir siyaset ve cemaatsiz bir cemaat yaratma veya yaratılma sürecidir. Kimsenin böyle olalım diye yaratılan bir çabayla değil, aksine en büyük devletin neo-liberal kapitalist düzenin olduğu bir bağlamın basıncıyla bu süreç gerçekleşmektedir. Sonuç olarak ne devletin eskisi gibi kalabildiği, ne AKP’nin eskisi gibi devlet karşıtı bir söyleme dayanabileceği bir süreçtir bu. Zaman nasıl birayı alkolsüzleştirmişse, sistem de gidişatta kendine zararlı gördüğü yönleri törpüleyip kendisine yeniden kodlamaktadır. İşte egemen güçlerin yaşadığı çatışma da böylesi bir güncellenmenin ruh halidir.
Ercan Geçgin
ercangcn@gmail.com