28 Şubat’ın yıl dönümü vesilesiyle darbe karşıtlığının had safhaya vardığı günler yaşadık. Tartışmanın esası gericilik ve Kemalizm arasına sıkışmış durumda. AKP 28 Şubat’ın rövanşını almak istiyor. Ama ne mutlu ki bize, Süleyman Demirel adında “88’lik bir bilge” büyüğümüz var ve bize Yurt gazetesine verdiği röportajda “halkın karşı devrime izin vermeyeceği” müjdesini vererek içimizi rahatlatıyor! Türk […]
28 Şubat’ın yıl dönümü vesilesiyle darbe karşıtlığının had safhaya vardığı günler yaşadık.
Tartışmanın esası gericilik ve Kemalizm arasına sıkışmış durumda. AKP 28 Şubat’ın rövanşını almak istiyor. Ama ne mutlu ki bize, Süleyman Demirel adında “88’lik bir bilge” büyüğümüz var ve bize Yurt gazetesine verdiği röportajda “halkın karşı devrime izin vermeyeceği” müjdesini vererek içimizi rahatlatıyor!
Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kemalizmin bekçisi olduğu iddiası üzerine kurulu bir paradigmadan hareketle 28 Şubat’ın kötünün iyisi bir hareket olduğunu savunmak tam anlamıyla abesle iştigaldir. Kuşkusuz burada esas tartışılması gereken Kemalist devletin kendisidir. Daha çok sosyal demokrat, Atatürkçü, ulusalcı çevreler tarafından savunulan teze göre cumhuriyet devrimleri ile ülke çağdaş medeniyetler seviyesine çıkarılmak isteniyordu ama önce Demokrat Parti iktidarıyla sonra da AKP ile bu süreç tersine çevrilmek isteniyor.
Bu çerçeve bütünüyle yanlış değil. Gerçekten de ülkemizin içsel dinamikleri modern bir devrimle çağdaşlaşmaya geçişe direnmek için hayli güçlü gerekçelere sahipti. Nitekim bu dinamikler fırsat buldukları her aralıkta cumhuriyete karşı mesafeli duruşlarını sergilemekten çekinmediler.
Ancak 28 Şubat vesilesiyle yapılan tartışmalarda dikkati çeken Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkmanın giderek cumhuriyet devletine sahip çıkmakla özdeşleşmeye dönüşmesidir. 1950’de iktidara gelen DP iktidarıyla devletin temel niteliğinde bir kırılma olduğu yanılsaması bazı sol çevrelerde 1960’lı yıllarda kurumsallaşmaya başlayan NATO etkisi ve faşist yapılanmanın Kemalist devlet yapılanmasına rağmen olduğunu düşündürüyor. Oysa 1930’lu yıllarda şekillenmeye başlayan Cumhuriyetin devlet niteliği şeklen faşist-otoriter bir devlet yapılanmasıydı ve 1950’li yıllarla birlikte emperyalizmle girilen ilişkilerle kurumsallaşma sürecine giren “faşist derin devlet” niteliği ham olarak bu devlet yapılanması tarafından içerilmekteydi. Bir başka deyişle DP, devletin faşizan niteliğinin gelişimi açısından bir kırılmayı ifade etmiyor, aksine 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi bu mekanizmayı büyük bir ustalıkla kullanabiliyordu. Dolayısıyla faşizmin çekirdeğinin Kemalist devlet mekanizmasında gizli olduğu görmezden gelinmemeli. Zira emperyalizmle ilişkiler daha CHP’nin son dönemlerinde kurulmaya başlanmış ve hatta 2.Dünya Savaşı’nda galip çıkacağından emin olunan faşist Almanya safında yer tutulmuştu.
Ordu 1950 sonrası NATO eliyle şekillendirilen faşist devlet yapılanmasının hep bel kemiği oldu. Bu nedenle Türkiye’de bütün zamanlarda emperyalizme en göbeğinden bağlı siyasal aktör her zaman ordu idi. Genelkurmay Başkanı kulağından tutulup hapse atılan bir ordunun, bir futbol kulübünün başkanı kadar bile posta koyamaz hale gelmesinin tek bir açıklaması vardır: O da kendisini var eden gücün artık arkasında olmamasıdır, söylemeye gerek yok ki o güç ‘Yüce Türk Milleti’ değildir, emperyalist ABD’dir.
Cumhuriyetin toplumsal yaşamdaki kazanımları kuşkusuz görmezden gelinemez ve bu kazanımlar cumhuriyetle her fırsatta hesaplaşmaya yönelen İslamcı muhafazakar hareketin saldırılarına karşı savunmasız bırakılamaz. Ancak bu savunma refleksi dincilere karşı “laik-üniter devleti” korumaya dönüşünce bir an için bizim neyi savunduğumuzu ve bu savunma eylemi içerisinde kimlerle birlikte olabileceğimizi iyi hesap etmemiz gerekiyor.
50 yıldır ülkenin bütün ilerici dinamiklerini kurutan, yok eden bir devlet mekanizmasını İslamcı iktidar karşısında savunma pozisyonuna düşmek hem ideolojik hem de pratik olarak ilerici yurtsever hareketlere hiçbir şey kazandırmayacaktır.
Ulusalcı zihniyet 28 Şubat’ın cumhuriyetin kazanımlarını korumak için yapılmış ve bu anlamıyla çok yerinde bir müdahale olduğunu düşünse de bugün gelinen noktada neden ikinci bir 28 Şubat’ın gerçekleşmediğini açıklamak zorundadır. Bu konuda Ulusalcı çevrelerin sızlanmalarını anlamaktan başka bir şey gelmez elimizden.
Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısı, kuruluşundan itibaren kendi içsel dinamiklerine içkin olan otoriter-baskıcı yapısallaşma, 2.Dünya savaşı sonrası emperyalizmle girilen ilişkilerin niteliğinin değişmesiyle faşizan bir niteliğe bürünmüştür. Devletin bu niteliği laik ve üniter yapıyı da etkilemiştir. Laiklik bir Sünni egemenliğine üniterlik ise Türk egemenliğine dönüşerek (laik) çağdaş yaşamın ve (modern) ulus devlet modelinin kendi coğrafyasında yaşayan vatandaşların önemli bir kısmına sadece zulüm olarak yansımasına neden olmuştur.