Bakanlar Kurulu’nda bir süre bekletildikten, bazı bakanlar üzerinden topluma mesajlar iletildikten sonra TBMM Başkanlığı’na yeni bir yasa tasarısı gönderildi. 2821 sayılı Sendikalar ve 2822 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt yasalarını ortadan kaldıran, bunların yerine “Toplu İş İlişkileri” başlığıyla birleştirilmiş bir yasa tasarısı hazırlandı. Tasarı öncesinde yapılan tartışmalarda dikkati çeken iki unsur oldu. İşverenler ve […]
Bakanlar Kurulu’nda bir süre bekletildikten, bazı bakanlar üzerinden topluma mesajlar iletildikten sonra TBMM Başkanlığı’na yeni bir yasa tasarısı gönderildi.
2821 sayılı Sendikalar ve 2822 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt yasalarını ortadan kaldıran, bunların yerine “Toplu İş İlişkileri” başlığıyla birleştirilmiş bir yasa tasarısı hazırlandı.
Tasarı öncesinde yapılan tartışmalarda dikkati çeken iki unsur oldu. İşverenler ve Türk-İş hemen her konuda yakın bir duruş sergiledi. İşkolu barajının en az yüzde 1 düzeyinde kalmasını savundular. İşletme ve işyeri barajının ise sadık birer bekçisi oldular. DİSK, ilkesel bir tutum aldı ve bir noktadan sonra toplantılardan ayrıldı. Hak-İş DİSK’e yakın gibi durdu ama sonuçta Hükümetin ağzının içine baktı.
Ortaya çıkan ilk tasarı taslağı, DİSK tarafından şiddetle eleştirilince bu kez devreye yeni bir “kamuoyu” oluşturma senaryosu sunuldu. Önce sermaye sözcüleri ve kimi bakanlar bu taslağı kabul edilemez, 12 Eylül öncesine dönüş olarak tanımladı. Yani bu iş olmazı dayattı. Ardında ikinci perde açıldı; sendikaların üyelerinin gerçeği yansıtmadığı, sayıların gerçek duruma getirilmesi gerektiği söylendi. İstatistiklerin açıklanacağı, 100 sendikadan 12’sinin barajı aşabileceği vurgulandı. Yani “aba altından sopa” gösterildi.
Kısaca işçi sınıfının önüne iki yol konuldu; ya bizim istediğimiz gibi bir yasaya evet dersiniz ya da sizi tarihe gömeriz.
Oysa bu yasa tasarısının amaçlarında belirtildiği gibi ILO sözleşmeleriyle hiçbir ilgisinin olmadığı açıktır. DİSK tarafından yapılan açıklamalarda bu konuya yeterince değinildiği için yeniden değinmenin de bir gereği yoktur.
Ayrıca hukukun artık iktidarın iki dudağının arasına çıkıştığı bir ülkede, sözleşmeye aykırı davranıyorlar, hukuka saygı göstermiyorlar demenin de çok yararı olmayacaktır.
Düzen hukukunu da haliyle kendi çıkarlarına göre biçimlendirmekte, uymasa da kendi keyfine göre uygulamaktadır.
İşverenlerin ve sermayeye hizmeti temel alan bir iktidarın bakanlarının yasa tasarı taslağına verdiği tepkiler olağan karşılanabilir. Sendika, toplu sözleşme hakkı, özgürlüğü gibi konularda hiçbir bilgisi olmayan birisi için, bu tür tepkiler “adam kendi çıkarını savunuyor” noktasındadır.
Ama en azından yasadaki ve tüzüklerindeki temel var oluş nedeni, üyelerinin hak ve çıkarlarını korumak olması gereken işçi sendikalarının tasarı taslağı ile ilgili tespit ve yaklaşımlarının işverenlerden farklı olması beklenir. Yaşananlar ise olması gerekenden çok farklı bir noktadadır. Türkiye’deki gelişmeler konusunda yeterli bilgisi olmayanlar için şaşırtıcıdır. Oysa 30 yıllık tarihi bir süreç biraz deşildiğinde karşılaştığımız manzara olağan bir sonuçtur.
Türk-İş bugün değiştirilmek istenilen 2821 ve 2822 sayılı yasaların TİSK ile birlikte mimarlarından biridir. Yani Türk-İş bugün hali hazırda toplu sözleşme kapsamında olan işçilerin bile büyük çoğunluğunu kapsam dışına düşüren sistemin yaratıcılarındandır.
1980 yılında sigortalı çalışan sayısı 2,2 milyondur, sendikalı işçi sayısının yaklaşık 1,5 milyon dolayında olduğu çeşitli kaynaklarda dile getirilmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı kayıtlarına göre, 1982 yılında (darbe nedeniyle yaşanan birikmede dahil) toplu sözleşme kapsamındaki işçi sayısı 1,169 bindir. Bugün sigortalı işçi sayısı 11 milyonu aşmıştır. Sendikalı işçi sayısı ise bizzat Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından 880 bin olarak ifade edilmektedir.
Yani Türk-İş ve sermayenin birlikte hazırladığı bu noter şartına dayalı üyelik ve istifa, yüzde 10 işkolu, yüzde 50+1 işyeri ve işletme barajı, grev yasakları düzeni işçilerini büyük çoğunluğunu örgütsüzleştirmiştir.
Gerçek anlamda eriyen bizzat Türk-İş’in kendisi olmuştur. Şimdi şapka düşüp kel görününce, Türk-İş yönetimi kendilerini bir süre daha koruyacak, ama öte yandan olası rakiplerini tehdit ve baskı altına alacak bir düzenlemeyi, yani barajları savunmuştur. Bununla da yetinmemiş, işverenlerden gelen baskı üzerine Başbakan’ın barajı tasarı taslağındaki binde 5 yerine yüzde 3’e yükseltmeye de evet demiştir.
Hazırlanan yasa tasarısında sendikal özgürlükler anlamında olumlu olabilecek tek yön, üyelik ve istifada noter şartının kaldırılması gibi görünmektedir. Görünmektedir diyoruz, çünkü üyeliğin yine devlet denetimi üzerinden yapılması, işçilerin işe girişlerinde kullanılan NACE kodlarındaki yanlış uygulamalar üyeliği yine mahkeme kapılarına taşıyacak ve sürüncemede bırakacak unsurlar haline gelebilecektir.
Bunun dışında, toplu iş sözleşmesi ve grev hakları yönünden eski düzen aynen korunmuş ve hatta yer yer daha da olumsuz bir hale dönüştürülmüştür.
Yazımızın konusu eski ve yeni arasında tam bir karşılaştırma yapmak olmadığından bu kısmı kısa geçmek zorundayım.
Yasa tasarısı, halen yönetimlerde görev alan sendikacılara da bir sus payı bırakmıştır. Yüzde 3’lük işkolu barajı, 2009 yılındaki istatistiklerde barajı aşmış sendikalar için 5 yıl süreyle dondurulmuştur.
Bunun sağlayacağı avantaj şudur, yeni seçilmiş yöneticiler için iki dönem daha yönetimde kalma, 2 veya 3 dönem daha işkolu barajı sorunu olmadan toplu sözleşme yapma olanağı sağlamaktadır.
Yani mevcut yöneticilere; alın size en az 5 yıl gelir garantisi, bulunduğunuz yerin keyfini çıkarın; barajı sizden sonra gelen düşünsün denilmektedir.
Bu işin kişiselleştirilmiş çıkar sağlama yoluyla “ikna” bölümüdür. Yani resmin yakın plan görünümüdür. Biraz geriye çekildiğimizde, bu resimdeki portrelerin panoraması daha belirginleşmektedir.
Sahnede Türk-İş ve iktidar (arka fonda işveren örgütleri) yer almaktadır. Bu resimde Hak-İş’in bulunmaması iki biçimde yorumlanabilir, birincisi onlar zaten iktidarın bir parçasıdır; ikincisi ileri aşamada benzeşecekleri Türk-İş’le birleştirilecekleri için kenarda bırakılmışlardır. Yani lüzumu halinde kullanılacak bir araç konumuna getirilmişlerdir.
Resmin ana hatları, tıpkı 12 Eylül darbesinde olduğu gibi Türkiye sendikal hareketini denetim altına alma ve böylece kapitalist düzeni sorunsuzca işletme üzerine kurgulanmıştır. Türk-İş yönetimi çok başarılı bir şekilde, düzenin ana aktörlerinden biri olduğunu kanıtlamıştır.
Türk-İş bizzat Başbakan tarafından ikna edilerek, bedeli Türkiye sendikal hareketinin yok edilmesi pahasına bile olsa, 2821-2822 sayılı yasalarla yaratılan eritme sistemi yeniden tahkim edilmiştir.
DİSK ve DİSK gibi unsurları, barajlar sistemi ile etkisiz hale getirmeyi, bu şekilde sömürü ve baskı üzerine oturmuş bu düzeni muhalefetsiz bir şekilde yönetmeyi hedeflemişlerdir.
Unutulan bir nokta vardır. DİSK, yönetim tarzını beğenelim veya beğenmeyelim, her zorlu sınavda örgütlü bir şekilde ayakta kalmış bir örgüttür.
Bu oyunu da bir şekilde bozacaktır. Zaten son birkaç gündür yayınlanan açıklama ve eylemlerle bunun işaretlerini de vermiştir.
12 Eylül darbesiyle yok edilmek istenen DİSK, yeniden ayağa kalkmış ve 1992’den itibaren hızla büyüyen tek işçi örgüt olmayı başarmıştır.
Türk-İş’teki muhalefet hareketinin de artık kesin tavrını ortaya koyma zamanı gelmiştir. Türk-İş’in son tercihi sermaye ve iktidar olmuştur. Hala Türk-İş’ten bir çıkış bekleyenler, Türk-İş’in işçi sınıfı gibi bir derdi olduğunu düşünenler bir kez daha durumların