Türkiye’deki sosyalist sol olarak “Almanca”mızın çok iyi olduğu pek söylenemez. Hatta bu dili konuşanlara bir miktar şüphe veya hoşnutsuzlukla baktığımızı itiraf etmemiz gerekir. “Fransızca”nın o epik akıcılığı bizleri daha çok çekmişe benziyor. Türkiye solu eyleme yönelmeyen veya bu yönelimi içsel olarak barındırmayan mülahazalardan pek hoşlanmaz. Hatta bu durumun bazen düpedüz saçma hallere yol açtığından bile […]
Türkiye’deki sosyalist sol olarak “Almanca”mızın çok iyi olduğu pek söylenemez. Hatta bu dili konuşanlara bir miktar şüphe veya hoşnutsuzlukla baktığımızı itiraf etmemiz gerekir. “Fransızca”nın o epik akıcılığı bizleri daha çok çekmişe benziyor. Türkiye solu eyleme yönelmeyen veya bu yönelimi içsel olarak barındırmayan mülahazalardan pek hoşlanmaz. Hatta bu durumun bazen düpedüz saçma hallere yol açtığından bile bahsedebiliriz. Örneğin Türkiye sosyalist solunun herhangi bir “ekibinin” herhangi bir toplantısına girdiğinizde, söz alanların çok büyük bir kısmının “pratiğin önemli olduğunu, pratikten kopuk teorinin anlamsız olduğunu” ima eden sözleri konuşmasının içerisine bir şekilde yedirdiğine veya bunu açıkça söylediğine şahit olmanız kuvvetle muhtemeldir. Yani aslında tek tek bireylerin oluşturduğu yekûna baktığımızda, Türkiye solunun büyük, hatta epey büyük bir kısmının, teoriyi ancak ve ancak pratiğin işine yaradığı müddetçe takdir etmek konusunda mutabık olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu büyük mutabakata rağmen, bunu her toplantıda birbirimize aktarmaktan da usanmayız. Bunun, Türkiye sosyalist solunda, birbirimize konuştuğumuzu yine birbirimize hatırlatmak amacıyla kullanılan bir tür “devrimci ritüel” olduğunu düşünmeliyiz belki de.
Halen içerisinden geçmekte olduğumuz bir dönüşüm evresinde “Fransızcamızın” epey bir tutukluğa uğradığı aşikâr. Bu yüzden olsa gerek ki “Almanca” sözcüklerin yeniden dudaklarımızdan döküldüğüne tanık oluyoruz. AKP’nin politik önderliğini yaptığı rejimi ve ortaya çıkan yeni devlet hâlini nasıl adlandırmamız gerektiği üzerine yapılan tartışma bu nedenle önemli ve hayırlı. Bu yazı bu “yeniden hatırlama” sürecine mütevazı bir katkı olarak düşünülmüştür.
Sömürge tipi faşizm tespiti
Rejim ve devlet üzerine yapılan bu tartışmalar içerisinde Ergin Yıldızoğlu ve Ferda Koç’un yazdıklarının önemli olduklarını söyleyebiliriz. Ergin Yıldızoğlu, “[K]estirmeden giderek, bugün bir ‘Faşist Devlet’ altında yaşadığımızı ileri sürmenin, gerçekten de karşımıza önemli sorunlar çıkaracağını düşünüyorum. Ancak karşı karşıya olduğumuz devletin ‘Faşist Devlet’i andıran özellikler sergilediğini de görüyorum” derken bu tartışmayı açmaya çalışıyor, akabinde ortaya koyduğu devleti anlama paradigması ile de bu tartışmanın şekillenmesine dair önemli bir katkı sunuyordu.(1) Ferda Koç’un yazıları ise sıkı bir belirleme ile işe başlıyordu. Buna göre yeni dönemin yeni rejimi de temelde “sömürge tipi faşizm”dir; daha özelde ise bunun neoliberal versiyonudur. Böylelikle Koç, AKP dönemini “sömürge tipi faşizm” belirlemesi içerisinde yeni bir evre olarak niteliyor ve Ergin Yıldızoğlu’nun açmaya çalıştığı tartışma düzlemine, belirli bir gelenek okumasını uyarlayarak katılıyordu.
Aslında hem Yıldızoğlu hem de Koç, tartışmanın başlamasına vesile olan “AKP Faşizmi” ve Sol Liberalizm isimli makalesinde faşizm ile ilgili olarak daha “soy-Marksist” bir tutumu ortaya koyan Foti Benlisoy karşısında, belirli bir noktada, uzlaşıyorlardı. Yıldızoğlu’nun “[F]aşizm kapitalizme ilişkilidir ama, Alman, İtalyan Faşizmleri’nin kapitalizme ilişkisi, emperyalizme bağımlı (“post-colonial state”) bir ülkedeki “Faşizmin” ilişkisine ne kadar benzeyecektir?” sözleriyle belirttiği kaygı, kendisi ile Koç’un uzlaşı noktasına işaret etmekteydi. Bu ortak kaygının temelde doğru olduğuna ben de katılıyorum. Faşizmi veya aslında parlamenter demokrasi dâhil her türden kapitalist devlet rejimini Weberyen “ideal tip” metodolojisi çerçevesinde anlamamak; devlet ve rejim gibi yapısallaşmış bütünlükleri sınıflar mücadelesinin yerelden küresele uzanan dinamik süreçleri içerisinde analiz etmek esas olmalıdır. Bu çerçevede Yıldızoğlu’nun işaret ettiği -ve Koç’un da içlerinden bir tanesini temel aldığı- “Brezilya tipi demokrasi”, “otoriter devlet”, “sömürge tipi faşizm,” “oligarşik devlet” gibi kavramların hepsi, devrimcilerin, sosyalistlerin kafalarını bizzat vurdukları yapıları anlama çabalarından doğmaktaydı. Mesele yeni akademik kavramlar geliştirmek değil, kafalara vuranın özgünlüğünü anlayabilmek ve ona göre bir siyasal strateji geliştirebilmekti.(2)
Bu noktada, “sömürge tipi faşizm” temel tahlili üzerinden belirlemeler yapan Ferda Koç’un yazdıklarına eğilmekte fayda vardır. Koç’un temel iddialarını şu şekilde sıralamak mümkün:
– Türkiye’nin özgün faşizmi, sol liberallerin öne sürdüğü gibi, Kemalist otoriterizme ve onun aygıtlarına atıfla anlaşılamaz. Sömürge tipi faşizm açısından belirleyici olan, ABD mahreçli kontrgerillanın tarihsel olarak sivil-asker bürokrasi içerisinde neşet etmiş olması değildir; bu modelin özü askeri vesayet rejimine indirgenemez. Sömürge tipi faşizmin özü, ABD emperyalizmi ile yerli tekelci sermaye arasındaki ilişkidir. Bugün için bu ilişkinin yeniden tesis edilmesinde, daha “sivil” bir yapılanmanın “askeri vesayet” enstrümanlarının yerini alması meselenin bu özünü değiştirmez.(3)
– AKP, sömürge tipi faşizmin yeni döneme uyumlandırılmasını üstlenen politik aktördür. Bu belirlenim temelde yeni iki eksen üzerine oturur: Neoliberal yeni sömürgecilik politikaları ve “Büyük Ortadoğu Projesi” çerçevesindeki bölgeyi yeniden yapılandırma programı. M.C. hükümetleri kendi dönemlerinin emperyalist politikalarının uygulayıcısı oldukları gibi, AKP de bu emperyalist politikaların uygulayıcısı olduğu için, “sömürge tipi faşizmin AKP dönemi”nden bahsedilebilir.(4)
– “Kıbrıs fatihliğinin” yeniden canlandırılması, en son Zeytinburnu’nda yaşanan faşist kalkışma türlerinin devamlılığı, HES karşıtı mücadele çerçevesinde gelişen devletin Hopa saldırısı gibi olaylar yeni neoliberal sömürgecilik ile sömürge tipi faşizmin yeni hali arasındaki güncel bağlantıyı vermektedir.(5)
Tespite reddiyeler
İlk olarak Koç’un sol liberal otoriterizm anlayışına verdiği cevapta yaptığı belirlemeye katıldığımı belirtmek isterim. Otoriterizmi sivil-asker bürokrasi ile özdeşleştiren ve buna mukabil olarak da demokrasiyi bu yapının geri çekilmesi olarak ele alan sol liberal anlayış, Türkiye sosyalist solu açısından ortada cürmünün ötesinde bir enkaz bırakmıştır ve bir müddettir uğraştığımız da aslında bu enkazın süpürülmesinden ibarettir.
Fakat Koç’un belirlemeleri ile ilgili soru işaretleri bu noktadan sonra ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla yapılan belirlemelere aşağıda maddeler halinde sıralamaya çalışacağım hususlar açısından itiraz edilebileceğini düşünüyorum:
1- Koç, aslında bir dönüşüm olduğunu, ama bunun salt bir rehabilitasyon olduğunu söylemektedir. Buna göre AKP önderliğinde yürütülen neoliberal restorasyon, ABD emperyalizmi ile yerli tekelci sermaye arasındaki bağın farklı bir biçimde yeniden tesisidir. Ve bu tesis süreci, sömürge tipi faşizmin temel özelliği olarak, tepeden, baskı ve zor mekanizmaları üzerinden gerçekleşmektedir.
İlk olarak Koç’un bu tespitindeki ekonomist boyut ve buna bağlı olarak ortaya konan mekanik modellemeye dikkat çekmek gerekir. Koç, merkezinde ABD’nin bulunduğu bir emperyalist sistemin, yerli tekelci sermaye müttefikliğinde, devlet içerisinde -bu sefer AKP tarafından “sivil” bir biçimde oluşturulan- mekanizma üzerinden devlet aygıtının “işletim sistemini” kontrol ettiğini belirtip, neoliberal dönüşümün bu ilişkiyi sadece rehabilite ettiğini belirtirken, adeta yeni bir Weberyen ideal tip örneği sunmaktadır. Bu öyle bir ideal tiptir ki, aşağı yukarı 30 senedir empe
ryalist sistemin işleyişini köklü bir şekilde dönüştüren neoliberal restorasyonun etkisi, sadece ve sadece rehabilitasyon düzeyinde kalmaktadır. Bu böyle olabilmektedir zira Koç’un çizdiği tabloda sınıflar mücadelesi yoktur, neoliberal restorasyon bu çerçeveden anlaşılmamaktadır. Bunun yerine, yerli tekelci sermayenin ABD emperyalizmine bağımlılığı nosyonu üzerinden üretilen bir model vardır. Emperyalizme “alttan” bağlanan bizim gibi ülkelerin kaderi de bu modelin rehabilite edilmiş şekillerini yeniden ve yeniden yaşamaktır.
Elbette ki AKP politikaları emperyalist yapılanmadan azade olarak düşünülemez. Fakat bu emperyalist yapılanmanın da kendi içerisinde bir tarihi olduğunu, bu tarihin sınıflar mücadelesi çerçevesinde geliştiğini, emperyalist yapılanmaya eklemlenmenin, o ülkedeki toplumsal formasyondan azade bir şekilde anlaşılamayacağını unutmamak gerekir. İster Troçki’nin faşizm tahlillerine, ister Poulantzas’ın Faşizm ve Diktatörlük isimli önemli çalışmasına, isterse de Mahir Çayan’nın 1970’lerde Türkiye üzerine kaleme aldıklarına bakın, her birinde farklı sofistikasyon düzeylerinde de olsa bulacağınız, temel olarak, kapitalizmin ve emperyalizmin içerisinde bulunduğu aşamaya dair bir tespit, bu aşamaya bağlı olarak ortaya çıkan ve neredeyse şaşmaz bir şekilde emekçi sınıfların, orta sınıfların ve sermaye gruplarının karşılıklı konumlanışlarının dinamik tespitinden mürekkep bir toplumsal formasyon analizi ve bu analize bağlı olarak belirlenen bir siyasal durum tespitidir.
Bu böyle iken; yeni çalış(tır)ma biçimleri üzerinden işçi sınıfının toplumsal bir varlık olarak bütünlüğünü akamete uğratan; 80 sonrasının ideolojik iklimi içerisinde orta sınıfları hem toplumsal hem de ideolojik olarak bu “parçalanmış” ve dağıtılmış işçi sınıfından giderek uzaklaştıran ve böylelikle sermaye karşısında bir alternatif hegemonya bloğunun kurulabilmesinin önüne geçen; sermaye içi ilişkileri küresel finansal sermayenin hükmü altında yeniden düzenleyen; sermaye eklemlenmelerini küresel kurallara bağlayarak “ulusal sermaye” diye bir “şeyi” tartışmayı hepten mânâsız hale getiren ve gerek küresel düzlemde ortaya çıkan yeni kurumsal yapılanma üzerinden gerekse de bu yapılanmaya eklemlenmek dışında bir “görece özerkliği” artık mevzu bahis olmayan ulus-devlet yapılarının reorganizasyonu üzerinden sermaye birikimini tahkim eden neoliberal restorasyonun etkisini rehabilitasyon düzeyinde tespit etmek ve bu tespitten hareketle sömürge tipi faşizmin de -rehabilite olsa da- devam ettiğini iddia etmek, emperyalizmin belirli bir dönemine dair ortaya atılan bir modeli, Weberyen bir ideal tip haline getirmek ve onu da bugüne giydirmeye çalışmak anlamına gelmemekte midir?
Neoliberal restorasyon sermayenin küresel bir saldırısıdır ve onu daha önceki saldırılardan ayırt eden sınıfsal kompozisyonları, sınıflar arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerin ete kemiğe büründüğü kurumsal mekanizmaları hem küresel hem de ulusal düzlemlerde dönüştürmüş olmasıdır. Ve tüm bunlar emperyalizmin yapılanışını, sermaye birikimi süreçlerinin işleyişini ve yönetimini, ulusal birimlerin bu sisteme eklemlenme biçimlerini, ulusal düzeydeki sınıfsal konfigürasyonları kökten dönüştürmüştür. Poulantzas, Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan faşizmlerin, tekelci sermayenin egemenliğine geçiş evresinin bir ürünü olduğunu iddia etmişti; Mahir Çayan sömürge tipi faşizmi, emperyalizmin sömürge ülkeler için içsel bir olgu halinde geldiği 3. Bunalım Dönemi çerçevesinde analiz ediyordu; Troçki’nin faşizm analizi ise sıkı bir kriz analizine dayanmaktaydı. Üstelik hepsi de -biraz önce de vurgulandığı gibi- bu genel, makro belirlemeleri soyut kurallar ve modeller olarak değil, toplumsal sınıfların pozisyonlarının analizi üzerine bina edilen gerçek süreçler olarak ortaya koyuyorlardı. Böyle bir durumda, rehabilitasyondan dem vurup meseleyi kısa kesmektense, emperyalist sistemin dönüşümünü ve post-kolonyal devletlerin bu sisteme eklemlenme biçimlerinin analizi üzerinden yeni bir tespite doğru ilerlemek daha gerçekçi olmayacak mıdır?
Bu noktada karar vermemiz gerek konu şudur: Marksist ustalardan, örneğin Almanya, İtalya veya Türkiye’nin 1970’leri üzerine yaptıkları tespitlerin buradaki ve bugünkü sağlamasını yapmaya yönelik konu başlıkları mı toparlayacağız yoksa ortaya koydukları tahlil çerçevesinin kendisi üzerinden tefekkür mü edeceğiz?
2- Emperyalist sisteme eklemlenme meselesini, emperyalist merkez ile yerli tekelci sermaye arasında kurulan bir düz ittifak olarak kurgulamak ekonomizmin çekirdeğini teşkil etmekte. Zira bu belirleme, eklemlenmenin öncül ve sonuçlarının da sınıf mücadeleleri etrafında şekillenen toplumsal formasyon çerçevesinde biçimlendiğini es geçmekte. Örneğin Poulantzas, Almanya ve İtalya’da faşizmin ortaya çıkışını bu iki ülkenin emperyalist zincir içerisindeki zayıf halkalar olmasına bağlamaktadır. 1928 itibariyle I. Dünya Savaşı öncesindeki üretim kapasitesini geçmiş bulunan ve aslında sanayi üretimi açısından gelişmiş ülkeler içerisinde ikinci sıraya yükselen Almanya’nın bu “zayıflığı” nereden kaynaklanmaktadır? Poulantzas bu özgün zayıflığı, Alman hâkim sınıfları arasındaki çatlaklara, eşitsiz gelişime ve böyle bir durumda devletin edindiği özgün role, yani aslında toplumsal formasyonun biçimlenişine ve buna bağlı olarak ortaya çıkan siyasal sonuçlara bağlayarak tespit ediyordu.(6) Mahir Çayan da emperyalizmin Türkiye’ye içsel bir olgu olarak yerleşmesi süreci ile ilgili olarak -özellikle küçük burjuvazinin Türkiye’deki özgün konumu üzerinden- bir tür toplumsal formasyon tartışması yürütmekteydi. Bu tartışmaların akademik nitelikte olduğunu kimse söyleyemez. Zira yürütülecek mücadelenin sınıfsal stratejileri tam da bu tartışmalara bağlı olarak şekilleniyordu.
Koç, emperyalist zincire eklemlenmenin iki yeni ayağı olarak neoliberal sömürü politikaları ve BOP üzerinden edinilen rolü ön plana çıkarıyor. Doğrudur. Fakat bana kalırsa yanlışı bu iki ayağı belirlerken değil, Türkiye’nin emperyalist zincir üzerindeki konumunu sabit kabul ederek yapıyor.
AKP’nin “başardığı” nedir? AKP, 1980 sonrasında ve özellikle 1990’larda başarısız olan neoliberal hegemonya girişimlerini, özgün bir biçimde başarıya ulaştırmış durumdadır. Hegemonyanın tesisi tümden sorunsuzluk anlamına gelmez. Aksine hegemonya devamlı suretle kırılgandır, devamlı suretle dengelenmesi gerekir. Bu, toplumsal formasyonun, yani verili bir konjonktürde sınıfların karşılıklı ilişkilerinin ekonomik, siyasal ve ideolojik bütünselliğinin dengelenmesi olarak da ifade edilebilir. Bu anlamda içerisinde devrimcilik yapmaya çalıştığımız ülke, somut sınıflardan ve onların ekonomik, siyasal ve ideolojik karşılıklı ilişkilerinden oluşan bu ülke, suni değil, görece istikrarlı bir dengeye oturmuş durumdadır. Bu ne ezel ebet bir dengedir ne de herhangi bir derin küresel krizden azade kalabilecek kadar sağlamdır; zaten artık bu sağlamlıkta bir hegemonyadan bahsetmek de boşunadır. Fakat biraz önce de belirtildiği gibi, hegemonya zaten tam da budur. Sorunların ve çelişkilerin aşılması değil, sorun ve çelişkilerin çözümlenmesine, stabilize edilmesine dair etkin mekanizmaların işlerliği ile ilgilidir.
Ekonomik krizi Yunanistan’daki veya İtalya’daki gibi yaşamayan ve Foti Benlisoy’un haklı olarak hatırlattığı gibi, G-20 üyesi olan bir ülkede devrimcilik yapmaya çalışıyoruz. Ortadoğu üzerinde gelişen emperyalist planlar içerisinde, kendisine verilen rol ve görevi yerine getiren, fakat bu rolün kuralları ile ilgili olarak da kendi ajanda
sı olan bir ülkede devrimcilik yapmaya çalışıyoruz. Tüm bunları düşündüğümüzde Türkiye’nin emperyalist zincir içerisindeki konumu üzerine yeniden tefekkür etmemiz gerekmiyor mu? (7)
3- Neoliberal restorasyonun devlet iktidarlarının kullanım biçimi, yani rejim üzerinde gösterdiği otoriter etkinin sadece post-kolonyal devletlerle sınırlı bir değişim olmadığını da gözden ırak tutamayız. Poulantzas, neoliberal restorasyonun hemen şafağında yazdığı son kitabında, gelişmiş kapitalist ülkelerin siyasal formasyonlarında, parlamenter demokrasiyi anlamsız kılacak ve kendi tabiri ile otoriter bir devletçiliğe yol açacak köklü dönüşümlerden bahsetmekteydi.(8) Devlet aygıtı içerisinde ekonomi yönetimini üstlenen birimlerin görece değil radikal bir şekilde özerkleşmeleri, parlamenter demokrasinin dinamiklerinden kurtulup küresel düzeyde işleyen bir ekonomik anayasacılığın etkisi altında işlemeleri -özellikle ve öncelikle – merkez kapitalist ülkelerde gözlemlendi. Poulantzas bu durumu devlet aygıtının ikili bir yapıya kavuşması şeklinde tarif ediyordu. Üstelik devlet aygıtındaki bu otoriter dönüşüm salt ekonomi yönetimi ile ilgili olarak ortaya çıkmıyordu. Neoliberal dönem içerisinde iç güvenlik aygıtının ön plana çıkması ve iktisadi olarak marjinalleştirilen kesimler üzerinde geniş ve sıkı bir adli cezalandırma sisteminin işlemesi neoliberal otoriterizmin “sömürge tipi” faşizme” açılan yönlerine işaret etmektedir. Bu son cümle ile elbette ki “sömürge tipi faşizmin” artık “merkezde” de vâki olduğunu öne sürmeye çalışmıyorum. Meramım daha çok neoliberal dönemdeki otoriterleşmenin daha küresel, daha genel bağlamlarına dikkat çekmek.
4- Koç’un, askeri vesayetten çıkışın otoriterizmin özünün alt edilmesi anlamına gelmediği konusundaki uyarısının doğru olduğunu belirtmiştik. Fakat Koç’un kendisi de değişen bir biçim olduğunu söylemekten geri kalmamaktadır. Eğer Türkiye’de otoriter yapılanma, güvenlik bürokrasisinin kilit mevkilerinde yuvalanmış bir kontrgerilla biçiminden, kontrgerilla taktiklerine, iç savaş konjonktürüne dayanmayan, daha “sivil” bir biçime geçtiyse, bunun bir dönüşüm olduğunu, Türkiye’deki otoriter yapılanmanın dönüştüğünü neden iddia edemeyelim ki? Kapitalist devlet tartışmalarında biçim çoğu zaman belirleyici bir konum kazanır. Rejimler arasındaki farklılıklar çoğunlukla devlet iktidarının neden “o biçimde” değil de “bu biçimde” işlediği ile ilgilidir. Dolayısıyla eğer Türkiye’de yaşanan otoriterizmin biçim değiştirdiğini kabul ediyorsak, rejime dair de bir dönüşümü ortaya koymak durumundayız. Koç, Kıbrıs fatihliğini, Zeytinburnu’nda yaşanan faşist kalkışmayı ve devletin Hopa’daki saldırısını öne sürerek, “sömürge tipi faşizm” taktiklerinin devlet tarafından yedekte bekletildiğinin ve gerektiğinde uygulandığının altını çizerken yerinde bir uyarı yapıyor. Fakat bu uyarılardan “sömürge tipi faşizmin” hâlâ tüm taktik ve işleyiş biçimleri ile devam ettiğine geçiş yapmak biraz zorlama izlenimi uyandırıyor. Bu, benim gibi, bu açıklama modelini yukarıda aktarmaya çalıştığım nedenlerden dolayı da sorunlu bulan kişilere has bir izlenim olmasa gerek diye düşünüyorum
Otoriterizmin azaldığı falan yok. Ve zaten bizim açımızdan mesele “azlık-çokluk” meselesinden çok nitelik meselesi olarak ortaya konmalı. Baskıcı bir uygulamaya “faşist” demeyince, baskı azametinden bir şey kaybetmiyor. Mesele, o uygulamayı nasıl isimlendirdiğimiz ile o uygulama karşısında ne yapacağımız arasında kurmamız gereken somut bağlantıda.
* * *
Yunanistan’da yaşanan son durumu düşünelim. Şu anda Yunanistan özelinde daha yoğun olmak üzere, AB’nin oynadığı rol, Nazi dönemi sonrasındaki en otoriter biçime varmış durumda değil mi? Anketlerdeki toplam oy oranları yüzde 20’leri geçen Yunanistan solunun iki büyük bileşenin, Komünist Parti ve Syriza’nın, böyle bir durumda dâhi bütünlüklü bir çıkış stratejisi izleyememeleri, salt politik beceriksizlikleri veya basiretsizlikleri ile açıklanabilecek bir şey mi? Açıklanması gereken tam da zaten bu basiretsizlik değil mi? Neden bu iki yapının merkezindeki yönetici blokları alaşağı edebilecek devrimci öneriler vasıta bulamıyor? Bu durumun, neoliberalizm döneminde devrimci mücadelenin dinamikleri üzerine bizi derin düşüncelere sevk etmesi gerekir diye düşünüyorum.
Türkiye’de içerisinden geçtiğimiz özgün otoriterleşme süreci karşısında da bir tür politik alarmizm içerisinde olmamak gerekiyor. Ferda Koç’un yaptığını söylemek haksızlık olur ama, faşizm tahlillerinin genelde bir tür politik alarmizm çağrısı olarak karşılık bulması kuvvetle muhtemeldir. Elbette başka bir yazının konusu, fakat Türkiye’de bugün için ihtiyaç duyduğumuz politik stratejinin, ciğerlerimize derin bir nefes çekip, o nefesi idareli harcamakla ilintili olduğunu düşünüyorum.(9)
Dipnotlar:
(1) Bu yazıda referans verilecek olan tüm yazılara aşağıdaki linkten ulaşılabilir;
http://www.sendika.org/index.php?eylem=arsiv&arsiv_tip=dosya&dosya_no=68
Bu tartışma bağlamında, Türkiye solunun, teorik ve politik meseleleri ele alabileceği ortak bir tartışma platformuna ne kadar ihtiyacı olduğu bana kalırsa bir kez daha ortaya çıkıyor.
(2) Fakat doğrudan faşizm belirlemesi yapan veya yukarıda isimleri anılan varyasyonlara başvuran her tahlilin “sakat” bir yanı olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Bu tahliller, kapitalizmin “normal” yönetim biçimi olarak parlamenter demokrasiyi, bu sonucu ortaya çıkaran tarihsel süreci de “normal” burjuva devrimleri olarak ele aldıkları ve bu iki “normalin” dışında ortaya çıkanları “istisnai” saydıkları ölçüde belirli bir defoyu içermekteydiler. Zira öncelikle “kapitalist devletlerin bu ‘normal’ parlamenter demokrasilerle yönetilmeleri kapitalizmin tarihi içerisinde başat mıdır yoksa esas ‘istisna’ o mudur” meselesi son derece su kaldırır türden bir meseledir. Bunun da ötesinde, “normal” burjuva devrimi artık neredeyse “şeytan aldı götürdü” tekerlemesi ile anılabilecek bir niteliğe sahiptir. Örneğin burjuva demokrasisi deyince ilk akla gelen İngiltere’ye dair Tom Nairn ve Perry Anderson öne sürdüğü tezler, İngiliz burjuvazisinin tarihsel misyonunu yerine getirmediğini, İngiltere’de yaşanan burjuva devriminin -kapitalizmin inşası konusunda başarılı olmuş olsa da- toplumsal yapıyı dönüştürmeden bırakmış olduğunu iddia etmekteydi. Toprak sahipleri ile olan mücadelesi sonucunda bir tür simbioza razı gelen İngiliz burjuvazisi, toplumun hegemon gücü haline gelememiş, toplumsal ve siyasal hayatı kendi sûretince yeniden inşa edememişti. Kemâle ermiş bir burjuvazinin yokluğunda işçi sınıfı hareketi de benzer bir akıbeti paylaşmış; alternatif bir hegemon güç olmak yerine, sistemin korporatif karakterde bileşeni haline gelmişti. Yani kısacası bu “normal” burjuva devrimi İngiltere’de dahi “normal” seyrini izlememişti. Bu tezlerin en açık bir şekilde dile getirildiği iki çalışma için bkz. P. Anderson, “Origins of the Present Crisis”, New Left Review 23, 1964 ve T. Nairn, “The English Working Class”, New Left Review 24, 1964.
(3) Bu tezler için bkz. Velev ki “askeri vesayet” bitmiş olsun isimli yazı.
(4) Bu tezler için bkz. AKP Faşizmi” veya “Sömürge Tipi Faşizmin AKP dönemi isimli yazı.
(5) Bu tezler için bkz. Sömürge Tipi Faşizmin “AKP dönemi” isimli yazı.
(6) Bkz. N. Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Birikim Yayınları, İstanbul, 1980, s. 22-26.
(7) Bu tefekküre başlayan, fakat bu tartışmalar içerisinde gözden kaçan bir yazıyı Hakan Güneş kaleme aldı. Bkz. http://toplumsol.com/index.php?option=
com_k2&view=item&id=319:turkiye&Itemid=221
(8) Bkz. N. Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yayınları, İstanbul, 2006.
(9) Bu satırlar sona erdiğinde, Ergin Yıldızoğlu’nun, Ferda Koç’un belirlemelerini de ele alan yeni bir yazısı sendika.org’da yayınlandı. Tartışmanın daha da derinleşiyor olmasını görmek sevindirici.