Çocuk, egemenlerin dünyasında daha terbiye edilememiş, şekil verilmesi gereken geleceği, ancak bu başarılamazsa kendileri için tehlikeli olabilecek “yeni”yi ifade eder Başbakanın devlet eliyle dindar bir nesil yetiştirme ısrarı genellikle “gizli ajandası”nı hayata geçirmeye yönelik vites büyütmesi olarak yorumlandı. Oysa Erdoğan’ın tartışmayı sürekli “değerler” alanına çekmesi bir sıkıntının işareti olarak da okunabilir. Zerdüştler, Ateistler olmasa, herkes […]
Çocuk, egemenlerin dünyasında daha terbiye edilememiş, şekil verilmesi gereken geleceği, ancak bu başarılamazsa kendileri için tehlikeli olabilecek “yeni”yi ifade eder
Başbakanın devlet eliyle dindar bir nesil yetiştirme ısrarı genellikle “gizli ajandası”nı hayata geçirmeye yönelik vites büyütmesi olarak yorumlandı. Oysa Erdoğan’ın tartışmayı sürekli “değerler” alanına çekmesi bir sıkıntının işareti olarak da okunabilir. Zerdüştler, Ateistler olmasa, herkes kendi mezhebinde saf tutsa, ‘teröristi de, isyankârı da, tinerciyi de’ yeneceğini iddia eden iktidar, vites büyüten değil patinaj yapan bir iktidar olarak da değerlendirilebilir. Ekonomik krizin, savaş rüzgârlarının, “saray içi” çekişmelerin gölgesinde “dindar nesil” tartışması siyasetin akması istenen mecraya dair bir tercih olarak görülebilir.
Zira Başbakan Erdoğan gündemde tutmayı istemediği konuları “yok” saymakta ustadır. Her şeye laf yetiştiren görüntüsünün arkasında kılı kırk yaran bir stratejik gündem planlaması vardır. Güncel örnekleri malum: Deniz Feneri davasında en ağır ceza istenenin konuyu araştıran savcılar olmasına, Uludere’de vur emrinin kim tarafından verildiğine dair sorulara, en sert eleştirilere yanıt vermedi. Ancak Erdoğan “dindar bir nesil yetiştirme” üzerine dönen tartışmaları çok sevdi ve bu konudaki her topa girmeye özel gayret gösteriyor. Ve başlıyor tabanın duyarlılıklarını ince ince gıdıklamaya… Ateist bir nesil isteyenler olduğunu, bunların 28 Şubat’ta türbanlı öğrencileri “ikna odaları”na çektiklerini, dini kitapların yakıldığını, Köy Enstitüleri ile öğretmenlerin ve öğrencilerin formatlandığını anlatarak İslamcı siyasetin 80 yıllık hafızasını tazeliyor.
Mağdur proletarya-günahkar proletarya
Ancak Erdoğan bunu sadece “safları sıklaştırmak” için yapmıyor. “Dindar bir nesil” söylemine gelen eleştirilere “Gençliğin tinerci mi olmasını istiyorsunuz” diye yanıt verirken iki duyarlılığa sesleniyor Erdoğan. Bunlardan birincisi yukarıda özetlediğimiz dinsel temelli gelenek. “Her türlü kötülüğün nedeni dinsizliktir, hatta bizim dinden olmayanlardır” dışlayıcılığı bu gelenekten türetiliyor. Erdoğan’ın kaşıdığı diğer bir duyarlılık ise tamamen sınıfsal bir dışlamayı hedefliyor! Toplum ve Kuram dergisinden Delal Aydın’ın ifadesiyle “tinerciler”in bir “korku nesnesi” olarak sembolleştirilmesi(1), bugün Erdoğan’ın sözlerinde somutlanıyor. Radikal’den Ali Topuz’a göre de sınıfsal bir aşağılama.(2) Erdoğan “tinerci” imgesiyle, üst ve orta sınıfları en alttakilerden gelebilecek “tehditler” karşısında bir olmaya çağırıyor. Çeşitli yoksulluk hallerinin “suç” ile özdeşleştiren “üçüncü sayfa haberleri”nin yarattığı tarzda bir bilinci, dinsel motifler ile sağlamlaştırıyor. Erdoğan’ın “dinsiz tinerci” imgesi, ait olduğu sınıfın yüzyıllardır biriken “mücadele” deneyimlerinden kökleniyor.
Kapitalist toplumlarda yoksulların, sokakta yaşayan çocukların, evsizlerin, işsizlerin vs. bir “sosyal hastalık” kabul edilip kültürel, ahlaki bir sorun olarak tartışılması yeni bir durum değil. Avrupa’da topraklarından sürülen, zanaatları ellerinden alınan yığınların hızla proleterleştirildiği 18’inci ve 19’uncu yüzyılda da tüm yoksulluklar ve yoksunluklar “günahkâr toplum” üzerinden açıklanır. İnsan kendi doğası gereği günaha meyillidir ve insanların oluşturduğu kapitalist toplumun “doğal” günahı ise yoksulluktur. Günahkâr olmak istemeyen yoksullar “çalışkanlık”, “ölçülülük”, “tutumluluk”, “uysallık” gibi erdemleri gösterirlerse çeşitli yardımları hak eden bir “mağdur” olarak görülür. Aksi halde bir günahkâr olarak, yaşadıklarını hak edecektir. Günahlarından arınmak isteyen zenginler ise hayırseverlik ahlakını kuşanmalıdır. Böylece yoksulların düşük olduğu varsayılan ahlakı ve işe koşmak için gerekli eğitim düzeyleri yükseltilebilecektir.
Yoksullun mağdurluğu da ve günahkârlığı da birbirini tamamlayan sınıfsal bir saldırıdır. Proletarya kendi içlerinde bölünerek bir kısmı “toplum gözünde” acıma ve korku nesnesi haline getirilir. Onların en azından bir kısmını acıma ve korku nesnesine dönüştürmek, devrimci özneyi engellemenin, işçi sınıfının oluşumuna müdahalenin en bilinen yoludur.
Ağlayan çocuk-tinerci çocuk
Gelelim bizimkilere. Gülen’in “kayıp kuşak” olarak tarif ettiği bir nesle karşı, “eğitimli ve ahlaklı bir gençlik” tanımladığı “altın nesil” projesi de Erdoğan’ın “dinsiz tinerci”ye karşı “dindar bir nesil” sloganı da aynı egemen sınıf belleğinden besleniyor. O bellek hızlı proleterleştirme süreçlerinde belalı sınıflarla nasıl başa çıkılacağına dair deneyimlerle dolu.
Egemenlerin çocuklar ve gençler ile ilgili politikalarında ve söylemlerinde bu belleğin izlerini takip etmek mümkün. Zira çocuk, egemenlerin dünyasında yetişkinlerin yarattığı ancak daha terbiye edilememiş, şekil verilmesi gereken geleceği; bu başarılamazsa kendileri için tehlikeli olabilecek “yeni”yi ifade eder. Tıpkı proletarya gibi… Proletarya kavramının Latince’de “nesil, oğul” demek olan “proles”ten türetilmesi de Erdoğan’ın bu nesilin dindar olmasını istemesi de tesadüf değildir.
1 Şubat 1979’da Gülen Cemaati’nin kuruluşunu müjdeleyen Sızıntı dergisinin ilk sayısı “ağlayan çocuk” kapağıyla çıkmıştı. Sarışın, masum yüzlü bu çocuğun yeşil gözlerinden akan yaşlar, çocuğun bir “acıma nesnesi” oluşunun en çarpıcı örneklerindendi. Bu resim 70’lerin sonlarında, 80’lerin başlarında kartpostalları, evlerin duvarlarını, esnafların vitrinlerini, minibüslerin arka camlarını süslemeye başladı. Acıma nesnesi olarak çocuk imgesinin tek örneği sadece Ağlayan Çocuk değildi. Kemalettin Tuğcu romanları, Sezercikler, Ayşecikler, acıların çocukları… “Sosyal devlet” iddiasına rağmen koruma şemsiyesinin dışında kalan yığınlar olduğu gerçeği bu çocuklarla simgeleniyordu. Gülen bu altın saçlı çocuğu “altın nesil projesi”nin sembolü haline getirdi. Şehir şehir dolaşıp “altın nesil konferansları” verirken, dershaneler, okullar açarken “ağlayan çocuğun gözyaşlarını dindirme” iddiasını dile getirdi. “Sosyal devlet” iddiasının sınıfsal çelişkilerin üstünü örtemediği, devrimci mücadelelerin yükseldiği bir dönemde, “acıma” politikaları isyankârlığa karşı önlem olarak da pazarlandı.
Neoliberal dönüşüm süreci ve Kürt sorunu, son 20 yılda çocuğun sadece bir “acıma nesnesi” değil tıpkı 19. yüzyıldaki gibi “nefret nesnesi” olarak da gündeme gelmesine sebep oluyor. Kirli savaş ve neoliberal dönüşüm kentlerin çeperlerini sürgünlerle dolduruyor. Nurdan Gürbilek “Acıların Çocuğu” başlıklı yazısında bu dönüşümü anlatırken özellikle 1990’lı yıllara işaret ediyor. Tam da bu dönemde “masum çocuk” kategorisinden önemli bir sapmayı gösteren bu yeni çocuk kategorileriyle ilgili haberler “sokak çocuklarının dehşeti”, “tinerci çocuk terörü” gibi başlıklarla karşımıza geliyor.(3)
Aslına bakılırsa çocuklar “acıma nesnesi” olmaktan çıkmıyor. Aksine “acıma nesnesi” düzene eklemlenemediği her an “korku nesnesi”ne dönüştürülerek kriminalize e
diliyor. Kendi yarattıkları sokak çocukları gerçeği, böylece hesap sormanın değil, acımanın ve korkunun konusu oluyor. Ve kapitalizmin neoliberal aşaması, kriz ve savaş giderek daha fazla acıma ve korku nesnesi üretiyor. Geleceğini, hayatını çaldığı yoksul çocuğu, “ağlayan mağdur çocuk” olarak zararsızlaştırmaya veya “tinerci günahkar çocuk” olarak suçlu ilan etmeye çalışan bu düzenin büyük korkusunu biz biliyoruz: Taş atan, yumurta atan çocuklar. Sabah gazetesinin 15 yaşındaki bir çocuğun gözleri bantlı fotoğrafıyla desteklenmiş tutuklanma haberini bir zafer edasıyla “Molotofta son nokta” başlığıyla vermesi boşuna değil. Yumurta atan çocukların, Başbakana “ampul” diyenlerin “çocuk demeden gereği yapılacaklar” kervanına katılabilmesi de bu yüzden.
Başbakan tablet bilgisayarları dağıtırken ağzından kaçırıveriyor “Dindar olmasınlar da isyankâr mı olsunlar” diye. Acıma ve korku nesnesi olarak sunulanların, kutsal iktidarını yıkabilecek bir özneye dönüşme eğiliminin arttığına dair sınıfsal sezileri sağlam. Tehlikenin farkındalar. Gözyaşları içinde acıyıp mağdur ilan etmeleri de, dışlayarak günahkâr/dinsiz ilan etmeleri de, halledemeyince “terörist” ilan edip hapishaneleri doldurmaları da bu yüzden. Dinci gericiliğin ve milliyetçi otoriterliğin bütün birikimini bu sınıf mücadelesinde seferber etmiş durumdalar. Ne kadar çok kişiyi “ahlaklı mağdurlar” olarak kalmaya ikna ederlerse, ne kadar kişiyi “günahkar tinerci” ve “Zerdüşt, allahsız terörist” karşısında saflarına katarlarsa o kadar iyi. Ancak yine de bugünün “ahlaklı mağdurlarına”, “günahkâr tinercilerine”, “Zerdüşt teröristlerine” bakınca, tehlikeli bir bloğun oluşma ihtimalini görüyorlar. O halde Cemal Süreya çınlatsın kulaklarını: “bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını, işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz”…
Notlar:
(1)Delal Aydın: “Tinercilerin” Bir Korku Nesnesi Olarak Temsili, Toplum ve Kuram, Sayı:2, Ekim 2009
(2) Ali Topuz, “Tinerci Olunmaz, Tinerci Ölünür”, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=42782
(3)Nurdan Gürbilek, Acıların Çocuğu, http://sivildenemeler.wordpress.com/2010/09/16/acilarin-cocugu/