İnsanın hayatında bazı anlar vardır. Hayatın tüm berbatlıklarının, sıradanlaşmış kötülüklerinin arasından öne fırlayıp, vicdanınızda derin bir yara açar. Bir daha hayata eskisi gibi bakamaz, yaptığınız işi anlamlandıramazsınız… Artık bir dönüm noktasındasınızdır. Uğur Mumcu’ya suikast yapıldığı gün, benim için bir dönüm noktasıydı. Hiçbir şeyi kavrayamayacak kadar genç ve bilgisizdim. Oturduğum yerden takip ettim. Bu cinayeti işleyenler […]
İnsanın hayatında bazı anlar vardır. Hayatın tüm berbatlıklarının, sıradanlaşmış kötülüklerinin arasından öne fırlayıp, vicdanınızda derin bir yara açar. Bir daha hayata eskisi gibi bakamaz, yaptığınız işi anlamlandıramazsınız…
Artık bir dönüm noktasındasınızdır.
Uğur Mumcu’ya suikast yapıldığı gün, benim için bir dönüm noktasıydı. Hiçbir şeyi kavrayamayacak kadar genç ve bilgisizdim. Oturduğum yerden takip ettim. Bu cinayeti işleyenler bulunur ve cezalandırılır sanıyordum… Yanılmışım.
Metin Göktepe’nin dövülerek öldürüldüğü gün de bir dönüm noktasıydı. En apolitik halimle sokağa çıktım. Onu tanıyıp tanımamanın önemi yoktu. Bir meslektaşım, keyfi bir şekilde gözaltına alınıp polisin elinde katledilebiliyorsa bu hepimizin başına gelebilecek bir şeydi.
Göktepe’nin failleri bulundu. Gözaltında öldürülen ve failleri yargılanan ilk gazeteci oldu. Bir yılda salıverdiler o polisleri dışarı…
Hrant Dink’in kalleşçe öldürüldüğü günü ise dün gibi hatırlıyorum. Koskoca beş yıl geçmiş aradan. O sıralar Akşam gazetesinde yayın koordinatörüydüm, yani masa başındaydım.
Yayın yönetmenimiz, haberi sürmanşetten vermemizi bile “fazla” bulmuştu. Sokak ortasında, yüzüstü yatan gazetecinin görüntüsü, çok “iç karartıcı”ydı!
Bense masabaşında bekleyecek halde değildim. Dink’in cenazesine katıldığım gün, aynı zamanda yazıya resmen başladığım gün oldu. Vatandaş olarak katıldığım cenazeden gazeteye döndüğümde, yazarlığa cesaret ettim, izlenimlerimi yazdım. Anlayacağınız Dink cinayeti, kişisel tarihimde mutfaktan sokağa çıkmamı sağlayan en önemli nedendir. Köşecilik maceram böyle başladı.
Böyle bir hunharlığı, sistematik cinayeti, ırkçı nefreti kabul etmem mümkün değildi. Bu ülkede, bana göre bizi mahveden kronikleşmiş, hastalıklı zihniyetin birebir yansıması Dink cinayetinde mevcut.
Dava başladıktan sonra “bu defa öldürdüğünüzle kalmayacaksınız” diye sevinsem de gidişat beni ümitsizliğe sürükledi. Hani “bir şeyler” değişmişti? Hani “artık insanlar yargısız infazla öldürülmeyecekti”? İyi de failleri teşhir etmediğimiz, adil bir yargılama yapmadığımız sürece buna nasıl inanacaktık?
Perşembe oradayım!
Hrant Dink davası, artık sonuna yaklaşıyor. Suçlular, sorumlular, hepimizin gözünün önünde. Buna rağmen tüm suç, üç beş tetikçiye atılmak isteniyor. Çünkü 4.5 yıllık mahkeme sürecinde devlet içindeki yapılanma, katkı ve roller ortaya çıkarılmadı.
Cinayetin nasıl işleneceğini bilen Trabzon Emniyeti görevlileri bile sorgulanmadı, araştırılmadı. Cinayet mahallindeki kamera kayıtları gizlendi. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndan tutun yerel yöneticilere, savcılardan yargıçlara, MİT’ten jandarmaya, hepsi aynı suskunluğu paylaştı. Cinayeti çözme ve suçluların yargılanması için çaba göstermek bir yana, karartma safı yaratıldı…
İçişleri ve Adalet Bakanlıkları’na, Cumhurbaşkanlığı’na yazılan dilekçeler geçiştirildi.
İşte bu yüzden, bir kez daha Hrant Dink için yürüyoruz. Ölümünün beşinci yıldönümünde, 19 Ocak Perşembe günü saat 13’te Taksim Meydanı’nda buluşuyoruz. Örgütsüz, slogansız, flamasız… Dileyen herkes gelebilir.
Hrant için, adalet için, kendimiz için… Hep beraber!