Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, cezaevinde bulunan ve sayıları 100’ü geçen gazeteciler için “hırsız, tecavüzcü, terörist, çeteci” demiş. Bir ülke düşünün ki gazeteciler sadece mesleklerini yapıyorlar diye bir bir ve istikrarlı biçimde cezaevine atılsın. Bir ülke düşünün ki kitaplar, “terörü yuvalarında yok edercesine” daha basılmadan toplatılsın. Bir ülke düşünün ki bir muhabir haber takip ettiği için […]
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, cezaevinde bulunan ve sayıları 100’ü geçen gazeteciler için “hırsız, tecavüzcü, terörist, çeteci” demiş.
Bir ülke düşünün ki gazeteciler sadece mesleklerini yapıyorlar diye bir bir ve istikrarlı biçimde cezaevine atılsın. Bir ülke düşünün ki kitaplar, “terörü yuvalarında yok edercesine” daha basılmadan toplatılsın. Bir ülke düşünün ki bir muhabir haber takip ettiği için cezaevini boylasın, haber kaynağını arayan bir başka muhabir çeteci olsun. Bir ülke düşünün ki bir yazar yazı yazdı diye örgüt üyesi ilan edilsin, bir gazetecinin hakkındaki deliller haber kaynağıyla yaptığı telefon görüşmesinin kayıtları olsun. Ve bir ülke düşünün ki gazetecileri artık birbirlerine “seni daha almadılar mı?” diye espri yapsın.
Sonra o ülkenin Başbakanını düşünün. Bir yandan açılım üstüne açılım yapsın (!) bir yandan da halkın gerçeğe ulaşma kanalları olan gazetecilere “tecavüzcü, hırsız, terörist” desin. Bir yandan o ülkedeki basın özgürlüğü “Amerika’dan bile (!) iyi” olsun diğer yandan bütün uluslararası gazetecilik örgütleri o ülkeye kınama üzerine kınama göndersin ve sıralamada üçüncü dünya ülkelerinin gerisine düşürsün (Bkz: Sınır Tanımayan Gazeteciler’in bugünlerde açıkladığı 2011/2012 raporu, Uluslararası Gazeteciler Federasyonu rapor ve açıklamaları).
Hayır hayır. Bunlar 20. yüzyılda yazılmış bir karşı-ütopya romanında geçmiyor. Tüm bu olanlar 2012 yılında ve Türkiye’de yaşanıyor.
Yakında Uludere’yi bombalayanlar da gazeteci çıkarsa hiç şaşırmayın. Zaten neredeyse “Hrant Dink’i de gazeteciler öldürdü”ye bağladılar işi.
“Yeni Türkiye”nin devlet partisi AKP, yeni emperyalizmle eklemlenirken bir yandan cemaatler ittifakı pozisyonunu korumakta zorlanıyor bir yandan da yeni rejimin inşasının iç çelişkileriyle uğraşıyor. E onun da işi zor. Yetmez ama evet!
Dink’in gerçek katillerini saklayanlar, adaletten hala beklentisi olanlara (artık kimse o safdiller) Yargıtay aşamasını göstererek telkinde bulunuyor. Bu da yetmez ama, ağzımıza mı yapışacak sanki, buna da evet!
Liberalizmin temeli olan güçler ayrılığı ilkesi bile KHK’lar, özel yetkili mahkemeler, TMK eliyle hukuken; polis devleti uygulamaları ve masumiyet karinesini tersten işleten cezalandırmalarla fiilen ortadan kaldırılıyor.
Eski rejimin oligarşisi için Ergenekon ve türevleri, Kürt muhalefeti için KCK, sosyalistler, yaşamı savunanlar için Hopa davaları gibi davalar oluşturularak iktidar garanti altına alınmak isteniyor.
Birer “AKP muhalifi” çuvalına dönüşen bu davalarda, gözüne kestirdiklerini o çuvala sokuyorlar. Birileri ise hala AKP’yi “askeri vesayeti ortadan kaldırdı ama” diyerek savunabiliyor. İki (kelimenin gerçek anlamıyla iki) paşa hakkında nazlana nazlana ve 12 Eylül’ü bir rejim olarak aklarcasına bir iddianame hazırlandı ve NATO’nun bölgesel operasyon gücüne dönüşmek dışında bir seçeneği kalmamış orduyla, şimdiye kadar olmamış bir eşgüdüm sağladı diye askeri vesayetin kalktığı sanılıyor.
Peki doğa boşluk tanır mı? Tanımaz.
O vesayet kalktıysa yerine bir şeyin konmuş olması lazım. Ne o yeni olan? Demokratik hakların geliştirildiği, emeğin şartlarının iyileştirildiği, düşünce alanının sınırlarının genişletildiği, kamusal hizmetlerin niteliğinin artırıldığı, eğitim ve sağlık hizmetinin parasız hale getirildiği, halkların taleplerinin güvence altına alındığı, halkın yönetime katılım araçlarının gerçekten oluşturulduğu vs. bir ülke mi oldu Türkiye de bizim haberimiz yok.
Askeri vesayetin yerine konulanın ne olduğuna ilişkin birçok örnek verilebilir. Ama hukuk, eğitim ve sağlık alanına bakmak, fikir özgürlüğü-ifade hakkı pratiğini gözlemlemek yeterlidir sanırım.
Askeri vesayet bitmek şöyle dursun içinde bulunduğumuz dönemin vesayeti adeta hibrit bir yapıya kavuştu. Hem askeri hem polisi hem yargısı tek merkezden yönetilirken, sermayeye bu kadar alan açılırken ve bölgesel politikalar bağımlılık ilişkileriyle oluşturulurken, böyle bir dönemin vesayeti sadece askeri olamaz. Yaşadığımız vesayet askeri olanını da kapsayan “neoliberal-gerici vesayet”tir. Bu dönemde ve bu coğrafyada sermayenin ve “uluslararası ilişkilerin” ihtiyaçlarına göre güncellenmiş, temel olarak zorla ve zora dayalı rızayla üretilen bir vesayettir.
Lafın bu kadar uzamasında dilimizin şişmiş olmasının payı var tabi. Yüreğimizdeki sıkışma dilimize vuruyor.
Baştaki konuya dönecek olursak.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, cezaevinde bulunan ve sayıları 100’ü geçen gazeteciler için “hırsız, tecavüzcü, terörist, çeteci” demiş. Yukarıda çizilen resme bakarsak az bile söylemiş. Çünkü bu ülkede iktidar dışında başkasına da ses veren bir tek gazeteciler kalmıştı.
Peki biz Başbakan’ın sözlerine şaşırdık mı? Hayır.
Üzüldük mü? Hayır.
Sinirlendik mi? Ona da hayır.
Ne hissettiğimizi söyleyelim. Güldük.
Neden mi?
Çünkü Başbakan Erdoğan, bütün totaliter rejim liderleri gibi komik ve korkunç.
Ama biz sadece gülüyoruz…