İktidarın tüm ceberutluğuna, AKP’nin toplumsal meşruiyeti ve yüksek oy tabanına bakarak umutsuzluğa kapılmak yapılabilecek en büyük tarihsel hatadır. Bu anlamda 9 Aralık’ta Hopa Davası Duruşmasında, öğrenci arkadaşlarımızla omuz omuza durmak, tüm üniversite çalışanlarının da tarihsel görevidir Tüm dünyada gençlik hareketleri için 1968 simge bir tarihsel dönemeç oldu. Dünyanın neredeyse tamamında, eşitlikçi, özgürlükçü, antimilitarist, barış yanlısı, […]
İktidarın tüm ceberutluğuna, AKP’nin toplumsal meşruiyeti ve yüksek oy tabanına bakarak umutsuzluğa kapılmak yapılabilecek en büyük tarihsel hatadır. Bu anlamda 9 Aralık’ta Hopa Davası Duruşmasında, öğrenci arkadaşlarımızla omuz omuza durmak, tüm üniversite çalışanlarının da tarihsel görevidir
Tüm dünyada gençlik hareketleri için 1968 simge bir tarihsel dönemeç oldu. Dünyanın neredeyse tamamında, eşitlikçi, özgürlükçü, antimilitarist, barış yanlısı, emperyalizm karşıtı radikal bir dönüşüm talebi bir hayalet gibi dolaşmaya başladı. Öncelikle gençlik ve üniversite öğrencileri etrafında gelişen bu hareketlilik kısa sürede emek hareketiyle ilişkilendi, emek hareketinden beslendi ve emek hareketini besledi.
68, Türkiye’de de kendine özgü bir biçimde yaşandı. Türkiye 68’i kendi özgül koşulları gereği gelişmiş kapitalist ülkelerden farklı bir mecrada ilerledi. Özgürlük taleplerinden önce gelen bağımsızlık talebi oldu. Şüphesiz Türkiye 68’i de özgürlük ve eşitlik üzerine söylemini, düşünce pratiğini ve eylemini geliştirdi. Ancak hareketin başat unsuru anti-emperyalizmdi. Ve pek tabii ki, Türkiye 68’i gökten zembille inmedi; beslendiği ve içererek aştığı bir öncesi vardı.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Soğuk Savaş döneminde çok özel bir yerdeydi. Emperyalist ve kapitalist bloğun bir uç karakolu olduğu gibi, emperyalizmin İslam toplumlarıyla kurduğu ilişkide önemli bir işlevi vardı. Bu yüzden Türkiye kapitalist bloğun kaybetmeyi göze alamayacağı bir mevziydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce de CIA ve benzerleri “anti-komünizm” seferberliğini Türkiye üzerinde de başlatmıştı. Savaş sonrası süreçte antikomünizm hız kazandı. Komünizmle Mücadele Dernekleri ve benzerleri bu dönemde toplum içerisinde pek çok kadro devşirdi. Bu kadrolar hala bugünü belirlemeye devam ediyorlar. Saidi Nursi’nin de, Fethullah Gülen’in de, Milli Görüş’ün, MHP ve BBP’nin de, 12 Martçıların, 12 Eylülcülerin, 28 Şubatçıların da bu dönemle ilişkilerini ve aynı ana ve babadan olma olduklarını göstermek çok çaba gerektirmese de daha uzun bir yazının konusu olabilir. Ve bugün bu kadrolar sadece siyasal alanın ve bürokrasinin değil; toplumun, piyasanın ve medyanın da belirleyici gücü olmaya devam ediyorlar.
Türkiye’nin NATO’ya üyeliği sonrasında bugünün popüler terminolojisi ile Gladyo’nun kuruluşu büyük oranda tamamlanmıştı. Devletin en karanlık bölgelerinden en göz önündeki mevkilere kadar her yeri kuşatarak mevzilenen Gladyo’nun bürokratik alan dışında kalan toplumsal müttefikleri ve taşeronları da anti-komünist mücadele merkezlerinden devşiriliyorlardı. İşte Türkiye 68’i henüz filizlenme aşamalarında karşısında bu çok gelişkin vahşet aygıtını buldu. Ancak bu zorlu koşullara rağmen muhalefetin başarılarının hakkını teslim etmek gerekir: Orta Doğu Teknik Üniversitesi, ABD’nin maddi, manevi ve akademik destekleriyle; Orta Doğunun, sosyal, siyasal, ideolojik, ekonomik ve teknik dönüşümü için önemli bir merkez olarak tasarlanmışken; ODTÜ kısa sürede ilerici ve devrimci unsurların bir kalesi, antiemperyalist ve sosyalist mücadelenin önemli bir fideliğine dönüşecekti.
Ne var ki Türkiye toplumsal muhalefeti, tüm bu başarılarının bedelini çok ağır ödedi. Bir yandan devlet, bir yandan Gladyo ve devlet, bir yandan farklı veçhelerden sivil faşistler, pusu kurmaya, saldırmaya, öldürmeye, yok etmeye, kaybetmeye başladılar. Tüm bu saldırganlığın karşısında muhalefetin silahlanmak ve kendisini savunmaktan başka bir çaresi kalmamıştı. Türkiye solunun silahla tanışmasının önünü açan, Küba ve Çin Devrimlerinin başarısından daha önce meşru savunma ihtiyacı oldu.
Öte yandan bu zorunluluk devletin elini daha da güçlendirdi. Tüm topluma, savunma için silahlanmak zorunda olan gençleri “terörist” olarak tanıtmak devletin fazlasıyla işine geliyordu. Buradan sağlanan ve üretilen toplumsal meşruiyet, Taylanların, Denizlerin, Mahirlerin, Ulaşların, İboların, Erdalların, Nejdetlerin, Erkutların ve daha nicelerinin katledilmelerini mümkün kıldı. Buradan sağlanan ve üretilen meşruiyet aynı zamanda darbelerin ve NATO’nun Türkiye’deki uzantısı olan TSK’nın siyaset üzerindeki vesayetinin ideolojik kaynağını oluşturdu.
Bugünün toplumsal muhalefeti hiç şüphesiz kanı ve canıyla bedeller ödeyerek, emperyalizm ve faşizme karşı meşru tüm imkânlarıyla savaşmış önceki kuşakların mirası üzerinde yükselmektedir. Ve gerekli koşullar gerçekleştiği oranda bugünün mücadelesi önceki mücadelenin mirası içererek aşmaktadır ve bu süreç tamamlanmış bir süreç de değildir. Bugün darbecilik geleneğinin kökenlerini aramak istiyorsak bakmamız gereken yer, bazı aklı yetmezlerin ve ‘entelektüel namus ve şereflerini’ kaybetmişlerin göstermeye çalıştığı şekliyle Türkiye sosyalistlerinin mücadele geleneği değil, şu anda iktidarı belirleyen anti-komünist Türk-İslam faşisti gladyo artıkları olmalıdır. Ne var ki bu bir şeylerini bir yerlerde yitirmiş retorik, Türkiye solunu darbecilikle itham etmeye; okyanus ötesini ve uzantılarını ise vesayet rejimine karşı demokrasi havarisi olarak göstermeye devam ediyor. Ancak bunun karşısında ideolojik mücadele önemli ise de enerjimizin çok az bir kısmını harcamaya değer; fazlasını değil.
Bugün Türkiye sosyalist mücadelesi de Kürt özgürlük mücadelesi de geçmişin muhasebesini ve özeleştirisini yapmaya devam ediyor. Bu muhasebenin sonucunda ortaya pek çok yeni mücadele biçimi çıkıyor, kendini yeniliyor. Ne var ki, AKP iktidarı altındaki devlet, hala aynı ceberrut devlet olmaya, emirlerini okyanus ötesinden almaya devam ediyor. Şüphesiz, bazı şeyler kılık ve şekil değiştirmiştir. Nitekim bir şeylerin aynı kalmasını istiyorsanız, bir şeyleri değiştirmek zorundasınızdır. Ancak özü itibariyle Türkiye Cumhuriyeti devleti, emperyalist bloğun karakolu olmaya karar verdiği, sonrasında NATO’ya girdiği günlerdeki devletle aynı devlettir. İşte kendini günbegün yenileyen bir muhalefetle mücadele etmek devletler ve iktidarlar açısından bu yüzden zordur. Kendini sürekli yenileyen bir güce karşı hep aynı şekilde kalan bir gücün zavallı ve acıklı mücadelesi. Doğa tarihinde, soyu tükenmiş pek çok hayvanı hatırlayabiliriz tam da bu aşamada. Ya da virüsleri düşünelim. Virüsler sürekli evrilirler, hatta var olmalarını bu hıza borçludurlar. Bünyeler ise bu kadar hızla evrilemezler. Bu yüzden virüslerle bünyelerin savaşında uzun vadede kazanan hep virüsler olmuştur. Zaten evrimin dinamiğini de bu virüsler oluştururlar. Bu yüzden devrimcilerin moralini her zaman yüksek tutması gerekiyor. İşi zor olan biz değiliz; iktidar. Uzun vadede mutlaka kazanacak olan biziz.
İktidarın bugünkü görünümü, karşısındaki toplumsal muhalefeti yeterince hatta muhalefetin kendisine dair değerlendirmesinden daha fazla ciddiye alıyor. Belki muhalefet hala çok cılız. Ancak iktidar bu cılız gücün taşıdığı yıkıcı ve dönüştürücü özgücün farkında. O yüzden iktidar muhalefeti, en iyi bildiği mücadele alanına çekmeye ve oraya hapsetmeye çalışıyor. Kürt siyaseti için, demokratik siyasetin tüm olanaklarını kapatarak, Kürtlere dağın yolundan başka bir yol olmadığını benimsetmeye çalışıyor. Nitekim dağları bombalamak çok para ama çok az zeka ve kadro ister. Gençlik muhalefetinin her tür demokratik hak mücadelesini krimanilize ediyor, bir terör faaliyeti olarak tarif etmek istiyor. Nitekim “kral çıplak” diye bağıran çocukların ülkesinde aslında kralın çıplak olmadığını anlatmaya çalışmaktansa o çocukları içeri tıkmak daha kolaydır. Bu yüzden öğrencilerin b
ildirilerini, afişlerini, pankartlarını, yumurtalarını, toplantılarını, panellerini, barışçıl demokratik eylemlerini, soruşturma – tutuklama terörü ile bastırarak gençliği belli bir yola itmeye çalışıyor. Gençliğin demokratik mücadele araçlarından umudunu keserek illegal alana çekilmesini, haklı toplumsal talepleri ancak burada dile getirebileceklerine ikna olmalarını istiyor. Ancak ülkemizin ilerici ve devrimci güçleri bu tuzağın fazlasıyla farkındadır. Nitekim 2 Aralık Cuma günü Öğrenci Kolektifleri, Cebeci Kampüsü önünde bir “terör” eylemi gerçekleştirdi: Basın açıklaması ve renkli eylemliklerini saçlarını keserek bitirdiler ve bir kez daha kralın çıplak olduğunu haykırdılar.** O sırada eylemi terörle mücadele polisleri izliyor ve o çirkin bakışlarıyla çocukları fişlemeye devam ediyorlardı. Bu ülkede devletin anti terör polisinin uzmanlık alanı öğrenci evlerinde kitap ve dergi aramaktır. Pek çok anti-terör polisinin meslek hayatları boyunca herhangi bir aramada tek bir silah bulamadığına, ancak aradıkları evlerden toplamda tonlarca kitap ve dergi çıkarıp savcılığın önüne bıraktıklarına emin olabiliriz.
Bugün, iktidarın tüm ceberutluğuna, AKP’nin toplumsal meşruiyeti ve yüksek oy tabanına bakarak umutsuzluğa kapılmak yapılabilecek en büyük tarihsel hatadır. Bu anlamda 9 Aralık’ta Hopa Davası Duruşmasında, öğrenci arkadaşlarımızla omuz omuza durmak, tüm üniversite çalışanlarının da tarihsel görevidir. Bunu çok fazla kişi, çok değişik anlamlarda söyledi ama tekrar etmekte yine de fayda var: Gecenin en karanlık anı şafağa en yakın andır. Ancak bunu söylemek yetmeyebilir, üzerine şunu da ekleyelim: “Asıl siz teslim olun, umut teslim alınmaz.”
* Cenk Yiğiter
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Elemanı
Eğitim – Sen Ankara Üniversiteler Şubesi Üyesi
Ekoloji Kolektifi Üyesi
** Benim de 5 numaraya vurulmuş saçlarım var artık; saçlarımı ve bu yazımı Öğrenci Kolektifleri’ne ve dayandığı tüm tarihsel mirasa ithaf etmek isterim. Nitekim bugünkü tamamlanmamış insan olma sürecimde bu geleneğe ciddi anlamda borcum vardır ve bu borç bir ömürle ödenmelidir.