AKP’nin baskıcı iktidarı geliştikçe, direnişin toplumsal temelini de geliştirmektedir. Türkiye solu, halkın AKP politikalarına karşı direniş ihtiyacına karşılık verebildiği ölçüde “AKP-sonrasının” politik ortamına yön verme imkanını yakalayabilecektir “Son KCK operasyonları… Kimse bizden durmasını beklemesin. KCK’nın nereye vardığını bilmeden ve bu işin içerisinde kimlerin ne tür rol üstlendiğini bilmeden yaptığınız açıklamalar, ister medyada olsun, ister şurada, […]
AKP’nin baskıcı iktidarı geliştikçe, direnişin toplumsal temelini de geliştirmektedir. Türkiye solu, halkın AKP politikalarına karşı direniş ihtiyacına karşılık verebildiği ölçüde “AKP-sonrasının” politik ortamına yön verme imkanını yakalayabilecektir
“Son KCK operasyonları… Kimse bizden durmasını beklemesin. KCK’nın nereye vardığını bilmeden ve bu işin içerisinde kimlerin ne tür rol üstlendiğini bilmeden yaptığınız açıklamalar, ister medyada olsun, ister şurada, ister burada olsun; nerede olursa olsun teröre destektir, teröre hizmettir. Bu kadar açık konuşuyorum.”
Tayyip Erdoğan’ın konuşmaları, her geçen gün Kenan Evren’in, ilk ve ortaöğrenim öğrencileriyle doldurulmuş 12 Eylül mitinglerindeki üslubuna yaklaşıyor.
Erdoğan, gücü elinde toplamış olmanın hoyratlığıyla ağzına geleni söylüyor, gelişine vuruyor. Siyasi hayatının başından bu yana “yargısız infaz”dan yakınan Erdoğan, şimdilerde hem savcı, hem avukat, hem yargıç olarak konuşuyor.
KCK’nın nereye uzandığını da, KCK içerisinde kimlerin ne tür rol üstlendiğini de Erdoğan daha şimdiden açık ve kesin bir biçimde “biliyor.” (Oysa bir “hukuk devletinde” bu “bilgi”, ancak adil bir yargılama sürecinin sonucunda oluşur.)
Erdoğan burada da durmuyor. KCK operasyonlarına ilişkin eleştirileri, “nerede yapılırsa yapılsın”, “ister medyada, ister şurada, ister burada” (yani ister kaydedilen telefonda, ister ortam dinlemesine takılan kahvehane sohbetinde veya yemek masasında), “teröre destek” suçu olarak ilan ediyor. Erdoğan her şeyi gören ve duyan “big brother”* rolünü üstleniyor.
Erdoğan’ın Kasımpaşa jargonuna uydurulmuş bu Evrenvari üslubu, Ergenekon davası söz konusu olduğunda da karşımızda; Hala ve ısrarla, “cezaevindeki gazetecilerin gazetecilik faaliyetleri nedeniyle hapishanede olmadığı” yalanını “Başbakan” sıfatıyla tekrarlamayı sürdürüyor. Israrla tekrarlayarak “yalanı” taraftarlarının inandığı bir gerçek kılığına sokmak değil Erdoğan’ın tek amacı. Herkesin kabul etmek zorunda olduğu bir “resmi görüşü” deklare ediyor Erdoğan.
Bir başka yerde “Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ı Ermeni diasporasıyla aynı yere oturtanın alnını karışlıyor”. Yani “ağanın sözünün üstüne söz söyleyenin” “ağzını burnunu dağıtacağını” ilan ediyor.
Erdoğan, başçavuş edasıyla beğenmediği herkese hot zot çekerken, DGM savcıları ve polis, Kürt siyasetini, Türkiye’nin sol muhalefetini, hak mücadelelerinin aktif unsurlarını, sosyal demokrat belediye sendikacılarını hedef alan gözaltı ve tutuklama furyasını genişlettikçe genişletiyor. AKP’ye güdümlenmiş tekelci medya bu siyasi baskı kampanyasının hem tetikçisi hem de aklayıcısı olarak rol alıyor.
Türkiye cezaevindeki siyasi tutuklu sayısı bakımından ilk sıraya yerleşirken, ne “uygar dünya”dan bir ses var, ne de “hür basın”dan tıs çıkıyor. Tersine “Türkiye-ABD ilişkileri altın çağına” giriyor; AB raporlarğ, Türkiye’nin “reform süreci”ne yönelik olarak “cesaret kırıcı eleştiriler yapmanın doğru olmadığı” ön yargısıyla kaleme alınıyor.
Habur’dan sonra tırmanışa geçen ve Libya operasyonundan sonra yaygınlığı ve şiddeti hızla artan bu devlet terörüne iç ve dış egemen güçlerin verdiği doğrudan ve dolaylı destek, özellikle ilerici aydınları ve çeşitli düzeylerden demokratik muhalefet unsurlarını endişelendiriyor. Giderek yaygınlaşan ve şiddetlenen bu “bastırma harekatı”na karşı direnişin beyhudeliği duygusu geniş muhalefet kesimlerinde yaygınlaşıyor.
AKP’nin baskıcı egemenliğinin etki gücüne ve sınırlarına ilişkin bir değerlendirmede bulunurken, AKP’nin şu anki “hamle üstünlüğü”ne bakarak bir kanaat oluşturmak doğru değil.
Türkiye solunun ve ilerici toplumsal muhalefetinin farkında olması gereken birkaç noktanın altını çizme ihtiyacı duyuyorum.
Her şeyden önce AKP iktidarının bugünkü saldırganlığı, “arkasından iten” güçlerin, ABD ve Avrupalı emperyalist merkezlerin bölgesel gereksinimleriyle yakından ilişkili. Bu merkezlerin bölge politikalarındaki gelişmelere bağlı olarak Türkiye’den daha sonra nelerin “isteneceği” ve bu “istekleri” AKP’nin karşılayıp karşılayamayacağı henüz pek açık değil.
İkinci olarak AKP iktidara yerleştikçe, Türkiye nufusunun büyük kitleler oluşturan “ezilen grupları”ndan belirgin bir biçimde uzaklaşıyor. AKP iktidara yerleştikçe, Türkleşiyor, “Sünnileşiyor” yani Kürtlerden ve Alevilerden uzaklaşıyor; Anadolu gericiliğinin Kürt-düşmanı, Alevi-düşmanı ortalamasıyla “özdeşliği” öne çıkıyor. Dolayısıyla AKP iktidara yerleştikçe, kendisine karşı direnişe doğal bir toplumsal temel kazandırıyor.
Üçüncüsü AKP iktidara yerleştirildikçe neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarına angajmanı daha da artıyor; depremden dahi “piyasa” çıkarmaya çalışıyor; köylünün geçim araçlarını yok eden politikaları polis-jandarma zorbalığıyla hayata geçirmeye girişiyor. Halk için bir “zorba yönetim” görünümü kazanmaya başlıyor. Kürtler için çoktan “Kerdoğan” olan Tayyip Erdoğan’ın cilasının Türkiye’nin yoksulları tarafından “Çankaya’nın şişmanı” ayarında bir sıfatla dökülmesinin eli kulağındadır.
Kısacası, AKP’nin baskıcı iktidarı geliştikçe, kendisine karşı direnişin toplumsal temelini de geliştirmektedir.
Türkiye solu, halkın AKP politikalarına karşı direniş ihtiyacına karşılık verebildiği ölçüde “AKP-sonrasının” politik ortamına yön verme imkanını yakalayabilecektir.
Solun geleceğini AKP’nin baskıcı iktidarına karşı direniş belirleyecektir.
* “Big Brother” (Büyük Birader) George Orwell’in “1984” adlı romanında, toplumun tüm bireylerini gözetleyen ve baskı altına alan otoriter devlete verilen isimdir.