Parlak ustalık söylemi, halkın çıkarları karşısında giderek meşruluğunu yitiren bir iktidarın gerçek yüzünü gizlemeye yetmiyor. Doğal afetler ve neoliberal yıkım politikalarının halkta yol açtığı tepkiler artık sadece şiddet, baskı ve dışlama aygıtlarıyla idare edilebiliyor Gündeme yine Suriye ile İran oturdu; daha doğrusu AKP’nin ve AKP’nin “hık deyicisi” tekelci medyanın gündemi Suriye ve İran. Halkın gündemi […]
Parlak ustalık söylemi, halkın çıkarları karşısında giderek meşruluğunu yitiren bir iktidarın gerçek yüzünü gizlemeye yetmiyor. Doğal afetler ve neoliberal yıkım politikalarının halkta yol açtığı tepkiler artık sadece şiddet, baskı ve dışlama aygıtlarıyla idare edilebiliyor
Gündeme yine Suriye ile İran oturdu; daha doğrusu AKP’nin ve AKP’nin “hık deyicisi” tekelci medyanın gündemi Suriye ve İran. Halkın gündemi elbette farklı; deprem, barınma hakkı, sağlık hakkı, asgari ücret, demokratik haklar ve Kürt sorunu.
Suriye ve İran gündemi -ki bunlar da asıl olarak ABD’nin ve İsrail’in gündemidir- ile ilgili olarak sadece eldeki sınırlı bilgileri sıralamak bile neyin amaçlandığını açıkça gösterebilir. Tarih 8 Kasım; Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının (UAEA) İran üzerine nükleer değerlendirme raporu, Yönetim Kuruluna ve BM Güvenlik Konseyine sunulmadan (17 Kasım’da sunulması gerekiyordu) önce basına, Washington Post’a sızdırıldı. Bu süreç de kamuoyu oluşturmak ve Güvenlik Konseyi üyelerini hazırlamak için değerlendirildi. Rapor asıl olarak 10 üye ülkenin istihbarat bilgilerine dayanıyor. Ancak burada ilginç olan bu bilgilerin yeni olmaması. UAEA’nın önceki başkanı Mısırlı El Baradey, bu bilgileri güvenilir bulmadığı için kamuoyuyla paylaşmamıştı. Oysa ki, ABD’nin açık desteğiyle seçilen yeni başkan Japon Yukiya Amano bu bilgileri çok güvenilir bulmuş. Süreç Irak’a müdahalenin ön süreçlerine ne kadar benziyor değil mi? Orada da iddia Saddam’ın kimyasal silah bulundurduğu idi.
ABD’nin İran “derdi”, bu raporlara göre bile en erken 3-5 yıl içerisinde üretilebilecek olan nükleer silahlar değil sadece. İran’ın, Irak’ı ve elbette Suriye’yi de kapsayan bir biçimde bölgesel bir güç olmasından duyduğu korku. Rusya’yı ve Çin’i arkasına almış bir İran, ABD’nin küresel tezgahlarının tamamen dışına çıkabilir ya da rakip unusurların elini güçlendirebilir. Bu duruma, İran’ın Çin ve Avrupa için önemli bir enerji tedarikçisi olma özelliğini eklersek, ABD’nin aynı zamanda bu rakiplerini dizginleme niyetini de okumuş oluruz. Ve elbette yaklaşan başkanlık seçimlerini de unutmamalı. Ekonomik açıdan işlerin kötü gittiği ABD’de tekrar seçilmek için Obama’nın da bir savaşa ihtiyacı var; tıpkı kendinden önceki Bush’un yaptığı gibi.
Gelelim Suriye’ye. Yeni Şafak’tan Akif Emre’nin dediği gibi “Suriye’nin geleceği Suriyelilere bırakılmayacak kadar uluslararası boyut kazanmış”mış. Rusya ve Çin’i ikna edemeyen ABD, bilindiği gibi sadece AKP kadrolarını (Erdoğan, Gül ve Davutoğlu) ikna edebilmişti şimdiye kadar. Ancak bunların da yetersiz olduğunu anlamış olmalılar ki işbirlikçi Arap Birliği’ni devreye sokmaya karar verdiler. Arap Birliği, Suriye’nin üyeliğini askıya aldıktan sonra 8 maddelik bir karar metni açıkladı. Bunların içindeki en önemli karar Suriye muhalefetinin toplantıya çağrılması idi, ama zaten Davutoğlu bu işi yapmış ve Suriyeli muhalifleri İstanbul’da toplamıştı. Bu icraat nedeniyle Suriye’deki Türkiye büyükelçiliği önünde gösteriler yapılıp, Türk bayrağı yakıldı. Sanki Tayyip bunu bilmiyormuş gibi “vay bayrağımızı nasıl yakarlar, ey Esad, derhal onları bul ve cezalandır” fetvası veriyor. Esad’a sesini yükselten Tayyip Erdoğan, bu süreçte kendi sorumluluğunu örtbas etmeye çalışıyor.
Kraldan çok kralcı, Amerikalıdan çok Amerikalı olan AKP iktidarından bir örnek; ABD daha kendi ambargo uygulamadan, BM’ye ambargo önerisi getirmeden “bizim” enerji bakanı tuzluk elde koşuyor, Suriye’ye enerji ambargosu uygulayacağını açıklıyor.
Şimdi soru şu: Bu gelişmeler içinde Türkiye halklarının çıkarı nerede? ABD’nin ve İsrail’in sahip olduğu nükleer silahlar hatta İncirlik’te sakladıkları nükleer bombalar Türkiye halklarının sağlığını güvence altına almak için mi? Daha 3-4 ay öncesine kadar “kankam” diye tanıttığı Esad, nasıl oldu da birden bire halk düşmanı oluverdi?
Türkiye halkları nükleer tehditten çok daha “gerçek” bir tehlike altında: Ayağını bastığı yer yarılıyor, yaşadığı ev çöküyor! ABD çıkarlarını korumak için en önde “koşan” AKP iktidarı ne yapıyor? AKP’nin şehircilik bakanı açıklıyor; “dünyaya parmak ısırttıracak noktadayız”. Hangi konuda? Enkaz kaldırmada. Haiti’de enkazlar aylarca kaldırılamamış, “bizimkiler” iki günde halletmiş Van’daki enkazları.
Bu şahsın yani Erdoğan Bayraktar’ın, AKP’nin parlak icraatçısının, eski TOKİ Başkanının, kentsel dönüşüm projelerinin yeni uygulayıcısının “zeka fışkıran” açıklamaları bununla sınırlı değil! Van’daki ilk depremin ardından 29 Ekim’de “büyük depremin olduğu yerde bir daha deprem olmaz. Bugün Van merkez ve Erçiş en güvenilir bölgedir. Ağır hasarlı binalara girilmesin, yıkık binalara yaklaşılmasın. Bunun dışındaki binalara girilebilir” diyordu. Van’daki ikinci depremde ölenlerin sorumlusu şimdi kim oluyor? Takdiri ilahi, kader, alın yazısı, mukadderat… Bu çapsız, bilgisiz, sorumsuz şahıs; şimdi kalkmış tüm Türkiye’yi şantiye alanına çevirmekten, 400 milyar doları bulacak “kentsel dönüşüm” adı altında yeni rant politikaları oluşturmaktan söz ediyor. Çok inandık, çok güvendik!
Benzer bir açıklamayı Van valisi de yaptı. Van halkı, “öldüler çünkü valiyi dinlediler” diye protesto edince de gaz bombası, cop kullanmakta en ufak “tereddüt” göstermedi. Ama bu pişkin vali, hiç sıkılmadan, Van için Türkiye halkını gıda ve giyim yardımı yapmaya çağırıyor. Devletin valisi neden devlet olanaklarını kullanmıyor, devletten istemiyor çünkü AKP işin kolayını bulmuş durumda, bütün zorlukları halkın sırtına yükle!
AKP iktidarında ölüme çare aranmaz, ama ölüyseniz hizmette sınır yoktur. Üstünüze yirmi katlı bina da çökse sizi bulurlar yıkarlar, yularlar, gömerler. AKP’li belediye mutlaka arar, “cenazeye kaç otobüs istiyorsunuz” diye. Bunlar depremi afet olarak görmez, fırsat olarak görür. Yıkılmış binayı gördüğünde yerine dikeceği yenisini hayal eder. Müteahhit gözüyle bakar. Bu nedenle Tayyip Erdoğan ısrarla Van ve Ercişin “afet bölgesi” ilan edilmesine karşı çıktı, çıkanları saldırgan bir üslüpla eleştirdi. Kendisi de çok iyi biliyor ki, afet bölgelerinde halkın bütün temel toplumsal gereksinmeleri devlet eliyle ve devlet güvencesiyle eksiksiz ve parasız olarak karşılanmak zorundadır.
Melih Gökçek gözüyle bakmak ise müteahhitten bile rezildir. O, içerisindeki insanlarla birlikte yıkmayı hayal eder, yeni rant alanları kazanmak için. Dikmen Vadisi’ne baktığında barınma hakkını, yaşam hakkını savunan 500 aile görmez, 5 bin dairelik dolar tomarları görür, onun hayalini kurar, kaç yandaşını ihya edeceğinin hesabını yapar. Ancak hesapları bozuldukça giderek daha saldırganlaşıyor; her tülü kirli yöntemi kullanarak halkın hak mücadelelerini bastırmaya çalışıyorlar. Ne var ki, halkın haklarından doğan kitlesel direnişler, alternatif yaşam tarzları ve toplumsal değerler bütün yaratıcılığı ve kararlılığıyla sürekli yaygınlaşmakta ve güçlenmektedir. Halkın haklarının onurlu temsilcilerinden biri olan Dikmen Vadisi halkı da bugün, AKP’nin kentsel rant politikalarına direnişin; talan karşısında insanca yaşamın, zorluklar karşısında dayanışmanın, haksızlık karşısında hak mücadelesinin simgesidir. Her seferinde iktidarın ve sermayenin en gerici güçlerini ve kirli-saldırgan politikalarını boşa düşüren Dikmen halkı, yine ve takrar tekrar, insanca yaşam hakkını ve halkın barınma hakkını savunacaktır.
Van depreminden sonra 4 tane ya
sa hazırlamışlar, onları geçireceklermiş, fırsat bu fırsat; deprem dönüşü-kentsel dönüşüm yasası, teknik müşavirlik yasası, yabancılara gayrimenkul satışında serbestlik sağlayan yasa ve 2B orman arazilerini satışını sağlayan yasa. Hepsi müteahhitler için. Sadece 2B’lerin satışından İstanbul’da 16 milyar, genelde 45 milyar lira para kazanacakmış AKP iktidarı.
Ölümü olduğu kadar hastalığı da para kazanmanın hem de çok para kazanmanın bir yolu haline getirdiler. AKP iktidarında, yoksulsanız, hastaysanız, cebinizdeki son kuruşu ölmeden önce gasp ederler. 2012’nin 1 Ocak’ından itibaren Genel Sağlık Sigortası primi ödemek zorunlu, 9,5 milyon kişinin yeşil kartı da iptal edilecek artık herkes (asgari ücretin 3’te 1’i gelire yani 270 liranın üzerindeki gelire sahip olan herkes) prim ödeyecek. AKP’nin sağlık alanında şimdiye kadar uyguladığı “göz boyama” taktikleri sona erdi. (Devrimciler böyle olacağını söylemişti ama inandıramamışlardı). Bu uygulamadan şimdilik 7,5 milyar lira kazanacakmış AKP iktidarı.
AKP iktidarında her şey satılık. Askere gitmeme hakkını da bedelini öderseniz satın alırsınız. Bedelsiz olmaz, o zaman canınızı vermeniz, şans eseri canınızdan olmazsanız ruh sağlığınızı vermeniz gerek. Ama paranız varsa AKP iktidarında her şey kolay. Hele AKP’li yakınıysanız her şey “Şam’da kayısı”. (İngiltere’nin veliaht prensi bile, göstermelikte olsa Afganistan’da askerlik yapıyor, “bizimkilerin” buna benzer bir göz boyamaya bile ihtiyacı yok. Yurtdışında çalışıyor göster çocuğunu, sonra Burdur’da 21 gün tatil yapsın, Tayyip’in oğlu gibi). AKP iktidarının bedelli askerlikten elde etmeyi hesap ettiği para, kesin miktar henüz netleşmemiş olmakla birlikte milyar dolarları buluyor.
Satılacaklar, görüldüğü gibi her geçen gün azalıyor. AKP’nin ve sermayenin ihtiyaçları ise hiç bitmeyecek. Ve bu ihtiyaçlarını gidermek için çok daha baskıcı olacaklar, halkın sırtına çok daha fazla yük yükleyecekler. Resmi açıklamaya göre, Türkiye’nin cari işlemler açığı, bu yılın Ocak-Eylül döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre %100,7 artarak, 60 milyar 656 milyon dolar olmuş. Bu hesaba göre AKP’nin daha çok vergi, daha çok hak gaspı, daha çok yağmaya ihtiyacı var, kimsenin kuşkusu olmasın!
Avrupa’daki kriz de AKP için iyi bir fırsat olarak değerlendirilecektir. İzlanda, İrlanda ve Portekiz ile başlayan Yunanistan ile devam eden Avrupa ülkelerindeki borç-ödeme krizi şimdi de İtalya’ya uzandı. Sırada Belçika, Avusturya ve hatta Fransa’nın olma olasılığı yüksek. Kapitalizmin kriz üreten zorunlu yapısına her dönem bir kez daha tanık olmanın ötesinde Avrupa demokrasilerinin ekonomik kriz söz konusu olduğunda, işi nasıl kuralına uydurduklarına da tanıklık etmekteyiz. Yunanistan ve İtalya’da halk tarafından seçilmiş temsilciler, tüm yetkilerini halk tarafından seçilmemiş teknokratlara bir çırpıda devrediverdiler. Avrupa’da iktidarların emanet edildiği bu tip teknokratların ortak özelliği, bir zamnalar Dünya Bankası ve Goldman Sachs gibi bizzat krizi yaratan-tetikleyen banka ve şirketlerde çalışmış olmalarıdır. Böyle bir haklarının/yetkilerinin olduğu sorgulanmadı bile. Çünkü sermayenin ihtiyacı her şeyden ama her şeyden önce gelmektedir, bu vahşi düzende. Krizden kurtulma reçeteleri de elbette halklar için daha çok yoksullaşma, emeğin ucuzlatılması, mülksüzleşme ve doğanın yağmalanması olacaktır.
Ekonomik ilişkilerinin %55’ini Avrupa ülkelerinin kapsadığı Türkiye’de ise AKP iktidarı “çaktırmadan” panik yaşıyor. Tekelci sermayenin, rantiyenin panik olmasına gerek yok ama. Onları teğet geçmesi için elinden geleni yapacaktır AKP. Fırsat bu fırsat, Arap sermayesine ülkemizin karlı alanları açılmaya başladı bile. 12 yıldır kimseye verilmeyen mevduat toplama yetkisi Audi Bank’a sessiz sedasız verildi. Arkasında emlak piyasasındaki büyük yatırımlarıyla öne çıkan Suudi sermayesi olan Lübnanlı Audi Bank ülkemizde para toplayacak 49. banka oluverdi. AKP’nin Arap ve İslam sermayesine olan ihtiyacı ve elbette ki zorunlulukları ülkemiz halklarına yeni sömürücüler “kazandırıyor”.
3. döneminde ustalıktan söz eden AKP’nin bu ustalığını kime karşı kimin için kullanacağı zaten belliydi. Kentsel rantın ustası, halkın barınma hakkını depremi de fırsat bilerek kapitalist pazarın tüm azgınlığına peşkeş çekmiş durumda. Dev tıp ve ilaç tekellerinin ustası, halkın sağlık hakkını daha fazla paraya dönüştürmenin yollarını bulmuş durumda. Patronların ustası, en az paraya en çok nasıl sömürülür rakamını -ki bu asgari ücrettir- hesaplamış durumda. Polisiye şiddetin ustası, her türlü demokratik hakkın kullanılmasını engellemek için kullanılması gereken “en iyi” marka gaz bombasını öğrenmiş durumda. Sansürün ustası, gazetecilerin ağızlarını bağlamış, ayaklarını prangalamış durumda. (Bir zamanlar kendi kalemşorları olan Ali Bayramoğlu ve Hasan Cemal bile figan halde.)
Parlak ustalık söylemi, halkın çıkarları karşısında giderek meşruluğunu yitiren bir iktidarın gerçek yüzünü gizlemeye yetmiyor. Doğal afetler ve neoliberal yıkım politikalarının halkta yol açtığı tepkiler artık sadece şiddet, baskı ve dışlama aygıtlarıyla idare edilebiliyor. İslamcı-liberal politikaların ustasının yaptığı binanın kolonları çatlamaya, sıvaları dökülmeye başladı bile. Tepemize çökmeden bizim onu çökertmemiz gerek.