Deprem öncesi Erciş’inin, arsa ve konut spekülasyonunun inanılmaz boyutlara ulaşan bir kent olduğu nedense hiç dikkat çekmiyor. Hava fotoğraflarında tamamıyla yıkılmış bir üçgen olarak görülen Erciş çarşı merkezindeki dükkanların metrekare fiyatı geçen yıl 10 bin doları aşmıştı 7.2’lik Erciş depreminin neden olduğu yıkım, Türkiye’deki tüm depremlerde görülen ortak özelliklerle tartışıldığı gibi Kürt sorunuyla bağlantısı bakımından […]
Deprem öncesi Erciş’inin, arsa ve konut spekülasyonunun inanılmaz boyutlara ulaşan bir kent olduğu nedense hiç dikkat çekmiyor. Hava fotoğraflarında tamamıyla yıkılmış bir üçgen olarak görülen Erciş çarşı merkezindeki dükkanların metrekare fiyatı geçen yıl 10 bin doları aşmıştı
7.2’lik Erciş depreminin neden olduğu yıkım, Türkiye’deki tüm depremlerde görülen ortak özelliklerle tartışıldığı gibi Kürt sorunuyla bağlantısı bakımından da tartışılıyor. Depremin Kürt sorunuyla bağlantısı daha çok deprem sonrasındaki yardım organizasyonu üzerinden kuruluyor.
AKP iktidarı kendi beceriksizliğini, BDP’li belediyelerin yardım organizasyonunda hükümetin gerisinde kalmasına vurgu yaparak gizlemeye çalışıyor; buna karşılık BDP, deprem sonrası sürecin dışında tutulmaktan, yerel yönetim yetkilerinin kullandırılmamasından, hükümet yardımlarındaki ayrımcılıktan yakınıyor.
Asıl büyük sorunu oluşturan, felaketin yıkıma ilişkin boyutu ise daha çok başta kamu binaları olmak üzere “yapı denetimsizliği” üzerinden tartışılıyor. Yapılan binaların beton standartlarının düşüklüğü, kullanılan yapı elemanlarının uygunsuzluğu, iskânı olmayan binaların kullanıma açılması gibi “teknik” konular, yürütülen tartışmaların öne çıkan başlıklarını oluşturuyor.
Erciş’teki yıkımı büyüten önemli bir gerçeğin ise üzerinde hiç durulmuyor. Deprem öncesi Erciş’inin, arsa ve konut spekülasyonunun inanılmaz boyutlara ulaşan bir kent olduğu nedense hiç dikkat çekmiyor.
“İnanılmaz” sözcüğünü sadece rakamların muazzam büyüklüklerini anlatan bir sıfat olarak değil, geçen yıl bu rakamları duyduğumda inanamadığım için de kullanıyorum.
Hava fotoğraflarında tamamıyla yıkılmış bir üçgen olarak görülen Erciş çarşı merkezindeki dükkanların metrekare fiyatı geçen yıl 10 bin doları aşmıştı!
Bana bu rakamı veren ve bir süre Erciş’in bir beldesinde belediye başkanlığı yapan arkadaşıma, ancak inşaat mühendisi olan oğlunun tanıklığından sonra inanabilmiştim.
Arsa ve konut fiyatlarının “uçması” nedeniyle Erciş’in her yanında, bu ilçe için devasa denilebilecek inşaatlar boy atıyordu. Elbette Erciş çarşı merkezindeki fiyatların “uçuş hızı”, burada yapılan konutlarda aynı şekilde sürmüyordu ama yine de İstanbul’un orta halli bir semtiyle boy ölçüşebilecek seviyedeydi.
Türkiye’nin öte başında, Erciş’te kim, neden ve nasıl bu fiyatlarla ev ve dükkân alır ve üstelik alabilirdi?
Benim bildiğim Erciş, 1980 öncesinde 20 binlik nüfusunu küçük bir maden işletmesi ve şeker fabrikasıyla zar zor geçindirebilen bir ilçeydi. Aradan geçen yıllar içinde maden kapanmış, şeker pancarı ekim alanları sınırlanmış, şeker fabrikası da olduğu yerde çakılıp kalmıştı.
Arkadaşımın soruma verdiği yanıt gerçeği tam olarak ne kadar karşılıyordu bilmiyorum ama en azından, yıllardır orada yaşayan okuyup yazmış bir insan olarak kendi yaşam deneyimini yansıtıyordu. Arkadaşım, Erciş’in 1990 sonrasında köylerinden ve çevre ilçelerden çok yoğun göç aldığını ve bu göçmen nüfusun, kitleler halinde büyük kentlerdeki inşaat işlerinde çalışmaya yönelerek Erciş’te kalan geniş ailelerinin geçimini sağladıklarını; aile emeğine dayalı küçük taşeron ekipleri oluşturarak kazandıkları parayla Erciş’e yerleştirdikleri aileleri için ev ve dükkan almaya öncelik verdiklerini; bunun da Erciş’teki konut ve arsa fiyatlarındaki hızlı tırmanışa neden olduğunu anlatmıştı.
Erciş’in arsa ve konut piyasasına akan paranın kaynağı gerçekten de bu göçmen inşaat işçilerinin kazancı mıydı, başka kaynaklar da var mıydı bilmemiz zor ama, Erciş’in ve çevre ilçelerin nüfus istatistikleri, 1990 sonrasında Erciş’in muazzam bir göçe maruz kaldığını gösteriyordu.
1990-2000 yılları arasında Erciş ilçe merkezinin nüfusu yüzde 75 artarak 40 bin 500’den 71 bine çıkmıştı. Aynı süre içerisinde Erciş’in köylerindeki nüfus artış hızı, önceki on yıl ortalaması olan yüzde 30’da kalmış, 2000-2007 arasında ise yüzde 2.5 azalmıştı.
Aynı yıllarda Erciş’in çevresindeki ilçe merkezlerinden Muradiye’nin nüfusu 1985-1990 arasında yüzde 53 azalmış, Malazgirt’in nüfus artış hızı 1990-2000 arasında önceki on yıla kıyasla ilçe merkezinde yüzde 30, köylerde yüzde 600 azalmıştı. 2000-2007 arasında ise Malazgirt, toplam nüfusunun yüzde 12’sini yitirmişti.
Depremde 7 yakınını yitiren bir başka arkadaşımın anlattıkları bu “nüfus baskını”nın Erciş’teki “yıkıcı” etkisini yansıtan bir başka özelliğe işaret ediyordu. Erciş’in ana caddesi olan Van Yolu’nda yan yana yıkılan üç apartman da bu yıllarda 4 katlık yığma binalarının üzerine imarsız olarak 4 kat daha çıkılmış apartmanlardı. “Konut talebi”nin hızlı tırmanışı, Erciş’in “yerli”lerinde evlerini ve arsalarını değerlendirme yönünde güçlü bir itilim vermiş ve ortaya ilk depremde yerle bir olacak bir Erciş çarşısı çıkmıştı.
Erciş’in felaketinin arkasında yatan şeyin bir “nüfus baskını” olduğu anlaşılıyor.
Peki ama bu nüfus baskınının arkasında yatan “dinamizm” neydi? Bu, Türkiye’nin herhangi bir yerinde görebileceğimiz alelade bir göç olayı mıydı?
Erciş felaketiyle Kürt sorununu birbirine bağlayan şey işte bu sorunun yanıtında saklı gibi görünüyor.
Yukarda da belirttiğim gibi, 1990’lı yıllarda Erciş’in “ekonomik cazibesi” artmamış, aksine azalmıştı. Öyleyse Erciş’teki nüfus yığılmasını, kapitalizmin gelişmesinin teşvik ettiği “köyden kente göç süreci”yle açıklamak pek kolay değil. Öyle olsaydı, Anadolu’nun “duraklama ve gerileme halindeki” birçok başka kentinde görüldüğü gibi kent merkezi ve köyleri birlikte içine alan bir nüfus azalması veya duraklaması görülürdü. Oysa Erciş örneğinde görülen, ekonomik olarak herhangi bir çekim gücü olmayan bir kent merkezine yığılmadır. Açıklanması gereken de “ekonomik dinamiklerle” izahı çok güç olan bu “yığılma” olgusudur.
Erciş merkezinde meydana gelen bu nüfus yığılmasının açıklanmasında “1993 süreci”nde en çıplak ve vahşi biçimini gördüğümüz göçe zorlama politikalarının önemli bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Bu süreçte, bölge kentleri, ekonomik olarak ciddi gerilemeler yaşamalarına karşın, köylerin içerisine boşaldığı “rezervuarlar” olarak fonksiyon kazanmıştır. Köylerinden kopan büyük ailelerin “gurbetçilik” yapamayacak unsurları bu toplanma yerlerinde bırakılmış, ailelerin çalışabilir bireyleri teker teker veya (çoğunlukla) gruplar halinde gurbetçi-işçiler olarak “Batı’daki” kentlerin, meyve-sebze bahçelerinin yolunu tutmuştur. Bu yoksullaştırma ve işçileştirme tarzı, Kürtlere özgü bir işçileştirme tarzı olarak işlerliğini sürdürmektedir. (Yeri gelmişken bu “rezervuar kentlerin” en büyüğünün Diyarbakır olduğunu kaydetmeliyim).
Sonuç olarak, Erciş felaketinin arkasında bir politik-sosyal felaketi bir başka deyişle “Kürt sorununun bugünü”nü görmek güç değil.
Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin Kürt sorununun bugününü ya da bir başka deyişle “güncel somut Kürt sorununu” masaya yatırmaya bir türlü girişmemesini açıklayabilmek ise doğrusu oldukça güç.