1960’lı yılların sonundan itibaren kapitalizm yeni bir veçhe kazanmaya başladı. Özellikle yapısal olarak girdiği krizler neticesinde posasından sıyrılabilmek için yeni düzenleme sistemlerini de beraberinde getirdi. Ne tür sistemsel düzenleme olursa olsun kapitalizmin varlık koşulları olan sömürü ilişkilerine ve özel mülkiyete karşı toplumsal direniş mekanizmalarını parçalaması, egemen sınıf fraksiyonları için hayati derece önemliydi. Hala da böyledir. […]
1960’lı yılların sonundan itibaren kapitalizm yeni bir veçhe kazanmaya başladı. Özellikle yapısal olarak girdiği krizler neticesinde posasından sıyrılabilmek için yeni düzenleme sistemlerini de beraberinde getirdi. Ne tür sistemsel düzenleme olursa olsun kapitalizmin varlık koşulları olan sömürü ilişkilerine ve özel mülkiyete karşı toplumsal direniş mekanizmalarını parçalaması, egemen sınıf fraksiyonları için hayati derece önemliydi. Hala da böyledir. Ne var ki, 1960’ların sonundan itibaren egemen sınıfların toplumsal muhalefetleri ezme biçimleri baskı aygıtları aracılığıyla ivme kazansa da yeni tip rıza sağlama teknikleri ve transformizm taktikleri daha bir önem kazandı.
Restorasyon evresini tamamlamaya çalışan sağ siyasetler, geçmiş dönemlere nazaran, Sosyalistlerin argümanlarını Sosyalistlere karşı kullanabilecekleri söylem düzeyleri geliştirme gayreti içinde oldular. Özellikle “alternatif sunma” ve “yenilik” bağlamlarında “demokrasi” kavramı dolayımıyla mevcut bir lügatçeyi parçalamayı ve yeniden düzenlemeyi başlıca siyasal strateji haline getirdiler.
Bu taktikler karşısında dünya çapında ve yerel düzeylerde genel olarak solun, özel olarak Sosyalistlerin analiz ve kavrama düzeylerinde çeşitli sıkıntılar yaşandı. Sağın klasik muhafazakâr yapısına aşinalaşmış muhalif yapıların, böyle taktikler karşısında hızlı stratejiler geliştirememesi, Sosyalistlerin “muhafazakârlık algısında kısa devreye” yol açtı. Sosyalistlerin yürüttüğü propaganda ve ajistasyon çalışmalarına karşı kendi siyasi hamlelerini “değişim göstergesine” yükleyerek savuşturmaya çalıştı.
Genel olarak yeni sağın bu taktiğinin içi, yapısöküm denilen postmodern-postyapısalcı eğilim tarafından dolduruldu. Bu taktiğin önemi şu nedenden kaynaklanmaktadır: Pek çok siyasi örgütlenme formu, kitlelerle kuracağı bağı ve eylemliliklere geçme kapasitesini, fiili meşru mücadeleler de dahil, propaganda ve ajitasyon üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu iki kavramın ortak özelliği, bağlı olunan ideolojik ve siyasal bilinç seviyesine paralel, söylemsel düzeyde etkili olmasıdır. Bu bakımdan kitlelerin algı düzeylerine hitap etmesi ve alımlanmaya müsait oluşu kritiktir. Bir örgütlenmenin temel amacı, belirli bir toplumsal formasyonda ekonomik-siyasi-ideolojik kazanımlar elde etmek, siyasi iktidar mekanizmaları üzerinde baskı kurmak ve/veya siyasi iktidarın bizatihi kendisini ele geçirmek ise söylemsel düzeydeki manevra kabiliyeti, tayin edici başlıca özelliktir. Tüm bu söylem düzeyleri ve söylemlerin ayrıştırılıp birleştirilmesi ise gramatolojinin bir parçasıdır. Bugün gerek ülkemizde gerekse dünyada neoliberal-muhafazakâr siyasal iktidarların konumunu anlamanın yollarından birisi, yapısöküm üzerinden iz sürmekten geçer.
“Dil, Varlık’ın evidir”
Jacques Derrida cevap olarak yazdığı bir mektupta Nietzsche’nin “yıkım” sözcüğü yerine semantiği yani anlamı açısından “yapısöküm” kavramını kullanmayı tercih ettiğini söylüyordu. Yapısöküm kavramının nüvesi, Heidegger’in Varlık ve Zaman eserinde gizli idi. Heidegger dil dediğimiz şeyin insana değil, bizatihi, insanın dil dünyasına ait olduğunu söylüyordu.[1] Dil aracılığı ile insan, düşünce dizgelerini oluşturabiliyordu. Heidegger için temel dert, epistemoloji üzerinden düşünce dünyasına hâkim olan Kartezyen-düalist varlık anlayışı yerine doğrudan ontolojik açıdan “Varlık”ı tanıtlayabilmekti – zaman faktörü eşliğinde. Bunun için kendisinden önceki filozoflarla yani, spesifik olarak Descartes ve Kant ile, hesaplaşmak mecburiyeti içindeydi. Çünkü Heidegger göre “şimdiye kadar felsefe epistemoloji düzeyinde” cereyan ediyordu. Ve unutulan şey Zaman idi. Zaman’ın Varlık’la olan bağı ise ancak yazılmış eserlerdeki kavramsal dokunun titizlikle ayrıştırılıp, tekrar birleştirilmesi ile mümkündü.[2]
Dokuya ilişkin soyutlama düzeyindeki “destruktion” saptaması Derrida için yeni bir kapı aralıyordu. Tıpkı Heidegger’in yaptığı gibi metinler üzerinden bir entelektüel işlem gerçekleştirecekti. Yalnızca, Heidegger’de yapısöküm düşünceye ilişikleşmiş yapıların zayıflatılması iken, Derrida’da olumlayış içermektedir. Kısacası, yapısöküm özü itibariyle gramatolojik bir hadisedir. Yöntemden ziyade “okuma stratejisi” ya da bir tür yaklaşımdır. Ancak Derrida ile ortaya çıkan önemi, düşünce dizgelerinde gerçekleştirilecek bir parçalanma sonrası başka bir metinde veya düşünce dizgesinde tekrar toparlanacağı, ancak semantiğinde yani anlamı açısından kaymanın gerçekleşeceğidir. Bu yaklaşım esas olarak dil üzerinden işletiliyorsa, dile ilişkin tüm söylem biçimlerini de kapsıyordur. Nalbantoğlu’nun belirttiği gibi Derrida’da yapısökümün etki alanı düşünsel egzersizlerin ötesine geçmiştir.[3] Kurumsal kategorileri de etkileyen bir boyut taşımaktadır.
Sosyalistlerin lügatçelerinin oluşturulması
Sosyalistlerin siyasal söylem düzeyleri bir dizi yapısal koşullar altında şekillenir.[4] Teorik (stratejik) ve pratik (taktik) hareket kabiliyetleri, üretim ilişkileri, üretici güçler seviyesi, kültürel aidiyet kodları, vb. faktörlerce sınırlandırılır. Özellikle sınıf mücadelesi sürecinde sergileyebildikleri direnç performansları, bununla ilişkili olarak elde ettikleri kazanımlar, siyasal söylem düzeylerini biçimlendirir. Örneğin, Türkiye öznelinde düşündüğümüzde sınıf hareketinin ulaştığı tepe noktası dönemleri, siyasal düzeyde kazanımların da gerçekleştiği eşzamanlılıklardır. Bu dönemlerin diğer bir önemli özelliği, kazanım kapasitesi uyarınca tahayyül gücünün devreye girerek yeni kazanımlara karşı istenç uyandırmasıdır. Leninist terminolojide ifade edersek, ekonomik kazanımların siyasal ve ideolojik düzeylerde desteklenerek/geri besleme mekanizmalarının çalıştırılmasıyla, bu alanlara hâkim olmanın stratejik metodunu sunmasıdır.
Paris Komünü’nden itibaren dünya çapındaki Sosyalist hareketlerin tahayyül gücü ve kazanımlara ilişkin siyasal söylemlerinde dalgalanmalar yaşanmıştır. Sismograftan çıkan dalga raporu çizgileri misali, çoğu zaman seyrek, belli dönemlerde koyulaşmıştır. Koyulaşma süreçleri sınıf mücadelelerinin toplumsal formasyonların merkezindeki kitlesel hareketleri kesmesiyle yakından ilgilidir. Tekrardan Türkiye özneline döndüğümüzde 1976 yılında DİSK’in DGM yasasının yürürlüğe konmasını protesto etmek için greve çıkması sonrası yasanın geri çekilmesi, dikkatli okunması gereken bir kazanımdır.[5] Bu gelişmeden sonra DİSK’in ve pek çok siyasi oluşumun siyasal söylemlerinde işaret edilen, bulunulan konumdan hep bir adım daha ötesinin imajıydı. Gerek tikel gerekse evrensel diğer örneklerle beraber düşündüğümüzde Sosyalistlerin söylem düzeyinde topluma işaret ettiği veya refere ettiği çeşitli kazanımlar ve alternatifler, basitçe salt dil dünyası içindeki soyutlamalara ait değildir!
Bedellerle tanımlanan ve ispatlanan gerçekliklerdir!
Lügatçedeki kavramların yapısökümü
Zamanımızın ruhu, postmodern eğilimlerce belirlenmeye müsait hale gelmiştir. Bu eğilimler omurgasız ve tanımlanamaz olduğu için öylesine kuvvetlidir ki, kendisini “sol”da ifade eden pek çok kişi ve grup üzerinde liberal-hümanist damar olarak cisimleşir. Sınıf mücadeleleri sürecinde işçi sınıfının tikel çıkarları ile toplumun genelinde dağınık halde bulunan tikel çıkarların -senkronik- birleşebileceği dönemlere tanıklık edilmesine karşın postmodern eğilimler, söz konusu dönemleri silikleştirir. Doğru zamanda kritik müdahalelerin yapılmasını engeller. Bir süre son
ra siyasal örgütlenme formundaki hatalı iç-işleyiş şeklinde kavranılmaya başlayan durum, dışsal süreçleri analiz edebilme, hesaplayabilme yetilerini köreltir. Siyasal söylemlere yansımasıysa yeni kazanımlar veya kitlelere tahayyül edebilecekleri imkânlar sunmak yerine mevcut pozisyonu korumak olur. Bir adım daha ilerisinde, düzene eklemlenmeyi mümkün kılan bir dil yaratılmasına yol açar.
Bugün 1980 sonrası neoliberalizmin hortladığını, hemzamanlı olarak özelleştirmeler, toplam kalite yönetimi modelleri, postfordist ve neotaylorist teknikler aracılığıyla kamu mimarisinin ve toplumsal yapının bozulduğunu ezberledik. Ezberlemekle kalmadık, toplumun çoğunluğunun yoğun bir şekilde yaşamasından ötürü kanıksandı. Bu süreçler ve tesirler sonucunda kognitif yani bilişsel olarak bireylerin çoğunluğu ait olduğu toplumsal sınıfın çıkarlarını atlayarak, başka sınıf çıkarlarına farklı süreçler sonucunda entegre oldu.
Kognitif-siyasal düzeydeki bu bozukluk, zamanınruhunun başlıca yaklaşımının yani yapısökümünün siyasal iktidarlarca ustalıkla kullanılmasıyla perçinlendi.
-Türkiye özneli üzerinden devam edelim.-
I. “Anayasa referandumu ile ilgili görüş bildirmeyen ya da ‘hayır’ oyu kullanacağını belirten sivil toplum örgütleri ve sendikaları eleştiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Biz bu ülkeyi sermayenin hegemonyasına terk etmeyeceğiz.” demişti.[6] ”
II. “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Emperyalist güçler arzularından hiçbir zaman vazgeçmiyorlar, vazgeçmeyecekler. Yani ezen ve ezilenler muhakkak olacak. İlk insanla başladı, sonuna kadar devam edecek. Mesele, bunun farkında olmak suretiyle bunu minimize edebilmektir, bu mücadeleyi verebilmektir” demişti.[7] >>
III. “Sağlık Bakanı Recep Akdağ, “Ticaret-rant ilişkisini üniversite hastanelerinden çıkaracağız, kararlıyız” demişti.[8]”
AKP’nin en yetkili isimlerinin yukarıda verdiği demeçlerde kullandığı kavramların denk düştüğü gerçeklik (hegemonya, emperyalizm, demokrasi, parasız sağlık gibi) Sosyalistlerin lügatçesinde yer almaktadır. Söz konusu lügatçe siyasal -ontolojik- pozisyonu taban tabana zıt ve temel işlevi neoliberalizmi uygulamak olan bir aktörün neredeyse tamamıyla kullanımına açılmıştır. AKP sınıf mücadelelerinin kavramlarını siyasal ajandasına ve propaganda çalışmalarına dâhil ederken, belirli ölçüde muhalif, belirli ölçüde mağdur, belirli ölçüde “değişimi” ortaya koymaktadır. David Harvey’in belirttiği gibi günümüz siyasetinin arenasında sağ, solun pek çok kavramını özellikle “değişim” gücünü devşirmektedir. Kitleler nezdinde farklı bir seçeneği imleyen AKP’nin, maddi düzeyde kamusal hizmet mantığını parçalayarak yoksulluk siyasalarını ve klientalist ilişkileri devreye sokması, tek başına açıklayıcı değildir. Farklı perspektiflerin devreye girme zamanı gelmiştir. Özellikle analiz düzeyinde, Heidegger’den Derrida’ya dek kullanılan ve sonraki postyapısalcılar, postmodernler tarafından fetişleştirilen yapısökümü, neoliberal-muhafazakâr düzenleme sistemi içinde siyasi iktidarlara esneklik kazandırmaktadır. “Çok kimlikli”, “çok seçenekli”, “kozmopolit” bir siyasal oluşum imajı çizmelerine yardım eder. Gerçek amaçlarını örter. Uzun zamandır AKP’nin siyasal söylem düzeyinde hem anamuhalefet hem anaakım muhalefet hem de Sosyalist muhalefetçe kalıcı bir yara alamaması arkasında yapısökümü stratejisi yatmaktadır. Tabii ki bu sadece bir etkendir.
Ancak hala bir çelişki vardır!
Bu aktörün yoğun bir biçimde kitlelerden aktif ve pasif rıza teminini gerçekleştirdiğini göz önünde bulundurduğumuzda ve de AKP’nin bu kavramları kendine göre uyarladığı haliyle kitleler tarafından kolaylıkla alımlanmaya müsait olduğunu geribildirim örnekleri üzerinden görüyorsak, burada basit bir kes-kopyala-yapıştır işleminin olmadığını da anlayabiliriz. Peki, menşei Sosyalistlere ait olan bu kavramlar, taklidinin elinde neden daha operasyoneldir? Sadece ekonomik ilişkilerle veya sadece devletin ideolojik aygıtlarıyla açıklanabilir mi?
Bu soruyu cevaplamak için bu deneme niteliğindeki yazıda tek bir unsuru kabaca öne çıkarmaya çalıştık. Ki, bu unsur yani neoliberal sağın yapısökümsel stratejileri, Sosyalistlerin kitlelerle kuracakları bağları zayıflatacak en önemli teorik mühimmat arasındadır. Çünkü dil, Humboldt’tan Wittgenstein’a kadar pek çok filozof için “dünyayı kavramlarla dönüştürme”, “dünyayı imajlama”nın merkezindedir. Dil, felsefe, edebiyat, siyaset ve ideoloji başta olmak üzere insana ilişkin kuramsal ve kılgısal düzeylerde belirleyici olma özelliğini taşımaktadır.
Son not. Sendika.Org, basit bir haber portalı değildir. Sendika.Org toplumun tüm kesimlerinin düşüncelerini rahatça ifade ettiği, yaşamın buluştuğu siber bir mekândır. Eğer düşünceler ve düşüncelerin dile getirildiği alanlar kriminalize edilmek isteniyorsa, Marx’ın dediği gibi, “sen kendi yolundan git; bırak onlar konuşsun”…
Dipnotlar:
[1]. Hasan Ünal Nalbantoğlu, Yan Yollar Düşünce Bilgi Sanat, sf 368-375, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010.
[2]. Paul Hünnerfeld, Heidegger Bir Filozof Bir Alman, çev. Doğan Özlem, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2011.
[3]. Nalbantoğlu bu kavramı “kurgusöküm” olarak çevirmeyi tercih etmiştir. Hasan Ünal Nalbantoğlu, Derrida’nın “Kurgusöküm”ü: “Özne”siz bir Söyleme Doğru, Toplum ve Bilim, No. 102, 2005.
[4]. Terry Eagleton, İdeoloji, çev. Muttalip Özcan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005.
[5]. Lastik-İş sendikasının hazırladığı güzel bir kronoloji: http://www.lastik-is.org.tr/turkce/yazilar.php?yaziid=16
[6]. http://www.stargazete.com/politika/ulkeyi-sermayenin-hegemonyasina-terk-etmeyecegiz-haber-286615.htm
[7]. http://yenisafak.com.tr/Dunya/?i=343382
[8]. http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/09/28/saglik.bakani.geri.adim.atmayacagiz/631023.0/