PKK’nin Çukurca saldırısı, AKP’nin ikiyüzlü siyaset tarzının faturasının hiç de hafif olmayacağını ortaya koymuştur. Başbakan’ın bir gün önce “panik içerisinde ve çaresiz” olarak nitelediği bir gücün, Cumhurbaşkanı’nın bir hafta önce manevra elbiseleriyle denetlediği birlikleri hallaç pamuğu gibi atması, AKP’nin iktidar kariyerinde ağır bir siyasi yenilgi olarak tarihsel bir dönüm noktası oluşturabilir Tayyip Erdoğan’ın “panik ve […]
PKK’nin Çukurca saldırısı, AKP’nin ikiyüzlü siyaset tarzının faturasının hiç de hafif olmayacağını ortaya koymuştur. Başbakan’ın bir gün önce “panik içerisinde ve çaresiz” olarak nitelediği bir gücün, Cumhurbaşkanı’nın bir hafta önce manevra elbiseleriyle denetlediği birlikleri hallaç pamuğu gibi atması, AKP’nin iktidar kariyerinde ağır bir siyasi yenilgi olarak tarihsel bir dönüm noktası oluşturabilir
Tayyip Erdoğan’ın “panik ve çaresizlik içinde” olduğunu ileri sürdüğü PKK’nin, Çukurca’da 8 ayrı noktaya yaptığı saldırıda, resmi açıklamaya göre 24 asker yaşamını yitirdi.
AKP iktidarının Kürt siyasi hareketine karşı seçimlerin hemen ardından başlattığı çok yönlü baskı kampanyası “amacına ulaştı”. 12 Haziran’dan bugüne kadar PKK saldırılarında 100’ün üzerinde asker ve polis yaşamını kaybetti. Kürt sorununun eksenine yeniden silahlı savaş oturdu.
Üç yıl önce “Kürt açılımı” sürecini “güzel şeyler olacak” sözleriyle ilan eden Abdullah Gül, birkaç gün önce manevra elbisesi giyerek ziyaret ettiği askeri birliklere yapılan bu saldırının ardından “intikam” söylemine sarıldı.
Çok değil, bundan üç buçuk ay önce “Kürt sorununu evelallah biz çözeriz” diyen ve “çözüm sürecinin zeminini” “Demokratik Açılım süreci” olarak tanımlayan Tayyip Erdoğan, Tansu Çiller’in “çakıl taşı dahi vermeyiz” edebiyatına kapılandı.
Olayların gelişimini yakından takip eden herkes, AKP’nin 12 Haziran seçimlerinden sonra Kürt siyasetine karşı izlediği çizginin bugünkü durumu davet ettiğini biliyor.
Peki ama neden?
Abdullah Öcalan’la ve Mustafa Karasu’yla özel temsilcisini göndererek aylarca süren bir “müzakere sürecini” yürüten ve bir dizi protokol üzerinde uzlaşma noktasına kadar gelen Tayyip Erdoğan’ın bu dönüşünü neyle açıklamak gerek?
Bir sorunun birden çok açıklamasının bulunduğu durumda, doğru açıklamanın ne olması gerektiğine ilişkin kayda değer yöntemlerden birisi, “bilimde ekonomi ilkesi” olarak da bilinen “Ockham’ın usturası”dır. Ockham’lı William, bir sorunun birden çok açıklaması varsa, bu açıklamalardan en basit olanının doğruya en yakını olduğunu ileri sürer.
PKK, AKP’nin 12 Haziran öncesi ve sonrasındaki politikalarındaki keskin dönüşü bu “basitleştirme” yöntemiyle yorumluyor. PKK yetkilileri, AKP’nin referandum ve seçim süreçlerine PKK saldırılarının olmadığı bir ortamda girmek için müzakere süreci başlatmış gibi yaparak PKK’nin tek taraflı eylemsizlik kararları almasını sağladığını belirtiyorlar ve “müzakere” süreçlerinin “oyalama”dan başka bir anlamının olmadığı saptamasını yapıyorlar. Kürt isyanlarına karşı oyalama amaçlı müzakereler yeni bir yöntem değil. Ağrı isyanı ve Dersim direnişinde hükümetlerin isyanları bastırmak için sahte müzakereler düzenlediği biliniyor. Zaten Abdullah Öcalan da, daha müzakereler sürerken, yürütülen müzakerelerin “oyalama” olabileceğini söylemişti.
AKP iktidarının müzakere sürecindeki U dönüşü bu basitlikte açıklanabilirse de, bu “dönüş”lerin özel konjonktürlerle de kesiştiği unutulmamalı. “Habur sonrası” U dönüşünün “Bülent Arınç Suikasti” ile aynı ana denk geldiğini daha önce vurgulamıştım. 12 Haziran sonrasının “dönüşü”nün ise ABD’nin Libya ve Suriye operasyonu ile İran’a karşı “Füze Kalkanı Projesi”nin yürürlüğe konulmasıyla zamandaş olduğu da görülmelidir.
(Kılıçdaroğlu’nun değil Cem Yılmaz’ın ifadesiyle “tamamen duygusal” nedenlerle) ABD’nin Suriye ve Libya operasyonunun orta vadede mutlak ve tam olarak başarıya ulaşacağını düşünen AKP kurmaylarının, Kürt politikalarını bu öngörüye uygun bir biçimde “revize etmiş” olmaları hiç de uzak bir ihtimal değildir. ABD-İran ve Suriye çatışmasının kızıştığı bir ortamda, Türkiye’deki Kürt sorunu için “kontrollü bir çözüm” sürecinin bahis konusu olamayacağından hareketle, Kürt sorununda devletin geleneksel konumuna dönülmesi “ulusal güvenlik politikası”nın bir gereği olarak kavranılmış ve kabul edilmiş olabilir.
Bu “kabulleniş” aynı zamanda Ortadoğu’daki ABD müdahalesi sürdüğü müddetçe Kürt sorununa bir çözüm bulunamayacağının da kabul edilmesinden başka bir şey değildir.
AKP iktidarının Kürt sorununun çözümündeki konumu açısından baktığımızda her iki açıklama da aynı kapıya çıkmaktadır: AKP için Kürt sorunu, çözümü öncelikli olan bir sorun değil, devlet iktidarı için mücadelelerin ve Ortadoğu’daki uluslararası çatışmaların bir “bağımlı unsuru”dur. AKP, iç politikada da, dış politikada da, “köprüyü geçene kadar” Kürt sorununun çözümünü sağlayacak bir siyasi alternatif miş gibi yapmayı bir siyaset tarzı haline getirmiş görünmektedir.
PKK’nin Çukurca saldırısı, bu ikiyüzlü siyaset tarzının faturasının hiç de hafif olmayacağını ortaya koymuştur. Başbakan’ın bir gün önce “panik içerisinde ve çaresiz” olarak nitelediği bir gücün, Cumhurbaşkanı’nın bir hafta önce manevra elbiseleriyle denetlediği birlikleri hallaç pamuğu gibi atması, AKP’nin iktidar kariyerinde ağır bir siyasi yenilgi olarak tarihsel bir dönüm noktası oluşturabilir.
PKK’nin “Çukurca saldırısı”, ölçeği çok daha küçük olmasına karşın, Viet Minh’in Johnson’u iktidardan eden “1967 Tet Saldırısı”na benzer bir biçimde AKP iktidarını “inişe geçirebilir”. “Sağı birleştirerek” %50’yi yakalayan AKP, AP’nin ve ANAP’ın kaderini paylaşarak, aldığı emanet oyları iade etmeye başlayabilir.