Seçimlerden sonra AKP’nin güncel siyasetinin birbirini bütünleyen üç ana noktada yoğunlaştığını izliyoruz: (bir) kendi meşruiyetini sürekli yenilemek, (iki) karşıtlarını siyaseten felç etmek, (üç) iktidar gücünü daha da kurumsallaştırmak. Seçimlerde aldığı yüksek oy oranının hemen ardından gerçekleştirilen Fenerbahçe, Deniz Feneri, Somali yardım operasyonları meşruiyet yenileme / güçlendirme hamleleridir. Yakın vadede yaşanacak kimi gelişmelerin meşruiyet kaybına yol […]
Seçimlerden sonra AKP’nin güncel siyasetinin birbirini bütünleyen üç ana noktada yoğunlaştığını izliyoruz: (bir) kendi meşruiyetini sürekli yenilemek, (iki) karşıtlarını siyaseten felç etmek, (üç) iktidar gücünü daha da kurumsallaştırmak. Seçimlerde aldığı yüksek oy oranının hemen ardından gerçekleştirilen Fenerbahçe, Deniz Feneri, Somali yardım operasyonları meşruiyet yenileme / güçlendirme hamleleridir. Yakın vadede yaşanacak kimi gelişmelerin meşruiyet kaybına yol açmasına karşı tedbir alınmaktadır. AKP, liberallerin önemli desteğiyle de edindiği ‘demokrat’ imajını zedelemeyi göze alarak seçilmiş milletvekillerini parlamentoya sokmama, sola dönük tutuklama operasyonları, sendikaları ve meslek odalarını etkisizleştirmeye dönük düzenlemelerle karşıtlarını siyaseten felç etmeyi hedeflemektedir. Meclisteki yasama çoğunluğuna karşın KHK’larla yol alması ve birçok özerk kuruluşu AKP’ye bağlaması ise kimsenin muhalefet etmeye cesaret edemediği güçte bir iktidar ihtiyacından ve acelesindendir. Bu acelenin nedeni kriz ve savaş gibi iki öldürücü tehlikenin aynı anda kapıda olmasıdır. Taşlar buna göre döşenmektedir. Ülkeyi KHK’larla yönetirken anayasa tartışmalarını da ortaya atan AKP iktidarının maksadının demokratik anayasa dışında her şey olduğu ortadadır.
AKP hedeflediği rejimi fiilen inşa ediyor. Yasal ve anayasal yapıyı ardından tesis etmeye niyetli görünüyor. Bu, rejim değişikliklerinin tipik kuralıdır: Rejmi önce fiilen değiştir, sonra yasallaştır; anayasal biçim kazandır. AKP, KHK’larla bağımsız üst kurulları doğrudan kendisine bağlarken, poliste yeniden bir yapılanmaya gidiyor. Ordu komuta kademesinde başlattığı yeniden yapılanmayı yaymak üzere adımlar atmaya başladı bile. Tabii tüm bu düzenlemelerin sadece kendi dar alanlarıyla sınırlı kalması AKP’nin amatörlük döneminde bile olmadı. Her adıma aynı zamanda bir sermaye birikimi hamlesi eşlik etmezse eksiklik olurdu. Genelkurmayda gerçekleştirilen değişikliği savunma sanayini, savunma ihalelerini, TSK Güçlendirme Vakfı’nı, Aselsan’ı, Havelsan’ı, TAI’yı, Roketsan’ı, TEI’yı yeniden yapılandırmanın izleyeceğinden; bunların ve polise yeni teçhizat alımlarının ise ‘bizim Çalık’ gibilerini gönendireceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Polisin ağır silahlarla donatılması, Özel Harekat polislerinin sayısının arttırılmasına Güneydoğu’daki askeri birliklerin komutanlarının Yeni Genelkurmay Başkanı tarafından değiştirilmesi eşlik ediyor. Asker polis birlikte ve uyum içinde mücadele edecekler ve Çiller-Ağar döneminde olduğu gibi terörün ‘belini kıracaklar’: kirli savaş! Beşir Atalay bu yeni döneme yeni bir isim bulmuş bile; “yeni entegre strateji.” Tabii polisin ağır silahlarla donatılması için ‘terör’ bahane, asıl amaç tüm ülke çapında aynı donanımda polis teşkilatı yaratmak. Bunca sömürü ve talan karşısında halk her zaman homurdanmak ve izlemekle yetinmeyebilir.
AKP, ‘kusursuz’ iktidar için gerekli son aygıtı da halletti. Meğer bizim kahraman komutanlarımız sadece silahlarını bırakıp kaçmıyorlar, ABD’nin baskısını görünce makamlarını da bırakıyorlarmış; tabi mağrurluğu elden bırakmadan. AKP, ABD’ye minnetini ödeye ödeye bitiremez artık. Genelkurmay Karargahında bir ‘dost’tan başka kim dinleme yapabilir ki? Ama unutmaması gereken bir şey var ki kendinden öncekiler de aynı minnetle bağlıydılar. Artık TSK’nin başkomutanı A. GÜL. Yeni araştırma sonuçları yayımlandı; halkın en çok güvendiği kurum ordu değil, artık cumhurbaşkanlığıymış. Ve son olarak da yeni Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, 30 Ağustos resepsiyonuna Abdullah Gül’ün ev sahipliği yapmasını istemiş. Böylece ilk kez Gül, başkomutan sıfatı ile 30 Ağustos’un ev sahipliğini yapacak. Bu “parlatma operasyonu” bu kadarla sınırlı kalır mı, yoksa parlatılmışlık başka alanlarda da değerlendirilir mi, göreceğiz!
Emperyalistlerin Libya projesinin Suriye’ye de uygulanması ihtimali AKP’yi hızlı hareket etmeye zorluyor. Kendi politik taktiğinin Fransa tarafından, Libya’da boşa çıkartılmasından sonra Suriye’de ABD politikasını harfiyen uygulamayı kabullendiği ortadadır. Suriye’nin ABD-Suudi eksenine alınması ve İran’ın yalnızlaştırılması, İran’la Lübnan Hizbullah’ının Suriye üzerinden kurulan bağlantısının kesilmesi, dolayısıyla Filistin’de de ABD ekseni dışındaki seçeneklerin bertaraf edilmesi Ortadoğu’ya yeni biçim verilmesi (Irak’ta istikrar için de) açısından kritik görünüyor. Filistin yönetiminin İsrail’in yeni yerleşim planlarını iptal ettirmek için geliştirdiği yeni bir hamle olan, “Birleşmiş Milletler’e (BM) Filistin’in bir devlet olarak tanınma” talebi ABD’nin “Filistin’e para yardımını kesme” ve BM’de aleyhte davranma tehdidiyle karşılandı. Türkiye bu çerçevede görev üstlenmiş durumda. Daha önce yavaş ve yumuşak geçiş taktiği izleyen Türkiye, ABD’nin bastırmasıyla hızlanmak zorunda kaldı. Tayyip Erdoğan “Suriye Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesidir” buyurdu. Artık Suriye mi Osmanlı’nın bakiyesi, AKP mi ABD’nin bilinmez. Sıkışan Suriye ise elindeki Kürt kozunu kullandı. Suriye’nin Kürtlerine bir takım haklar vermesi ve sıkıştığında ciddi sayılabilecek haklar vermeye kalkışması ve PKK’nin Suriye Kürtleri üzerindeki hakimiyeti göz önünde bulundurulduğunda AKP’nin işi kolay değil. Kürt Sorununda ‘savaş dışı çözüm’ imajı yaratarak süreci ilerletmeye çalışan AKP’nin çark etmesinin ardında da Kürt Hareketinin ‘diyalog’ taktiğinden vazgeçmesinin ardında da Suriye’de yaşanacak olası gelişmelere göre yeni pozisyonların alınması kaygısı yatıyor. Ortadoğu’da sağlandığı varsayılan statü(ko)ye göre Kürt Hareketi’nin oluşturduğu, İmralı ve BDP tarafından temsil edilen siyasetin, yeni gelişmeleri karşılayamama olasılığı, Öcalan’ı da BDP’yi de inisiyatifi silahlı merkeze (Kandil’e) devretmek zorunda bıraktı. Bu arada İran’ın Kürt sorunu üzerinden Türkiye ile müttefiklik durumu, ABD ile düşmanlığı, Suriye ile müttefikliği, Suriye’nin son Kürt taktiği gibi karmaşık bir denklem ortaya çıkarmaktadır. Denklemin en kritik değişkeni ise Beşar Esad.
AKP’nin Suriye’yi merkezine koyan planlarının hiçbiri sadece Suriye ile ilgili olamaz. Bir yönü mutlaka İran’ı, diğer yönü ise mutlaka Filistin’i içerir. Kürt sorunu ve Lübnan da cabası…
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin Kandil’e dönük Türk operasyonuna sessiz kalması ABD’nin sağladığı bir mutabakatın olduğunu gösteriyor. Yine de Suriye’deki gelişmelerin yönünün Ortadoğu siyasetinde baskın bir Kürt Hareketi sonucuna yol açması uzak bir ihtimal sayılmaz. AKP ise bu olasılığa ve ABD’nin zaferine olan inancıyla işi ileriye götürüp İstanbul’da muhaliflere ‘Ulusal Konsey’ (aslında sürgünde hükümet) kurdurarak, Esad iktidarını devirmeye kaderini bağlamış görünüyor.
AKP’nin ustalık döneminin önemli bir siyaset atağı da ‘Ramazan Siyaseti’ oldu. Sokaklar oruç tutmayanlara kapatılırken, iftar sofraları binlerce kişiyle sokakları kapladı. İslamcı yazarlar Ramazan’da sokaktaki diğerleri tarafından nasıl rahatsız edildiklerini yazıp çizmeye başladılar. İçki içenlerden oruç tutmayanlara, Kürtlerden Esad’a şer güçlerinden dem vurdular. Edecek duası kalmayanlar (iktidar olanın edecek ne duası olabilir ki) oruçlu beddualar etmeye başladılar. Beddualarını yeni özel harekâtçılar ve genelkurmay kabul edecektir herhalde. Bir yandan işçileri sokağa atıp çoluk çocuklarıyla açlığa mahkum ederlerken diğer yandan oruç tutarak açlarla empati kurdular, iftar yemeği vererek aç bıraktıklarını doyurdular. Lüks ifta
r sofralarında lüks iftarın günah olduğunu söylediler. ‘Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek’ diye diye zekatı bir gösteriye çevirdiler. Haramı helâl, helâlı haram kıldılar. Somali’ye giderken yanlarına nedense gösteri dünyasından sanatçılar aldılar, havaalanında iner inmez “açlarla” dans ettiler, daha önce Egemen Bağış’a “isteyin sizin için canımızı verelim” diyen Ajda, hızını alamayıp “Somali’de olmaktan büyük keyif” aldığını duyurdu. Kızılay (başkanı Erdoğan’la görüştükten sonra istifa etti) devre dışı bırakılıp hırsızlığı tescilli olanları dahil her türden gerici yardım kuruluşu Somali’ye yardım götürdü. Ekranlarda, gazetelerde boy gösterdiler; tam bir gösteriye dönüştürdüler. Hâlbuki dünyadaki 926 milyon aç insanın 10 milyonu Türkiye’de yaşıyor. Tabii burada asıl amacın Türkiye’nin emperyalist-yağma planının bir parçası olarak değil de yurt dışına insani müdahale amacıyla gittiğini dindar yurttaşlara yutturmak olduğunu söylemeye gerek yok. Daha önce de Afganistan’a ve Libya’ya çeşme, tuvalet, köprü, kanalizasyon yapmaya gidiyoruz laflarını hatırlayalım. İHH, Deniz Feneri (ikincisinin yöneticileri çaldıklarından dolayı Almanya’da hapisteler, Türkiye’dekilerin aklanması için cihaz çalışıyor) gibi örgütlerin operasyonlarda aldıkları kritik rollere bakılırsa, işbirliği yaptıkları sömürgecilerin tarihteki misyonerlik faaliyetlerine fena özendikleri anlaşılıyor.
AKP’nin seçimlerde elde ettiği ‘başarıyı’ anlamlandırmakta güçlük çeken solun ve sol kitlelerin önemli bir kesimi yenilgi havasını üzerinden henüz atamamış görünüyor. CHP’nin, düşük oy alması da bu yenilmiş ruh haline neden olan etkenler arasındadır. Oysa CHP’nin 5-6 puan daha fazla almasının, AKP’nin gerilemesine yol açmamakla birlikte CHP’nin sol kitlelerde kurtarıcı olarak algılanmasına yol açacağı da ortadadır. Aslında solun kimi kesimlerine ‘böyle olmuyor, başka bir şey yapmak gerekir’ dedirten şey gerçek bir programdan yoksunluktur. Neoliberal dönemde sol bu söyleme birçok kere başvurarak taktikler üretmeye çalıştı ve hemen hepsi de, neoliberal saldırganlık karşısında direniş hattının kurulacağı yeri tarif etmemesinden dolayı başarısızlığa uğradı. Bugün partili, platformlu, sendikalı, dernekli vb birçok sol örgüt aynı hatalı soruyu tekrar ediyor. Sola yatkın kitlelerin ve siyasal eğilimlerinden bağımsız olarak emekçi kesimlerin hareketini ve birliğini hedefleyen bir mücadele programından bağımsız bir tartışma yürütme yanılgısını tekrar ediyor. Oysa hak mücadelelerinin kendiliğinden dinamizmi dahi nereye bakılması gerektiğini gösteriyor. Hak mücadelelerine tali değil de temel anlam yükleyenler açısından seçim sonrası hareketlilik durmadı. Dikmen Vadisi Halkının 30 Haziran’daki yıkıma karşı direnişi, aynı gün iki bin Mamaklının meşalelerle “Tek Yol Sokak Tek Yol Devrim” sloganlarıyla yürümesi, Devrimci Sağlık İş Sendikası üyesi taşeron işçilerinin yaz boyunca durmayan (Samsun, Taksim, Balcalı Hastanelerindeki) direnişleri, Birleşik Metal İş üyesi MAS-DAF işçilerinin eylemleri, Hopa’da HES toplantılarının engellenmesi, Gerze’de Termik Santrale karşı nöbet direnişi; Tortum’da, Fethiye’de, Şavşat’ta HES eylemleri, Antalya’da ulaşım hakkı eylemleri, ataması yapılmayan-güvencesiz öğretmelerin Ankara eylemi, yaz boyunca yüzlerce çocuğun Halkevlerini doldurması, Hopa-Kemalpaşa’da yağmura rağmen binlerce insanın katıldığı Festival… (Atladıklarımız bağışlasın.)
Sonbaharla birlikte başta kayıt paraları olmak üzere okullara dönük eğitim hakkı meclislerinin çalışmaları önemli olacak; ulaşım zamları ise ulaşım hakkı mücadelesinde izleyeceğimiz yeni, etkili ve kalıcı yol yordamlar üretme konusunda bir fırsat olarak değerlendirilebilir; elektrik ve doğalgaz zamları ise kapıda. Başta İstanbul olmak üzere birçok ilde gündeme gelen yeni kentsel dönüşüm projeleri, Ankara’daki barınma hakkı mücadelesinde biriktirdiğimiz deneyimleri geliştirme ve yeni düzeylere sıçratma olanakları sunmaktadır.
Sonbaharla birlikte hak mücadeleleri dışında solda, BDP’nin ürettiği başarılı seçim taktiğinin bir devamı olarak “kongre-çatı partisi” önerisi bir süre etkili olacağa benziyor. Kürt Hareketinin güncel ihtiyacı olarak gündeme gelen seçimlere blokla girme siyasetinin bir devamı olarak önerilen çatı partisi girişimi, solun hatırı sayılır bir kesimini etkisine almış görünüyor. Emek hareketinin program sorununu çözmekten uzak, nesnel olarak Kürt Hareketi ile dayanışmayla veya örgütlerin yukardan birliğiyle kendisini sınırlamış politik çabaların olumlu sonuç üretmediğini daha önce de izlemiştik. Emek hareketinin gelişme sorunlarını bağımsız bir şekilde tartışmak yerine, güçsüzlüğün verdiği basınçla Kürt Siyasetiyle dayanışma görevlerine bağlı olarak ele alınması ne güçlü bir emek hareketi ne de güçlü bir dayanışma yaratmaktadır. Aksine Kürt Hareketinin yarattığı siyasal olanaklara dayanarak varlık sürdürme eğilimine neden olmaktadır. Devrimci bir halk hareketi yaratma görevlerinden azade siyasal örgütlerin kendilerini anlamlı kılma kaygılarından muzdarip birlik, dayanışma projelerinin kendini bulacağı yerin ya güçlü bir çatı aramak ya da ÖDP örneğinde olduğu gibi İşçi Partililerin açlık grevi alanı olacağı ortadadır. (‘Birlik’ şiarlarının bu kadar yanlış haykırıldığı bir ortamda söz söylemeden geçmek doğru olmazdı; devrimci merkez bu muymuş?). Ne menem bir örgüt olduğu ve nasıl ilişkiler içinde olduğu herkesçe bilinen İP’in açlık grevini ziyaret edip “birlik dayanışma” çağrısı yapmak, birlik ve dayanışmadan (kiminle, nasıl, hangi program, hangi mücadele temelinde) ne anlaşılmaması gerektiğinin en açıklayıcı musibeti olarak örnek alınmalıdır. Sosyalistlerin görevi bugün emek hareketinin program eksikliğini giderirken Kürt Halkının demokratik talepleriyle dayanışma ilişkisi geliştirmeyi başarmaktır. Yapılması gereken sınıf hareketinin bugünkü gelişme eksenini oluşturan hak mücadelelerinin birliğini sağlamak ve siyasal örgütlerin birliğini bu göreve bağlı olarak tartışmaktır.