Geçtiğimiz yüzyılın en kanlı askeri faşist diktatörlüklerinden biri sayılan ve süregelen etkileriyle en kalıcısı da olduğunu sessizce ispat eden 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçti. Her yıl yaşanan kıyımın büyüklüğünü yüzümüze çarpmakta biraz daha yetersiz kalmaya başlayan istatistikler; gözaltılar, ölenler, “kaybolanlar”, yaşamları parçalananlar bugün artık ezbere bildiğimiz, ama ezberledikçe kanıksadığımız bir […]
Geçtiğimiz yüzyılın en kanlı askeri faşist diktatörlüklerinden biri sayılan ve süregelen etkileriyle en kalıcısı da olduğunu sessizce ispat eden 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçti. Her yıl yaşanan kıyımın büyüklüğünü yüzümüze çarpmakta biraz daha yetersiz kalmaya başlayan istatistikler; gözaltılar, ölenler, “kaybolanlar”, yaşamları parçalananlar bugün artık ezbere bildiğimiz, ama ezberledikçe kanıksadığımız bir gerçekliğe dönüştü. Kanıksanan gerçeklerin üzeri karanlıkla örtülüdür, oysa ne çok söyleyecek sözü vardı gidenlerin… Yüreğimizi öfke ve hınçla dolduran zamanın o yavaş ritmi, her geçen gün daha da dayanılmaz bir ağrıya dönüştü. Geride kalanların söyleyecek sözleri, boğazında yutkunamadıkları bir yumru gibi kaldı. Biz, sonradan gelenler, onların deyimiyle “12 Eylül’ün çocukları”, ancak bir bölüğüne şahidiz bu çaresizliğin, bu örselenmişliğin, bu olmamışlığın…
Öncesiyle sonrasının ayrımını yapmanın her türlü izan sınırını aştığı, üstüne zamanın görünmez örtüsü çekildikçe başa çıkmanın biraz daha zorlaştığı, karşısında bütün renklerin silinip gittiği, insanlıktan, paylaşımdan yana ne varsa soldurulduğu bir yaşam olarak tanıdık biz 12 Eylül’ü. Yaşanan acıların, korkuların, kahırların, ama ille de dostlukların, fedakârlıkların hikâyelerini dinleyerek büyüdük. Büyüdük diyorum ama, aslında 12 Eylül’le ne kadar büyünürse o kadar büyüdük, ne kadar insan olunabilirse o kadar olduk. Bizden öncekilerin hiç yoksa anlatacak hikâyeleri vardı, acıklı da olsa… Bizim sorunumuz, çoğumuzun bir hikâyesinin de olmayışıydı. Bunun acısını aklımızın ermeye başladığından beri hep iliklerimizde hissettik. Korkunun açtığı yol ıssızdı, bütün bir kuşak bu koridordan geçmek zorunda kaldı; kimi vazgeçip yarım kalarak yaşamaya alıştı, kimiyse kendi değerlerini koruyup olanca gücüyle dik durmaya çalıştı. Biz bu kuşatmayı yaramadık; yaramadık diyorum ama bunu deneyen, bedel ödeyen, mücadele eden de çok oldu, hâlâ da çoktur. Ama toplumun toprağına atılan bu zehir bombası, her türlü canlılığın üzerinde yükseldiği zemini öyle bir çölleştirmiş, öyle bir ıssızlaştırmıştı ki, birçoğumuz bu çölde yolunu yordamını kaybetti.
Her yıl 12 Eylül’de, biraz da bu çaresizlikle yeniden yüzleştiğimi düşündüğüm için sanırım, zaman geçtikçe benim acım çoğalıyor. Darbenin başındaki kişi de, inadına yaparmış gibi sanki, yaşadıkça yaşıyor. Onunla gelen bireyci, rekabetçi, bencil, iğrenç insan tipi her yerde bana o çürümüş yüzü anımsatıyor; zulmettikçe çirkinleşen, yok ettiği güzelliklerin âhını da yanında sürükleyen bir heyula… O yüzü şimdilerde her sokakta, çarşıya-pazara her çıkışınızda, dostça uzanmayan her elde görebilirsiniz; insanı tanımayan, insanla var olmayan bir düşüncenin soğuk ve kasvetli ifadesidir o.
12 Eylül’ün bir şeyleri bıçak gibi kestiği, koparıp attığı, ezip geçtiği türünden benzetmeler hep söylenir, yıllardır da aynı sözleri işitiyoruz. Keşke bıçak gibi kesseydi, hiç yoksa alttan daha güçlü köklenirdi diyesi geliyor insanın. Oysaki herkesin içten içe duyumsadığı gerçek şudur; uygulanan muazzam boyutlardaki fiziki şiddet, tek başına, bir siyasal hareketi bütünüyle yok etmeye hiçbir zaman yetmez. Asıl büyük tahribatı yaratan, toplumdaki belirli bir gelişim dinamiğinin sistemli biçimde zayıflatılarak onun tam karşıtı olan projenin, yani kapitalizmin ihyasına dönük müdahalenin bütün bir tarihsel süreci kalıcı biçimde çarpıtması oldu. Böyle bir çarpıtmadan bahsetmekten muradımız, “zinhar”, tarihin ve toplumun nihai ve zorunlu gelişme yasalarının inkârından dem vurmak değil. Yeniden yapılanmanın siyasal açıdan alternatifsizleştirilmesi süreci, mevcudun eleştirisinden yola çıkarak bütünüyle ona alternatif bir siyasal proje biçiminde kendini örgütleyebilme ivmesi gösteren siyasal hareketleri doğrudan ve zorunlu olarak karşısına alır. Bu performansı gösterebilen bir toplumsal muhalefet hareketi 1980 Türkiye’sinde bütün belirtileriyle mevcuttu. Fatsa’lar, Yeni Çeltek’ler bu siyasal kapasitenin somut örnekleri olarak düşünülebilir. 12 Eylül’ü bu kadar kalıcı kılan şeylerin başında, emek cephesini bütünleştirerek halkı siyasal yaşamın doğrudan öznesi haline getirmeyi amaçlayan bu muhalefet tarzının sürece yönelttiği devrimci eleştirinin, bu eleştiriyle oluşturulan bütünlüklü bir alternatif tarih algısının bir daha geri gelmeyecek biçimde zihinlerden kazınması amacı ve gerçeği vardır.
Emek cephesini parçalayıp dağıtmaya matuf böyle devasa bir zulüm hareketinin, tarihin bütün kötücül güçlerini harekete geçirerek -ve elbette ki uluslararası sermayenin sınırsız desteğini arkasına alarak- her türlü baskı, zorbalık ve vahşet yöntemleriyle yürüttüğü topyekûn bir saldırı olduğundan otuz küsur yıldır kimsenin en ufak kuşkusu yok. Asıl zor olan, bugün Türkiye’nin geldiği noktada bu otuz yıllık muhasebenin yapılmasının güçlüğü ve aciliyeti. Solun 11 Eylül 1980 tarihinde sahip olduğu toplumsal meşruiyet zeminiyle 11 Eylül 2011 tarihinde üzerinde dengede durmaya çalıştığı zeminin genişliği arasındaki tarifi imkânsız açı, hala açıklanmayı ve anlaşılmayı bekliyor. Ve inadına, Türkiye’nin sola olan susuzluğu da bir o kadar artıyor.
Umutsuz olmak için çok sebep var, ama tam da bu yüzden, umutlu olmak için daha çok sebep var. Umut uzakta değil, umut insanda…