Bu “çarpıtma ve dezenformasyon” kampanyasının “sağ teorisyenler” tarafından yürütülmesi tabii ki anlaşılabilir bir şeydir. En nihayet onlar, emperyalizm ve gericilikle “barışık”tırlar ve kendi siyasi iktidarlarının meşruiyet mekanizmalarını yaratmakla görevlidirler. Bu görüşün “sol” yardakçılarının, bu anlayışın emperyalizmi ve sağı aklayan mantığını göre göre propaganda etmelerinin “teorik kavramlarla” izahı ise pek mümkün görünmemektedir Yüksek Askeri Şura’nın oturma […]
Bu “çarpıtma ve dezenformasyon” kampanyasının “sağ teorisyenler” tarafından yürütülmesi tabii ki anlaşılabilir bir şeydir. En nihayet onlar, emperyalizm ve gericilikle “barışık”tırlar ve kendi siyasi iktidarlarının meşruiyet mekanizmalarını yaratmakla görevlidirler. Bu görüşün “sol” yardakçılarının, bu anlayışın emperyalizmi ve sağı aklayan mantığını göre göre propaganda etmelerinin “teorik kavramlarla” izahı ise pek mümkün görünmemektedir
Yüksek Askeri Şura’nın oturma düzenindeki değişiklik, “muazzam bir demokrasi tablosu” olarak demokrasi tarihimizdeki yerini aldı. Büyük sermaye basınının neredeyse bütün kalemleri Başbakan’ın toplantıya tek başına başkanlık etmesinin “askeri vesayet rejiminin sonu”nu simgelediğinde hemfikir oldu. E tabii “askeri vesayet rejimi” ülkemiz demokrasisinin “en büyük sorunu” olarak kafamıza kazındığından, oturma düzenindeki bu değişimin “demokrasinin zaferi”ni simgelediği de “yandaş teorisyenler”ce ilan edildi.
“Askeri vesayet rejimi”nin Türkiye’deki otoriter rejimin önemli bir görünümü olduğu kuşkusuz bir gerçek. Ancak Türkiye’deki otoriter rejimin “özünü” “Askeri vesayet rejimi” ile tanımlamaya kalkıştın mıydı işte o zaman sapla saman karışıveriyor.
Tekrar tekrar vurgulamakta yarar var: Türkiye’deki otoriter rejim “sömürge tipi faşizmdir”. Rejimin “otoriter-bürokratik” özelliklerinin kaynağında Türkiye’nin burjuva devrimi sürecinin dolayısıyla “Kemalizmin” önemli bir yer tuttuğu hiçbir zaman üzerinden atlanmaması gereken bir gerçektir.
Ancak Türkiye faşizmini “otoriter bürokratik devlet”e indirgemek de bundan çok daha önemli bir hatadır. Bu hatalı yaklaşım Türkiye faşizmin tarihsel gelişme momentlerini Kemalizm – Kemalist Ordu – 27 Mayıs/12 Mart/12 Eylül/28 Şubat Darbeleriyle tanımlayarak, Türkiye’deki sömürge tipi faşizmin özünü karartmaktadır.
Bu “karartma” ile Türkiye faşizminin “tek siyasi suçlusu”nun CHP olduğu ilan edilebilmeke, emperyalizmin ve “Türkiye sağı”nın faşist rejimin oluşumunda bir dahlinin olmadığı kanısı yaratılabilmekte, hatta “Türkiye sağı”nın Türkiye’deki faşizmin “mağduru” olarak “demokrasimizin en önemli kahramanı” olduğu yalanı büyük bir iki yüzlülükle savunulabilmektedir.
Türkiye’deki faşizm, Kemalist “otoriter bürokratik rejim”in doğrusal bir devamı değildir. “Sömürge tipi faşizm”in kurucu öznesi, kendisine sonradan takılan isimle “kontrgerilla” yapılanmasıdır. Bu yapı, ordu, polis, yargı ve bürokrasinin siyasi işleyişini belirleyerek Türkiye faşizminin “gizli öznesi” olmuştur.
Ülkemizdeki kontrgerilla yapılanmasının kurucusu ise doğrudan doğruya ABD’dir. NATO ilişkileri içerisinde orduda oluşturulan kontrgerilla birimiyle tohumu atılan bu yapılanmanın polis, yargı ve bürokrasi içindeki karşılıklarının oluşması ve “mükemmelleşmesi” uzun sayılabilecek bir sürece yayılmıştır. Ordu, polis, yargı ve bürokrasideki kontrgerilla yapılarının “mükemmelleşmesi”yle kontrgerilla devletin kurumsal çekirdeğini teşkil eden bir kompleks haline gelmiştir.
Kemalist “otoriter-bürokratik yapılanma” bu “gizli özne”nin gelişmesi, yerleşmesi ve fonksiyon kazanması için “elverişli bir tarihsel temel” sağlamıştır. Demokrat Parti’den başlayarak sağ iktidarlar, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ve “Kürt Savaşı”, kontrgerilla cihazının mükemmelleşmesi ve devletin siyasi rejimindeki etkin konumunun gelişmesi açısından “atılımlar” yaptığı dönemler olmuştur. Yani Türkiye’deki sömürge faşizminin devlet içindeki gelişme ortamı “Kemalist otoriter bürokratik yapılanma” tarafından sağlanmış, “yerli” siyasi öznesi ise “Türkiye Sağı” olmuştur.
Kontrgerilla kurumlarının gelişim sürecinde ordunun stratejik bir konumda bulunduğu açıktır. Seferberlik Tetkik Dairesi’nden başlayarak MİT’i, polisi ve yargı sistemini içine alan “kontrgerilla sistemi”nin kuruluşunun merkezi, ordu olmuştur. Ordunun faşizmin inşaasındaki bu “stratejik” konumunun oluşmasında NATO ilişkilerinin belirleyici bir rolünün olduğu da bilinmektedir.
Kontrgerilla yapısının devletin siyasi rejiminin belirleyicisi olması, sömürge tipi faşizmin bir “askeri vesayet rejimi” olarak görülmesi ve gösterilebilmesine yol açmıştır. Kontrgerillanın gelişim ve yetkinleşme sürecinin devlet içerisindeki karargahının ordu bünyesinde kurulmuş olmasından hareket ederek, kontrgerilla cihazını “ordu içindeki bir çete”ye indirgemek, bu sürecin son derece yanlış ve çarpık bir kavramlaştırılmasıdır. Sağın “teorisyenlerinin” ve onların “sol yardakçılarının” bu yanlış ve çarpık kavramlaştırmayı tekelleşmiş güdümlü-kontrollü bir medya aracılığıyla “pompalamaları” ise ahlak dışı bir çarpıtma ve dezenformasyondur.
Bu “çarpıtma ve dezenformasyon” kampanyasının “sağ teorisyenler” tarafından yürütülmesi tabii ki anlaşılabilir bir şeydir. En nihayet onlar, emperyalizm ve gericilikle “barışık”tırlar ve kendi siyasi iktidarlarının meşruiyet mekanizmalarını yaratmakla görevlidirler. Bu görüşün “sol” yardakçılarının, bu anlayışın emperyalizmi ve sağı aklayan mantığını göre göre propaganda etmelerinin “teorik kavramlarla” izahı ise pek mümkün görünmemektedir.*
YAŞ toplantısındaki “oturma düzeni”nin bir dönüşümü simgelediği doğru olabilir. Bu dönüşüm “askeri vesayet rejiminin sonu” anlamını da taşıyabilir. (“Olmuştur” ve “taşır” değil, “olabilir” ve “taşıyabilir”.) “Velev ki” öyle olsa bile bu, Türkiye’de sömürge tipi faşizmin çözülmesi sürecinin başlamış olduğunu mantıksal bir zorunluluk haline getirmez. Çünkü kontrgerilla sisteminin devletin belirleyici çekirdeği olmasını sağlayan temel ilişki ABD emperyalizmi ile yerli tekelci sermaye iktidarları arasındaki ilişkidir. Kontrgerilla yapılanmasının sömürge tipi faşist devletin omurgası haline gelmesini sağlayan gerçek temel bu ilişkidir.
Bu omurganın yeniden üretiminde “askeri vesayete” ihtiyacın ortadan kalkması, omurganın bizzat kendisinin “eridiği, yok olduğu, tasfiye olduğu” anlamını taşımaz. Bu bu durum, “kontrgerilla organizasyonu”nun yeniden üretim mekanizmasının NATO-TSK; MİT-CIA bağlantılarından daha geniş ve “sivil” görünümlü bir düzleme aktarıldığı anlamına da gelebilir. Sosyalist siyasi teorinin asıl incelemesi, anlaması ve kavramlaştırılması gereken şey de artık (askeri, sivil, polis sözcükleri başlarına eklenilerek oluşturulan) “vesayet” tamlamalarıyla tanımlanamayan bu yeni düzlemdir.
* Ancak bugün tüm sol tarafından haklı olarak dışlanan bu “yardakçılar”ın, sağın kürsüsünde “sol adına konuşma yetkisini” almalarında, şimdi “ifrada vardırdıkları” görüşlerinin öncüllerini, “egemen sol”un “koltuğu altında” geniş sol kesimlerin dimağına işlemiş olmalarının önemli bir payı olduğu unutulmamalıdır. Bu parazitlerin, reformist solun tükenişinin ardından şimdilerde Kürt Özgürlük Hareketi’nin üzerine atladıklarını ve Kürt Özgürlük Hareketinin de bunları koltuğunun altında taşımakta bir beis görmediğini de ibretle izliyoruz.