Utoya Katliamı Batı’nın demokrasi ve ‘Özgür Dünya’ söyleminin çöküş semptomu değil de, ne?.. Oslo’da patlayan bombalar ve Utoya adasındaki vahşetten sonra devreye giren simgesel ağın ‘keyword’ü neydi? 11 Eylül. Norveç’in 11 Eylül’ü. İslamcı terörist imgesi, nasıl ezberlenmiş ve ezberletilmiş ise, hemen dirildi ve zihinleri Anglosakson merkezli ‘terörizm söylemi’ne raptiyeledi. Dışarıdan gelen, ‘özgür dünya’yı ve demokrasiyi […]
Utoya Katliamı Batı’nın demokrasi ve ‘Özgür Dünya’ söyleminin çöküş semptomu değil de, ne?..
Oslo’da patlayan bombalar ve Utoya adasındaki vahşetten sonra devreye giren simgesel ağın ‘keyword’ü neydi? 11 Eylül. Norveç’in 11 Eylül’ü.
İslamcı terörist imgesi, nasıl ezberlenmiş ve ezberletilmiş ise, hemen dirildi ve zihinleri Anglosakson merkezli ‘terörizm söylemi’ne raptiyeledi. Dışarıdan gelen, ‘özgür dünya’yı ve demokrasiyi tehdit eden alien-yabancı-yaratık imgesi aynada, medyada beliriverdi. Huzurun, davetsiz gelenin görüldüğü yerde yok edilmesiyle ‘yeniden tesis edilebileceği’ne dair kabulle birlikte…
Bu, mutlaka böyle olmalıydı, çünkü Norveç, İsveç gibi kuzey Avrupa ülkeleri, kolonyalist Avrupa’nın dışında kaldıkları yanılsamasıyla, ABD’nin dünya sathında izi bir türlü çıkmayan kirli elleriyle karşılaştırıldıklarında temiz elleriyle, orada, Dünya’nın çatısında demokrasi ile taçlanmış bir sosyal devlet idealinin yeryüzündeki temsilcileriydi. Bu idealden, bu demokrasi ve özgürlükler cennetinin hep-iyi halinden kötülük çıkmayacağına göre kötü olan mutlaka dışarıdan, yabandan, yabancı olandan gelmeliydi.
Özellikle antropoloji /kültür çalışmalarının örtük ideolojisinin bir parçası olan şu bölme işlemi de buradan, Batı’nın bu büyüklenmeci bakışından köken alıyor: Batı uygarlıktı ve Dünya’nın geride kalanı kültürler idi. Bunu şu nedenle de hatırlatıyorum: zalimin içerden olduğu, yüce vatanın çağrısına uyarak katliamı gerçekleştirdiği anlaşıldığında… üstelik sınırları belli bir toprak parçasında, yabancı ‘kültürler’e kucak açan ‘kirli marksistler’ce işgal edilmiş bir adada yabancının bertaraf edilmesi, birkaç yıl süren baskı /kıyım araçları edinme, manifesto yazacak denli ideolojik bir hazırlığa girişme ve Batı’nın geçmişinden süzülüp gelen tapınak şövalyeleri benzeri mitoslara yaslanma ile gerçekleştiğinde… aynı büyüklenmeci /paranoid sistem devreye girdi ve bölme işlemi egemen söyleme yerleşti: “Biz iyiyiz, demokrasimiz ve sistemimiz en iyisi; bir de bu aşırı sağcılar olmasa…” Böylece ideolojik el yıkama, bir patoloji atfıyla ve sağlıklı sistemin içine nasılsa yerleşmiş hastalıklı dokunun kavramsal çeper içine alınmasıyla, bir de saldırganın kurbanlaştırılmasıyla; onun aslında akıl hastalığından muzdarip olduğu teziyle devreye sokuldu.
Nefretin ve öbürüne nefretle varlığını sürdüren ideolojilerin dinamiğindeki temel ilke, neredeyse bir kural gibi işlemiş görünüyor: kurban olmak istemiyorsan zorbalık yap!..
İdeolojik el yıkama
Bu ne işe mi yaradı: katliamdan sonraki günlerde gazetelerde okuduğumuz yorumların ideolojik söylemi, saldırganın kendini haklılaştırdığı paranoid/ideolojik söylem ile buluştu. Onun söyleminde şu vardı: yabandan gelen, alien vatanı kirletiyordu ve bir vatansever olarak rol almak gerekiyordu. Sonrasında devreye giren muktedir ise bize şunu vaaz ediyor: ortada bir alien var; akıl hastalığı, psikopati. Bu arada alien’in uzun dönem akıl hastaları için kullanıldığını ve psikiyatristlere hala alienist de dendiğini hatırlatalım.
Öncelikle psikiyatri ve psikolojinin kötüye kullanımı ile yürüyen bir ideolojik çarpıtmayı düzeltelim: ruhsallıkta normal ile normaldışı arasında, mesela ülser olmak ile taşı eriten bir mideye sahip olmak arasındaki tıbbi/kesinlikle giden bir ayrım yoktur. Hele de suç/saldırganlık söz konusu olduğunda böylesi ayrımlar iyice belirsizleşir. Birileri eğer toplumsal sistemin açmaza girdiği durumlarda sanki böyle bir kesinliğin var olduğunu vaaz ediyorsa bir ideolog gibi davranıyordur ve ruhsallık bilgisini kötüye kullanıyordur. Ayrıca, bir kişi diyelim ki ağır bir psikopatolojiden muzdarip ve özellikle ideolojik güdülenmelerin işin içinde olduğu bir suç işledi. Bu suç, mesela bir katliam, paradoksal bir şekilde ve sıklıkla o psikopatolojinin değil mevcut politik sistemin arızasının; zaten düşük yoğunluklu bir şekilde ve gündelik yaşamın içinde insanların ömürlerini ziyan eden insan karşıtı işleyişinin semptomudur.
Kitleleri kim tahrik eder?
Bu nedenle her katliama, politik -patolojinin semptomu olarak bakmak, bireysel patolojinin semptomu olarak bakmaktan daha fazla bizi gerçeğe yaklaştırır.
Ya da şu ünlü “kitlenin tahrik olması” tezi.
Kitleler öncelikle bir lider tarafından ya da onun yerini alan bir ülkü tarafından hipnotize edilirler ve sürüleştirilirler. Tahrik denilen ve saldırganlığın özel biçimleriyle ortaya çıkan grup davranışları ancak bu sürüleştirilme sonrasında olası hale gelir. Muktedir söyleminde epey cinsel çağrışımlar da içeren ‘tahrik’in kitleye atfedilmesi, paradoksal olarak, liderin kendisi ve ideali için grubun üyelerinden vazgeçmelerini talep ettiği şeye işaret eder: grubun bekası için libidolarını bireysel olandan çekmeleri, yani bir oluşlarını, birey oluşlarını askıya almaları.
Biz ve bizim gibi toplumlarda kendiliğin eyleme geçişinin baskın bir şekilde grup-merkezli olduğu, Batı’da ise ben-merkezli olduğu tezi kültürel psikoloji çalışmalarının amentülerindendir. İlk bakışta çok doğru gibi görünen bu tez; özellikle saldırganlığın devrede olduğu eylemlerde kanımca tartışmalı hale gelir. Görünüşte bu farkı yaratan; bizde grup olarak eyleme geçmenin belirleyici dinamiğinin lider ve gruptakiler, Batı’da ise ülkü ve birey arasında işlemesidir. Öbürüne nefret duymakla örgütlenmiş bir ülküye bağlanma, sanılanın aksine, en az lidere ve ülküsüne bağlanmak denli, hatta liderin kötülükte de olsa bireyi bir sabite bağlama becerisi olduğu düşünüldüğünde daha da beter yıkıcı olabilir. Üstelik, uygarlık birikiminin türün saldırganlığını denetim altına alarak gerçekleştiğine dair iyimser yorum, bizzat söz konusu uygarlığın temsilcilerinin sınır koyma, dışarıda tutma, sömürme, yok etme hakkını kendinde görmesiyle çöker.
Uygarlık ve hoşnutsuzları
Eline silah alıp bir adayı temizleme ile dünyayı şeytanlardan arındırıp her bir köşesine demokrasi ihraç etme, dünyayı özgürleştirme ülküsü arasında bağ kurulmadığı sürece, evet, Utoya katliamı bir ‘psikopat’ın çılgınlığı olarak anlaşılacaktır, belki biraz da Avrupa aşırı sağının aşırıya gittiğinden ve hizaya çekilmesi gerektiğinden de dem vurulacaktır…
Oysa, bu saldırı, dünyanın başına bela olan yıkıcılığın kökenine dair, uygarlık ve ondan asıl hoşnutsuz olanların başındaki belaya dair önemli bir milat olarak örgütlü nice kıyımdan çok daha fazla şey söylemektedir. Uygarlığın efendisi olarak kendilerini görenlerin dünyaya giydirmek istedikleri tespit gömleğinin teğellerinin attığına dair bir semptom olarak…
Eğer bir delilik aranacaksa, işte oradadır, buradadır.
* Bu yazı, daha önce Birgün gazetesi Pazar ekinde yayımlanmıştır.