Yapısal tespitlerin yerini antropomorfik suçlamaların aldığı sosyalist dil devletin şiddet politikası karşısında ciddiye alınabilir değildir; “konuşur ve ruhunu kurtarır” sadece Önceki iki tartışma çağrısı ile bu üçüncü davet arasında önemli bir fark var; çünkü ancak, ilk iki tartışmanın, yani muhafazakâr ve liberal(!) söylemin hegemonyasının kırılması çabası süreci, üçüncü tartışma olarak belirlediğim sosyalist solun konumunu ortaya […]
Yapısal tespitlerin yerini antropomorfik suçlamaların aldığı sosyalist dil devletin şiddet politikası karşısında ciddiye alınabilir değildir; “konuşur ve ruhunu kurtarır” sadece
Önceki iki tartışma çağrısı ile bu üçüncü davet arasında önemli bir fark var; çünkü ancak, ilk iki tartışmanın, yani muhafazakâr ve liberal(!) söylemin hegemonyasının kırılması çabası süreci, üçüncü tartışma olarak belirlediğim sosyalist solun konumunu ortaya çıkarabilir. Kürt Sorunu’nun içinde bulunduğu mevcut durumun kuramsal ve pratik (ülke içi, uluslararası, tarihsel vs.) bileşenlerini birbiriyle ilişkili biçimde tartışıp bir söylem oluşturmadığımız sürece muhafazakâr ve liberal ittifakın karşısında bir sosyalist konum yoktur; sadece güçsüz ve söyleyenin kendi kulağına fısıldadığı, kişisel ya da vicdani reddiyelerdir söz konusu olan. Konum ise, kişisel ve ilkeli duruşların toplamından değil kolektif bir tartışmanın söylem üreten sürecinden köklenir; söylem açısından önemli olan tartışmanın sonucunda ortaya çıkmış veriler değil o verilere ulaşmayı sağlayan sürecin çizdiği çerçeve ile tartışmanın oluşturduğu kavramsal haznedir.
Elbette ki Kürt Sorunu üzerine tüm sosyalistler için geçerli, kuşatıcı bir söylem üretme imkânı yoktur. Bunun sebebi ise sosyalistler arasındaki görüş ayrılıkları değil, bir bütün olarak sosyalist hareketin -sadece Kürt Sorunu değil- ülke ve dünya meseleleri hakkındaki yargılarının sistematik bir bütünlük arz-etmemesidir. Bütünlüğe dair bu yoksunluk Kürt Sorunu’nda politika üretmekten çok hâlihazırdaki mevcut tavırlara eklemlenmeyi sonuç olarak doğurmaktadır. Eklemlenmenin olumsuz bir şekilde anılması Kürt Siyasal Hareketleri’nin yanlış yaptığı ve sosyalistlerin de bu yanlışlığa angaje oldukları anlamına gelmemektedir. Politika üretmedeki zaaf, sorunun Türkiyelileşmesi sürecinin tek bir perspektiften; devletin konumlanmış olduğu noktadan örgütlenmesine olanak sağlamaktadır. Tartışmanın ve sorunun zeminine dâhil olunamamanın nedeni ise Kürt Sorunu’nun sosyalistler açısından da(hi) salt etnik ve ulusal bir sorun olarak görülmesidir. Bu noktada ulusun tanınması gibi -Kürt Hareketi’nin çoktan kabul ettirdiği ve aşılmış olunan- geriden gelen bir talep üzerine oluşturulmuş, duygusal motiflerle yüklü propagandif bir söylemden daha fazlası dillendirilememektedir.
Oysa Kürt Siyasal Hareketi kendi ulus inşası sürecini aynı zamanda yeni bir toplumsal yaşam formunun inşası olarak da algılamaktadır. Kadın sorunundan hiyerarşik yönetim ilişkilerinin düzenlenmesine, her mahallede kurulmaya başlanan çocuk kütüphanelerinden siyaset akademilerine kadar sayısız denemeler içinde yeni bir yaşam ufku yaratmaya çalışmaktadır. Sorunun Türkiyelileşme sürecini devletin yürütme işlevini gören hükümetin kriminal dili yerine bu yeni yaşam ufku üzerinden kurmaya çalışmak ve dahası Kürt siyasal dinamikleri ile salt destekçi bir konumdansa bu üretim süreci üzerinden ilişkiye geçmek gibi bir imkânı programlarına(!) yerleştiremeyen sosyalistler, devletin şiddetin dilini tekrardan örgütlediği bugünlerde söz konusu dilin Türkiye insanlarından karşılık bulmasından ve ölümlerin histerik sevinç naraları ile karşılanmasından sorumludur.
Kürt Sorunu’na ilişkin sosyalistlerin dahlinin gerektiği ama nedense esamisinin bile okunmadığı bir diğer alan sermayenin soruna ilişkin ilgisidir. Sorun ister diyalog yoluyla isterse de şiddet yoluyla çözülsün emek gücünün denetimine dair yeni stratejiler her türlü örgütlülüğün dağıtılmasını ya da pasifize edilmesini gerektirmektedir. Güvencesizleştirme üzerine kurulu yeni strateji sendikal ya da politik birliklerin siyaset üretme kapasitelerini ortadan kaldırdığı oranda başarılı olabilir. Bu sebeple Kürt Siyasi Hareketinin kurumsal yapıları tasfiye edildiği anda dağınık, örgütsüz, vasıfsız ve ucuz geniş bir emek gücü kitlesi piyasada salınmaya başlayacak ve şimdiki emek gücünün değeri ile mevcut çalışanların çalışma hakları da basınç altına alınabilecektir. Bölgedeki şiddetin göçe zorlamış olduğu nüfusun çalışma koşulları hakkında elinde bir tane dahi anlamlı/gerçekçi veri tabanı olmayan sendikal ve sosyalist hareket, kullanılan devlet şiddetini gayri-meşru hale getirecek bir söylem üretme olanağından yoksundur.
Hegel’in “bilinç ölçütünü kendinden üretir” saptamasının materyalist yorumuna bağlılıkla da tanımlanabilecek Marksist siyaset algısı günümüz sosyalist hareketi açısından hoş bir sedadır sadece. Ciddiye alınabilirliğini kaybetmesini entelektüel kapasitesindeki bir gerileme ve bilgi üretim süreçlerinden çekilme ile tanımlamak yerine ‘sistem için gerçek tehlike’ olduklarına ve bu yüzden zor yoluyla bastırıldıklarına, görmezden gelindiklerine/gösterilmediklerine dair naif bir inançla -kendilerinden de- saklayan sosyalist hareket zamanımız sorunlarına eski kavramsal haznesinin kötü bir kullanımıyla cevap vermeye çalışmaktadır. Kürt Sorunu’nda klasik devlet reflekslerine geri dönen hükümeti, liberalizmin ve muhafazakârlığın yeni formlarını, bunların uluslararası ilişkilerdeki değişen biçimler içindeki yerlerini sınıf perspektifinden yapısal analizlerle değerlendirmek yerine Tayyip Erdoğan’a giydirilmiş tözsel bir kötülük saptaması üzerinden niyet-niyetsizlik dikatomisi içinde eleştiren sosyalistler en azından, bir şeyin ne olduğunu ancak onun ilişkilerinin belirlediği yönlü anti-tözsel tavrı sosyalist tahayyülün en nitelikli ustalarından biri olan Marx’tan öğrenmiş olsalardı. Yapısal tespitlerin yerini antropomorfik suçlamaların aldığı sosyalist dil, devletin şiddet politikası karşısında ciddiye alınabilir değildir; “konuşur ve ruhunu kurtarır” sadece.
Zor günlerde Kürtlerin yanında olmakla kendi erdeminin derecesini diğerlerine göre değerlendiren sosyalist hareketin bu tavrı içselleştirmiş olduğu bir siyasal teorik-pratikten kaynaklanıyor görünmektedir. Enerjisinin büyük kısmını kısır ve verimsiz iç polemiklere (siz bunu suçlamalara/saldırılara olarak da okuyabilirsiniz) ayıran sosyalistler neredeyse gerçek nesnelerinden kaçan bu durumdan gizli bir mutluluk duymaktadır. Keza, içsel polemik bir neden değil, sonuçtur: değerlendirme, analiz ve perspektif üretme yeteneğindeki sıfırlanma, diyalektiğin devindiricisi olan deneyimden uzaklaşma düzeysiz ve niteliksiz gerilimlerin tozu-dumanında saklanmaya çalışılmaktadır. Kürt Sorunu sosyalistler açısından turnusol kâğıdıdır ve sessizlik saklama işleminin başarısızlığının ifşasıdır.
Kürt Sorunu’nda şiddete ve imhaya odaklanmış bir çözümün geri çağrılışı sürecinde sosyalistlerin konumunu tartışmak içeriye doğru yönelmiş bir polemiği tetikleme amacı gütmemektedir; en kritik zamanlarda kendi dilini ve söylemini dışarıya doğru yönelerek oluşturmuş olan sosyalistleri, aynı yolu nitelikli bir şekilde inşaya çağırmaktır. Haklı ve haksızın ayırt edilmediği -ve egemenlerin ürettiği- formel bir dilin sınırları yerine bu zamana kadarki mevcut değerlendirme merkezlerini yerinden eden içerikli bir konuşmaya çağrıdır. Felsefenin zayıf dilinin kırılarak, 1840’lı yıllarda güçlü ve yıkıcı bir uzam haline gelmesi de gerçeğin çağrısına cevap verip nesnesi üzerine ve içerikli olarak konuşmasının sonucuydu.
* Ersin Vedat Elgür
Dicle Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Görevlisi