Muammer Kaddafi ve rejim artıklarının Trablus’ta oynadıkları şaşırtmaca ve sürprizi bol saklambaç kimsenin kafasını karıştırmamalı. NATO komutasındaki “liberal müdahale”nin destek verdiği muhalif güçlerin ilerleyişi, rejimin sonunu nihayet getirdi. Rejimi çökmüş Kaddafi, Trablus sokaklarında veya başka bir yerde hangi oyunu oynarsa oynasın, olayların kendi sonuna doğru mukadder olan akış istikametini değiştiremeyecek. Libya örneği, halkının meşru özgürlük […]
Muammer Kaddafi ve rejim artıklarının Trablus’ta oynadıkları şaşırtmaca ve sürprizi bol saklambaç kimsenin kafasını karıştırmamalı. NATO komutasındaki “liberal müdahale”nin destek verdiği muhalif güçlerin ilerleyişi, rejimin sonunu nihayet getirdi. Rejimi çökmüş Kaddafi, Trablus sokaklarında veya başka bir yerde hangi oyunu oynarsa oynasın, olayların kendi sonuna doğru mukadder olan akış istikametini değiştiremeyecek. Libya örneği, halkının meşru özgürlük taleplerinden doğan tepkisini kan ve ateşle bastırmaya yeltenen ya da yeltenecek olan bölge rejimleri açısından ibret alınması gereken bir vakadır.
Suriye, böylesi rejimler arasında ilk akla gelen olsa da Libya gibi kolay lokma değil. Lakin zor lokma olmak da, isyanı kanla boğmasının bundan sonraki bir aşamasında gündeme gelebilecek bir dış müdahaleye karşı bu rejime bağışıklık kazandırmıyor.
“Kolay” Libya’da asıl zor olan ise şimdi başlıyor.
“Batı İttifakı” Kaddafi’nin devrilmesini havadan temin etti. Ayağını Libya toprağına basmadan…
Şimdi Libya’nın “Akdeniz’deki Somali” olmasını önlemek için ayağını o toprağa basmak durumunda kalacaktır. Yeni Libya’nın kurulmasında bunu yapmaya mecburdur.
Bakalım Türkiye bu aşamada hangi rollere talip olacak?
Türkiye, Libya’ya müdahalenin askeri bakımdan pasif ama politik açıdan aktif üyesi olmayı seçmişti. Bu yeni dönemde ise Türkiye’nin Libya’ya ekonomik, diplomatik ve politik katkı vermeyi sürdürmenin yanı sıra, çöken kamu düzeninin yeniden inşasında bir güvenlik sağlayıcı olarak da ordusu ve polisiyle BM ya da NATO şapkası altında aktif rol oynaması eşyanın tabiatına uygun düşer.
AKP’nin Türkiye’si, bir bocalama ve kararsızlık dönemini nihayet atlattıktan sonra “Arap Baharı”na dünyayla ve tarihin akışıyla uyumlu bir reaksiyonu sonunda vermeyi başarabilmiş yegane “Arap olmayan” bölge ülkesi.
Zamanında Başbakan’ı “NATO’nun Libya’da ne işi var” demiş bir hükümetin Dışişleri Bakanı olarak önceki gün Libya’nın isyancı merkezi Bingazi’yi ziyaret eden Ahmet Davutoğlu’nun burada “NATO’nun ülke güvenliği için Libya’da kalacağını” söylemesi, bu değişimin dramatik ifadesidir.
Suriye hususunda ise Türkiye’nin oynadığı role son örnek, muhalefet temsilcilerinin aralarında koordinasyonu ve temsili sağlamakla mükellef “Ulusal Konsey” adı altında bir merci oluşturma kararını, önceki gün İstanbul’da toplanarak almış olmalarıdır.
Libya ve Suriye bahislerinde AKP Türkiye’sinin “Batı İttifakı” ile hizalanması, iktidarın ideolojisinde bir revizyona işaret etmiyor. Bu hizalanma daha ziyade devlet aklının değişen duruma verdiği siyasi ve pragmatik bir cevap. Dolayısıyla bir “sabit” değil.
AKP’nin Mısır ve Suriye’deki değişime desteğini “Müslüman Kardeşler” dayanışması üzerinden okumanın bir geçerlilik payı olsa bile, burada “İslamcılık” tayin edici faktör değil, sadece kolaylaştırıcıdır. Bir de bölgenin “Arap olmayan” diğer iki devleti İsrail ve İran’a bakın…
Şu aşamada bugünkü İsrail hükümetinin Arap Baharı karşısında tek yapabildiği, beklemek ve isyan dalgalarının Ortadoğu’yu nasıl değiştireceğini nihai olarak görmek… Yani hiçbir şey yapamamak.
Ve çok endişeli bir bekleyiş bu…
İsrail, 34 yıl önce Camp David barışını batısındaki Mısır’ın eski diktatörü Enver Sedat’la yapmış ve onun halefi olan diktatör Mübarek’le sürdüre gelmişti. Şimdi, diktatörlerle yapılan Camp David barışının İsrail’e sağladığı göreceli istikrar tehdit altında. İsrail’in Mısır’la barış karşılığında çekildiği toprak olan Sina Yarımadası artık barışın sembolü değil, Filistinli militanların İsrail’e saldırmak için arkadan dolandıkları bir güzergâh.
Çünkü Camp David Mısır halkıyla değil, meşruiyeti olmayan diktatörlerle yapılmış bir barıştı…
Doğusundaki isyan hakkında da İsrail basınında “İyi ki Şam’daki diktatörlükle Golan karşılığında barış yapmamışız; yoksa Golan’ı verdiğimizle kalacaktık” minvalli ironik makaleler okuyoruz.
Üçüncü “Arap olmayan” İran ise Suriye’nin stratejik ortağı olmasına mahal veren Baas rejimi çöktüğü takdirde telafisi imkânsız bir jeopolitik güç kaybına uğrayacak. İran-Suriye mihveri çökecek; Tahran, Doğu Akdeniz’e ve Lübnan’daki ortağı Hizbullah’a bugünkü kadar kolayca nüfuz aktaramayacak. İran’ın mihveri ayakta tutmak için bütün imkânlarını kullanması beklenmelidir. Bölgedeki üç “Arap olmayan”ın Arap Baharı bağlamındaki durumlarının özeti budur.