Bu denemede, Türkiye’de seçim ortamının kısa bir değerlendirmesini yaptıktan, kapitalizmin farklı dönemleri üzerine kimi gözlemlerimi aktardıktan sonra, 2010 yılında başlayan yeni “Devrimci Dalga”nın özellikleri ve gündeme getirmeye başladığı sorunlar üzerinde düşünmeye çalışacağım. -I- Yeni hükümet, ana muhalefet partisinin yemin etmemiş olmasını; ülkenin en “önemli sorunu”nun ifadesi Kürt Siyasi Hareketi’nin seçilmiş üyelerinin meclise gelmemesini bir meşruiyet […]
Bu denemede, Türkiye’de seçim ortamının kısa bir değerlendirmesini yaptıktan, kapitalizmin farklı dönemleri üzerine kimi gözlemlerimi aktardıktan sonra, 2010 yılında başlayan yeni “Devrimci Dalga”nın özellikleri ve gündeme getirmeye başladığı sorunlar üzerinde düşünmeye çalışacağım.
Bu noktaya, seçimlerde AKP’nin (Siyasal İslam’ın) “momentumu”nu kıramadığımız için geldik. Aslında bugünkü manzarayı öngörmüyor değildik. Hemen hepimiz, farklı kavramlarla (totaliter, açık-gizli faşist, otoriter vb…) ifade etmiş olsak bile, “karanlık” bir rejimin inşa edilmekte olduğunun ayırdındaydık. Bunu birbirimize sürekli anlattık. Ama birbirimizle buna nasıl direneceğimizi, bunu nasıl engelleyebileceğimizi konuşamadık. En azından AKP’nin momentumunu kırarak, süreci yavaşlatmayı, böylece kendimizi toparlamak için zaman kazanmayı deneyebilirdik. Bunu bile yapamadık. Aksine konu seçimlere gelince adeta tuhaf bir unutkanlıkla günlük mücadelemize, çalışmamıza devam ettik. Karşımızda sıradan bir burjuva partisi, olağan bir seçim süreci varmış gibi davrandık.
Günlük mücadelelerimize, üstelik ortamın daha da sertleşmesine karşın devam ettik ama, bu mücadelelerin, örneğin üniversite seçme sınavında yaşanan skandalın, açığa çıkardığı enerjiyi, Çarşamba günü yayımlanan Hak Mücadeleleri Haritası’nda sergilenen hareketlerle birleştirerek bir sinerji yaratmayı başaramadık… Sonuç olarak diyebiliriz ki seçim sonuçları üzerinde Türkiye komünist hareketinin kayda değer bir etkisi olmadı.
Ama çok haksızlık yapmayalım kendimize, hala mücadele etmeye devam ediyoruz. En azından BDP seçimlerden başarıyla çıktı. Ama komünist hareketin, kendi mücadelesini, onun başarısına indirgeyemeyeceği, taleplerini onun talepleriyle sınırlayamayacağı da bir başka gerçek.
Diğer taraftan, öngördüğümüz durumu engelleyememiş olmamızın arkasında, teorik, siyasi ve örgütsel araçlarımızın yetersiz kalmaya başlamış olması gibi bir etken de olabilir. Burada Josef Stalin’in bir saptamasını, biraz -ama özüne dokunmadan- değiştirerek ödünç alırsak: “Bir dönem ilerici ve devrimci olan biçimler, bir başka dönemde aynı işlevleri göremeyebilirler”, kendilerinden beklenen sonuçları üretmeyebilirler; hatta tutuculaşarak ayaklarımıza dolaşabilirler. Sakın biz şimdi bir de böyle bir sorunla karşı karşıya kalmış olmayalım?
Tarih, bize neredeyse Atina’nın yükselmeye başlamasına karşı Isparta ve müttefiklerinin tepkisiyle patlak veren, Peleponnes savaşlarından bu yana, yerleşik güçlerin bir noktadan sonra yükselenlere karşı “önlem almaya” başladığını gösteriyor. Kapitalizmin tarihinden çıkarsadığımız, iki dönemden ikincisinde yaşanmış olan hegemonya savaşlarından, bu kuralın kapitalizmde de geçerli olduğunu görüyoruz.
Sermaye birikim rejimine gelince de bu, belli bir teknolojik temeli, egemen rejimi destekleyecek, yeniden üretecek, mekan düzenlenmelerini, sınıf şekillenmelerini (siyasi ve kurumsal: Siyasi partiler sendikalar, toplumsal örgütlenmeler gibi), emek denetim sistemlerini, biyo-politik rejimleri, iktidar ve muhalefet ideolojilerini ve söylemlerini içeren “yaşam dünyaları”nın oluşması anlamına gelecektir. Bu “yaşam dünyaları”, kendilerine uygun öznellikleri üreteceklerdir.
Bir sermaye birikim rejiminin krizi, bu “yaşam dünyası”nın ve içindekilerin krizi olarak gelişecektir, hızla bu rejimi ve “yaşam dünyasını” oluşturan unsurların “eskimesine” işlevsizleşmesine, çürümesine yol açacaktır.
Kendi dönemimize dikkatle bakarsak, Fordist Sermaye Birikim Rejimi’nin oluşturucu unsurları, örneğin kitlesel sendikalar, bunlardan güç alan kitlesel sosyalist ve komünist partiler, sosyal demokrat partiler, refah devletinin parçası olarak yükselen sağlık ve eğitim sistemleri, kamusal alanlar bugün tam anlamıyla ve bir türlü önlenemeyen, belki de önlenmesi gerekmeyen bir çürüme süreci yaşamaktadırlar.
Bu çürüme sürecini en belirgin bir biçimde, Fordist dönemin rasyonalitesinin (Bilimsel işletmecilik vb..,) ürünü, o dönemde verimliliğin araçları olan bürokratik yapıların bugün olağanüstü hantallaşmış olmalarında görüyoruz. Dahası bu bürokratik yapıların ve mantıkların, sermayenin ve halk sınıflarının büyük tepkisini çeken parazit bir görüntü sergilemeye başlamış olduğuna, söylemlerin egemenliğinde görebiliyoruz.
Bunlara, Gilles Deleuze’ün işaret ettiği gibi, Fordist dönemin “disiplin toplumu”nun, okul, hastane, sendika, ordu, aile gibi kurumları hızla çürürken, yeni teknolojilerin de katkısıyla bir denetim (hatta öz-denetim) toplumunun gelişmekte olduğunu da ekleyebiliriz. Bu denetim toplumunun birey üzerindeki etkilerine, Fordist dönemin “işlevsel tüketime” dayalı tüketim toplumunun yerini alan “hazlara dayalı tüketim” toplumunun etkilerini de ekledik mi, kriz döneminde şekillenen öznelliklerin kimi çarpıcı özellikleri hakkında ilk bilgilerimizi de edinmeye başlıyoruz.
Bu yeni öznelliğin özelliklerini düşünürken sanırım bir etkeni daha göz önüne almak gerekiyor: Fordist dönemin eğitim sistemlerinin üreterek piyasaya sürdüğü gençliğe, kapitalizm bugünün kriz ortamında iş olanakları sunamıyor. Böylece, ileri derecede eğitilmiş, “kültürlü”, yeni iletişim (ve kontrol) teknolojilerini kullanmakta yüksek becerilere sahip ama işsiz, dolayısıyla, kapitalizmin yeniden üretim süreçlerine katılamayan, sosyal destek kaynaklarının hızla daralıyor olmasından dolayı tüketim kapasitesi de düşen, böylece giderek kapitalizmden umudunu yitiren bir gençlik nüfusu marjinalleşerek proletarya saflarına ka
tılıyor…
Kapitalizm nasıl kendini yenilemeye çalışıyorsa, komünist hareketin de kapitalizme karşı mücadelesinde etkinliğini arttırabilmek için bu gelişmelere uyum sağlaması gerekiyor. Bu saptamayı yaparken eski örgütlenme biçimlerinin, söylemlerin terkedilmesini savunmuyorum. Bunların yeni koşullara göre dönüştürülmesi, Hegel’in bir kavramıyla, “yükseltilerek aşılması” (aufhebung) gerektiğini savunuyorum. Bu konuya aşağıda, yazımın IV ve V. Kısımlarında tekrar döneceğim.
İkinci devrimci dönemi, 1917 Rus devrimiyle başlatabiliriz. Bu ikinci devrimci dalga, Sovyetler’in, Turin Fabrika Konseyleri’nin, Bolşevik, Spartakist hareketlerin, halk savaşlarının, Çin devriminin katkılarıyla 1960’ların sonuna 1970’lerin ortalarına kadar sürdü. Bu dönem, kapitalizme ve “Stalinizme”, diğer bir değişle, var olan iktidar ve muhalefet ideolojilerine, Sosyal Demokrasi, Avrupa Komünizmi de dahil olmak üzere başkaldıran devrimci bir patlamanın yenilgisiyle kapandı. Bu devrimci dalgayı, 2000’li yılların başına kadar uzanan, bir kapitalist restorasyon, Sovyetler Birliğinin çöküşünü, Çin’de “kapitalist yolcu”ların zaferini, bağımsızlığını kazanmış eski sömürgelerin ulusal projelerinin IMF-Dünya Bankası eliyle yıkılmasını, felsefi kültürel düzlemde, “Aydınlanma” düşmanlığını, “pasif nihilizm”i içeren bir gericilik dönemi izledi.
Bu gericilik döneminin tükenmeye başladığına ilişkin ilk belirtiler, küreselleşme karşıtı hareketlerle, Dünya Toplumsal Forumunun kuruluşunda, ABD ve Avrupa kentlerinde patlak veren kitlesel protesto eylemlerinde kendini gösteriyordu. Ancak. II. Körfez savaşı, Terörizme Karşı Küresel Savaş, yeni güvenlik ideolojileri ve tarihin en büyük mali genişlemesiyle körüklenen büyüme ve tüketim humması, olası bir yeni devrimci dalganın ilk kıpırtılarını bastırdı.
Bu mali genişlemenin yarattığı köpük patladı, ABD’nin imparatorluk projesi başarılı olamadı, mali kriz verili kriz yönetim modelinin neo-liberalizmin halkın gözünde tümüyle iflas etmesini getirdi. Düne kadar halkına daha faza tüketimden başka bir gelecek sunamayan kapitalizm bu kez, halkına yalnızca, daha fazla yoksulluk, işsizlik, kemer sıkma, fedakarlık öneriyordu. Üstelik, Mustafa Balbay’ın bir sözcük oyununu ödünç alırsam, halk kendi gelecekleri finans kapitalin çıkarlarına feda edilirken, bankaların payına kar oranları düşmekte olduğunu görüyor öfkesi hızla kabarıyordu.
Bu sırada hemen tüm karlı alanları tüketen mali sermaye bu kez emtia spekülasyonuna yönelmiş, temel malların fiyatlarını yukarı doğru itmeye başlayarak halkın aşına, ekmeğine doğrudan el koymaya, özellikle gıda ithal eden, baskıcı devletlerin yoksul ülkelerinde toplumsal huzursuzlukların ateşinin üzerine benzin dökmeye başlamıştı.
Böylece, 2007’de patlak veren mali krizin ardından, devletlerin bankaları kurtarmasının mali yükünü halkın üzerine yıkmaya zorlayan sermayenin saldırısı bu kez halkın öfkesine çarptı ve çıkan kıvılcımlar 2010 yılında yeni bir devrimci dalgayı ateşledi.
Bu dalga, ilk kendine özgün örneklerini Kasım ayında Kuzey Afrika’da ortaya koymaya başladı. Tunus’ta 17 Aralık “devrimi” başlarken, Cezayir’de gençlik sokaklara dökülür polisle çatışırken, Genel Grev bu kez Yunanistan’ı sarsıyordu.
Bu yılın başında Ocak Ayında Tunus’da Devrim, 30 yıllık diktatör devlet başkanı Bin Ali’yı devirdi. Ayın sonuna doğru bu kez Mısır devrimi patlak verdi, “Tahrir Meydanı olayı” başladı ve “Arap Baharı” olarak nitelenen dalga Ortadoğu’da yayılmaya başladı.
Bu sırada İrlanda’da seçmen, IMF ile anlaşan hükümet partisini sandıkta adeta imha ediyordu. Atlantik’in öbür yakası da bu dalgadan etkileniyor, Wisconsin, on yıllardır görülmemiş büyüklükte kitlesel işçi eylemlerine sahne oluyor, eylemciler kendilerini Mısır Devrimi’yle ilişkilendiriyor, ABD’nin her tarafında destek eylemleri gerçekleşiyordu. Mısır’da da devrim Hüsnü Mübarek’i deviriyordu.
Dalga Mart ayında İngiltere’de, öğrencilerin yanı sıra sendikaların da devreye girmesiyle 20 yılın en büyük (500.000+) işçi eylemini yarattı. Nisan Ayında İMF politikalarına, bankaları kurtarmak için fedakarlık yapmaya hayır deme sırası İzlanda seçmenindeydi. Mayıs’ta İspanya’da Porto Del Sol olayı yaşandı, Porto Del Sol Avrupa’nın bir çok meydanında yankılandı. Ama en muhteşem örneğini Yunanistan’da Atina’nın Sintagma meydanında sergiledi. Haziran ayında, Yunanistan bir kez daha Genel Grev’le ve yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyordu. Mısır ve Tunus’ta da devrimci süreç sarp ve engebeli yolunda ilerleme mücadelesi veriyordu.
Emperyalizm de devreye girmişti. Müslüman Kardeşler, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin katkılarıyla devrim dalgasını denetim altına almaya, alamazsa saptırarak öldürmeye, Libya’da olduğu gibi kendisinin de katıldığı bir iç savaş bataklığına çevirmeye çabalıyordu.
Örneğin, proletarya ve komünistler 1848 devrimlerinden, bağımsız sınıf siyasetinin önemini öğrendiler. 1871 Paris Komünü proletaryaya kendi siyasi çizgisini geliştirmeye başlayınca, kendi iktidar organlarını üretmeye başlaması gerektiğini gösterdi. 1917 devrimi Paris Komünü’nden, öncelikle ‘proletarya kapitalist devleti kullanamaz, onun yerine kendi devletini koymalıdır’ dersini, siyasi liderliğin ve örgütün önemini öğrendi. Nihayet 1917 devrimi oluşmaya başlayan proletarya iktidarı noktalarının birleştirilmesine, merkezileştirilmesine ilişkin bir ders daha çıkardı.
Bu gün, yeni bir devrimci dalganın başında proletaryayı ve komünistleri iki görevin beklediğine inanıyorum. Birincisi, 1917 devriminin kazanımlarından ve yenilgisinden, bu kez çok daha kalıcı bir başarıyı gerçekleştirebilmek açısından ne gibi dersler çıkartmak gerekir? İkincisi bugünün devrimci dalgasının bize göstermeye başladığı ve uyum sağlamamız gereken, özgünlü
kler nelerdir?
Ben burada üç ana noktaya kısaca ve kabaca değinmekle yetineceğim. Bunlar gençliğin “yeni” konumu, yeni iletişim ve bilgiişlem teknolojilerinin etkileri, mücadelenin ikili (düalist) karakteri. Bu üçlü gözlemi, sadeleştirerek, proletarya bağlamında yeni sınıf şekillenmeleri ve hareketin örgütsel sorunları olarak ikiye indirmek de düşünülebilir.
Bu devrimci dalgada gençliğin, yeni teknolojilerden de yararlanarak olağan üstü aktif rol alıyor olması özellikle dikkat çekiyor. Yeni teknolojiyle ve buna bağlı gelişen “gayri maddi ve “duygulanımsal emek” alanlarında, “kendi kendini programlayabilen” emeğin ve başkalarınca programlanan emeğin çalışanlarının ve ağlara bağlı olarak çalışan kesimlerin de bu devrimci dalgalarda, adeta ilk yükselme noktalarından başlayarak yer alıyor olması, proletaryanın kapsamının genişlemekte, yapısının yeni özellikler kazanmaya başlamakta olduğunu gösteriyordu.
Bu gelişmeler, merkezi bürokratik, yukardan aşağı ve tanımlanmış işbölümlerinden farklı olarak, yanlamasına, doğrudan katılımı teşvik eden, “multi-tasking” (birden fazla vasıflı -bir çok işi birden yapabilen) ve esnek örgütlenmeleri özellikle düşünmeye başlamak gerektiğini gösteriyor. Tahrir, Porto del Sol ve Sintagma gibi meydanlardaki yaşama bakınca, bu özelliklerin hemen hepsinin izdüşümlerini görüyor olmamız, bize bu düşünce sürecimizi bir an evvel hızlandırmamız gerektiğini söylüyor.
Yeni Dalga’ya bakınca, mücadelenin bir çok noktada adeta birbirinden kopuk, farklı zamanlar sergileyen, iki kanaldan birden akmaya çalıştığını görüyoruz.
Birinci kanalda, başta gençlik ve “yeni orta sınıf/proletarya” olmak üzere siyasi mücadeleye yeni ve büyük bir hızla ve kitlesel olarak girmeye başlayan kesimlerin duyarlılıkları akıyor. Bunlar siyasi partilere, örgütlere, sendikalara gereksinimleri olmadıklarını, bu örgüt ve kurumların hareketin dinamizmini olumsuz bir yönde etkileyeceğini “düşünüyorlar”. Bu düşünce süreci, siyasi partilerin, örgütlerin ve sendikaların eşitlik özgürlük taleplerine cevap vermediğini, otoriter, merkeziyetçi, çok bilmiş, yukardan bakan bir tavır içinde olduklarına ilişkin kanaatlere ve bunları destekleyen gözlemlere dayanıyor.
Bu kanaatleri mücadeleye ilk kez katılanların tecrübesizliğine vermek mümkün, ama yeterli değil. Bence doğrusu, bu geniş kitleleri “tarihin maddesi”, komünistlerin ilgi nesnesi olarak görerek, bu kaygılarına ve özelliklerine cevap verecek ilişki, söylem ve yeni örgütlenme biçimlerini aramaya başlamak gerekiyor.
Mücadelenin ikinci kanalında, geleneksel, Fordist dönemin mirası ve onun özelliklerini taşıyan Komünist Partiler, çeşitli Stalinist/Troçkist sol örgütler, Anarşist, Otonomcu yapılanmalar ve nihayet, ama hepsinden önemlisi sendikalar var. Bu kanaldan akan mücadele de sert ve kitlesel. Ama aynı zamanda, ilk başlangıçta ve belki de hala birinci kanalda akan mücadelenin özelliklerini kavrayamamanın, onu etkilemeyi kendi gücüne katmayı başaramamış olmanın, meydanları kendine alternatif hatta tehdit olarak algılamanın, kızgınlığı ve tepkisi var; uzun zamandır beklenen an geldiğinde bu ana sahiplenememenin, kendi damgasını vuramamanın düş kırıklığı var
Mücadelenin iki kanaldan akıyor olması, bunların kimi zaman birbirleriyle “konuşuyor” ve kesişiyor olmalarına karşın, bu yeni dalganın bu aşamadaki en büyük zaafını oluşturuyor. Burada besbelli ki devrimci dalganın gereksinimi bu iki kanaldan akan mücadelelerin bir ortalamasını almak değildir. O zaman, yalnızca eksiklikler bir araya getirilmiş olacaktır. Gerekli olan bu çelişkili var oluşu “yükselterek aşabilecek” yeni örgütlenme biçimlerinin ve söylemlerin üretilebilmesidir.