Oyuncular, daha attıkları ilk adımda Türkiye’de sendika ve toplu pazarlık/grev haklarını düzenleyen antidemokratik yasaların soğuk yüzüyle karşılaştılar “Şimdi başrol dayanışmanın!” belgisiyle yola çıkan Oyuncular Sendikası, kuruluşunu 29 Mart günü İstanbul Valiliği’ne bildirdi. Uzun adından da anlaşıldığı gibi sendika, “sahne, perde, ekran, mikrofon” sanatçılarını/oyuncularını kapsıyor. Sendikanın temelleri, geçtiğimiz yılın 29 Kasım’ında beş yüzü aşkın oyuncunun Point […]
Oyuncular, daha attıkları ilk adımda Türkiye’de sendika ve toplu pazarlık/grev haklarını düzenleyen antidemokratik yasaların soğuk yüzüyle karşılaştılar
“Şimdi başrol dayanışmanın!” belgisiyle yola çıkan Oyuncular Sendikası, kuruluşunu 29 Mart günü İstanbul Valiliği’ne bildirdi. Uzun adından da anlaşıldığı gibi sendika, “sahne, perde, ekran, mikrofon” sanatçılarını/oyuncularını kapsıyor. Sendikanın temelleri, geçtiğimiz yılın 29 Kasım’ında beş yüzü aşkın oyuncunun Point Otel’de yaptığı toplantıda atılmıştı. Bugün, Oyuncular Sendikası geçici yönetim kurulu, Sendikalar Kanunu gereği kuruluş aşamasını tamamlayacağı genel kurulunu toplamaya hazırlanıyor.
Sendikanın, kendi hedef kitlesini, sorunlarının/çıkarlarının ortak olduğunu düşündüğü görece dar bir alanda seçtiği anlaşılıyor. Oyuncular Sendikası, var olan sendikalar içinde kendilerini ifade edemediklerini hisseden, düşünen ya da kendi yollarını kendileri, kendilerince çizmek isteyen sanatçıların/oyuncuların özgür tercihleriyle kurulmuş. Buna kim ne diyebilir? Emekçilerin kendilerine en uygun buldukları örgüt yapısı içinde bir araya gelmelerine kim karışabilir? En temel, evrensel işçi hak ve özgürlüklerinin kullanılması buradan başlamıyor mu?
İşçinin dilediği biçimde örgütlenmesi ve kendi faaliyet alanını özgürce kendisi belirlemesi! Bu bir “asgari” norm. Demokrat olmanın “en az”, “olmazsa olmaz” ölçüsü, ölçülerinden biri. Ve bu nedenledir ki, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 87 sayılı “Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına İlişkin Sözleşme” ile sendikaların “tüzük ve iç yönetmeliklerini düzenlemek, temsilcilerini serbestçe seçmek, yönetim ve etkinliklerini düzenlemek ve iş programlarını belirlemek” hakkına sahip olduklarını kabul etmiş. 1948 yılında hem de! Ve “temel haklara ilişkin” 8 sözleşmeden biri olarak, özel bir önem atfederek. Türkiye’de bu sözleşmeyi 90’ların başında sözüm ona onaylamış!
Sendikaların kendi tüzüklerinde belirleyecekleri konuların başında, kendi faaliyet alanlarını özgürce belirlemek geliyor elbette. Bunun anlamı, her türlü sendikanın kurulabilmesidir ve bunun anlamı kurulacak bu sendikaların faaliyet alanlarının/işkollarının gene kendilerince diledikleri gibi belirlenebilmesidir. Özgürce!
Yasaklar, yasaklar…
Ne var ki, Türkiye’de yasalar, tek tip sendika -milli tip/işkolu sendikası- dışındaki her tür modeli yasaklıyor. Sendikalar sadece ama sadece işkolu esasına göre kurulabilirler ve üstelik de devletin belirlediği alanda/işkollarından birinde… Bunun dışında, “meslek” ya da “işyeri” esasına göre sendika kurmak, birleşerek federasyon oluşturmak ya da bir işkolu sınırlamasına bağlı kalmaksızın “genel sendikalar” olarak örgütlenmek yasak. Ve yasaklar burada bitmiyor, başlıyor. Kurulan sendikanın attığı her adımda yeni yasaklar, kısıtlar ortaya çıkıyor. Toplu pazarlık hakkının kullanılabilmesi için işkolundaki işçilerin en az yüzde onunu üye yazmış olma zorunluluğu… Ve işçinin atacağı, atabileceği her adımı önceden görerek kontrol etme paranoyasıyla, insanı hayrete düşürecek kadar ayrıntılı, katı düzenlenmiş bir grev prosedürü… Öte yandan sendikacılar ya da büyük çoğunluğu diyelim, kendi derdine düşmüş. Türk-İş, her yasa değişikliği teklifi gündeme geldiğinde, hükümetle kendi iç ve kısır dengelerini hesaplayan bir işkolu pazarlığına girişiyor. Yüzde on barajına sıkı sıkı sarılıyor. Baraj neyi kurtardı oysa, neyi korudu? Sendikalaşma oranı gerçekte yüzde 5’in de altına doğru düşmekte. Ve DİSK, hükümete verdiği teklifte işkollarının devlet tarafından ve sendikaları bağlayıcı biçimde düzenlenmesini önerdi. Oysa sendikanın kendi faaliyet alanını/işkolunu özgürce belirleyebilme hakkı, talep edilecek ilk haktır, en öncelikli özgürlük talebidir, bu bir kişilik hakkıdır, meselesidir. Yazık!
Ve film başlıyor…
Bugün Oyuncular Sendikası, asıl olarak bir “meslek sendikası” olarak örgütlenmeden yana olduğunu ifade ediyor. Ama işkolu esasına göre, “Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar” işkolunda örgütlenmek zorunda bırakılmış. Mevzuat böyle! Ve toplu pazarlık hakkını kullanabilmesi için bu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde onunu üye yazması gerekiyor ki bu sendikanın seçtiği hedef kitlesiyle de amacıyla da hiç ama hiç örtüşmüyor. Kaldı ki bu işkolunda çalışan işçi sayısı Bakanlık tarafından yayınlanan son istatistikte 430 binin üzerinde gösteriliyor. Öte yandan Oyuncular Sendikası’nın belirlediği hedef kitlesinin bir bölümü kamu çalışanı/memur statüsünde. Ama onları üye yapmaları yasak. Bu statüdeki çalışanlar, kamu sendikalarına üye olabiliyorlar ancak. Mevzuat böyle! Bu da sendikanın daha attığı ilk adımda karşı karşıya kaldığı ve hiçbir normla bağdaşmayan bir diğer temel sınırlama, yasaklama. Oysa işçi-memur ayrımının gerçekte ne kadar yapay olduğu; işçilerin ve memurların ayrı sendikalarda mı yoksa birlikte aynı sendikada mı örgütlenecekleri meselesinin sadece ve sadece kendi bilecekleri iş olduğu konusunda, tereddüt yok.
Oyuncular, daha attıkları ilk adımda Türkiye’de sendika ve toplu pazarlık/grev haklarını düzenleyen antidemokratik yasaların soğuk yüzüyle karşılaştılar. Sendika ve toplu pazarlık hakkına vurulan ağır prangalar artık Oyuncular Sendikası’nın kurucuları ve üyelerinin de bileklerini sıkıyor. Kalbini incitiyor. Avrupa Birliği ülkelerindeki standartlar bir yana, uluslararası “asgari” normlarına bile aykırı, sevgiden, insana/emeğe saygıdan zerrece nasibini almamış yasakçı zihniyetin kırk yıla yakın bir süredir dokunulamayan yasaları artık onların da hayatlarının birer parçası olacak.
* Can Şafak
Kristal-İş Toplu Sözleşme Müdürü