Emek Dünyası sitesi Şaban Dayanan’ın hayat hikayesini, tanıklığını anlattığı “Tank, Tüfek ve Cezaevi” kitabından özetledi… “Yıl 1968. Değişim rüzgarlarının estiği bir dünyaya gözlerini açıyor Şaban Dayanan. Siirt’te doğuyor, ama büyüdüğü şehir Mersin. Beş kardeşin ikincisi. … Yıl 1975. Eşyalar toplanıyor. Kamyona yükleniyor. Siirt’in cılız çalı ve meşelerden oluşan kurak görüntüsünün yerini giderek yeşil bir manzara […]
Emek Dünyası sitesi Şaban Dayanan’ın hayat hikayesini, tanıklığını anlattığı “Tank, Tüfek ve Cezaevi” kitabından özetledi…
“Yıl 1968. Değişim rüzgarlarının estiği bir dünyaya gözlerini açıyor Şaban Dayanan. Siirt’te doğuyor, ama büyüdüğü şehir Mersin. Beş kardeşin ikincisi.
… Yıl 1975. Eşyalar toplanıyor. Kamyona yükleniyor. Siirt’in cılız çalı ve meşelerden oluşan kurak görüntüsünün yerini giderek yeşil bir manzara alıyor. Portakal ve muz bahçeleri arasından geçtiklerinde çocuk gözleri daha da büyüyor. Kesin cennet böyle bir yer olmalı.
Demirtaş Mahallesi. Asfaltı, elektriği olmayan, suyun tulumbalarla çekildiği bu mahalleyi seviyor Şaban.
… Şaban okumak istiyor, ancak babası oralı değil. Bir komşularının yardımıyla babasından gizli okula yazılıyor. Sabahları okula gidiyor, okuldan sonra işe; su, simit, limonata satmaya. Bir ara kuru bakliyatçıda çalışıyor.
İlkokul üçüncü sınıfa geçtiğinde, çözülecekler arasına yeni sorular ekleniyor: “Devrim ne?”, “Solcu kim?”, “Faşistler niye kötü?”
Bir arkadaşları mahallede bir dernek açılacağını söylüyor. “Açılışa gidelim.”
O günden sonra sık sık derneğe gidiyor çocuklar. Bazen ağabeylerle sohbet ediyor, bazen doğrudan kütüphaneye gidip kitap okumaya başlıyorlar. Çoğu boyunu aşan kitaplar; Marx’ın, Lenin’in, Enver Hoca’nın.
Bazı şeylerin farkında olması için kitaplara ihtiyacı yok Şaban’ın. Yoksul bir aileden geliyor. Yoksun olmayı, ihtiyaçları ertelemeyi, dışlanmışlığı doğduğundan beri biliyor. Adalet isteyen, eşitlik diyen, Kürt-Türk ayrımı yapmayan, fırsat buldukça zenginlerin malını yoksullara dağıtan insanların yanında olması için kitapları hatim etmesine gerek de yok.
Artık okul, öğle işle geçen hayatına bir üçüncü ayak yerleşiyor: Dernek ve eylemler. İlk eylemine bu sıralarda katılıyor. Abileriyle afişlemeye çıkıyor.
Yıl, 1978. On yaşında Şaban. Artık Devrimci-Yolcu, en azından kendisine öyle diyor. Arkadaşları da. Neden diye soranlara, ezberledikleri sözcükleri sıralıyorlar. Hatta bir oluşum bile kuruyorlar. Dev-Çoc yani Devrimci Çocuklar. Sloganları “Faşizme ölüm çocuklara özgürlük.”
Kısa sürede büyüyor Dev-Çoc. Mitinglerde kendi kortejlerini oluşturuyorlar.
İlkokul beşe geçtiğinde arkadaşları arasında sivriliyor Şaban. Bunda iri olmasının, gür sesinin etkisi var. Orta birde okul sorumlusu oluyor.
Yıl 1980…
Yavaş yavaş sohbetlerde bir darbe lafı dolanmaya başlıyor.
11 Eylül gecesi beş altı arkadaşıyla yazılamaya çıkıyor Şaban. Eve gitmeyip bir devrimci abinin çatısı altında geçiriyorlar geceyi. Hoparlörden yükselen “dikkat dikkat” sesiyle açıyorlar gözlerini güne. Çatıdan aşağıya baktıklarında her yanın askere kestiğini görüyorlar.
“Binali” diyor Şaban, “Oğlum gel okula gidelim, arkadaşlara söyleyelim bir protesto düzenleyelim.”
Mahallede korsan gösteri düzenliyorlar, onlarca çocuk “Cuntaya hayır” sloganları atarak yürüyor. Mersin’de herkes sus pus, çocuklar bağırıyor.
12 Eylül’den sonra yirmi eylem yapıyor çocuklar. Her eylemde polis onlara biraz daha yaklaşıyor.
31 Ocak’ta okula gitmek için çıkıyor evden. Yarın doğumgününde arkadaşlarının onun için kutlama yapacaklarını biliyor, seviniyor. Okula yaklaştığında bir ses duyuyor:
“Şaban sen misin?”
“Değilim”
Sesin sahibi Hanefi Avcı…
Gözünü açtığında, ağzından burnundan kan geldiğini görüyor Şaban.
Küçücük bir odada, bir sürü insanla.
Hücrede kimse kimseyle konuşmuyor, herkes bir korku içinde, birden hücre kapısı açılıyor.
Yere yatırıp koluna bir kütük bağlıyorlar, bir ağaç da ayaklarına. Bir sandalye koyuyorlar göğüs kafesine. Sonradan anlıyor ki bu sıçramaması için. O anda florasan lambası patlar ya öyle bir ışık patlıyor Şaban’ın gözünde. Ayak tabanlarından büyük bir sızı. Falakada.
“Tanımıyorum.”
“Bilmiyorum.”
Bütün sorulara böyle yanıt veriyor. Hücreye geri götürüyorlar. Mutlu Yıllar Şaban! Yeni gün itibariyle 13 yaşında artık. Yeni yaşına yeni yaralarla giriyor.
Günler geçiyor. Her gün dayak, hakaret…
70 gün sonra savcının karşısına çıkıp da “Seni tutukluyoruz” denildiğinde “Niye ben tutuklu değil miyim?” diye soruyor.
Silah bulundurma ve komünizm propagandası yapan bir örgüte uymaktan yargılanıp, tutuklanıyor.
Tutukluların en küçüğü Şaban, 13’ünde. Altı ay sonra bir gardiyan gelip, “Seni askeri disiplin cezaevine alacağız, ağır suçluların olduğu yere” diyor, “Yakın zamanda tahliye edilecek gibi gözükmüyorsun.
Mahkemelere götürülüp, getirilmelerde bir işkence. Askeriyenin yemekhanesinde bozma mahkeme salonunda 165 kişilik bir davada yargılanıyor.
Üç defa mahkemeye çıkıyor. İlki tutuklandıktan iki yıl sonra. Hiçbir siyasi yapıyla ilişkisi olmadığını, Hanefi Avcı, Adem Devrimci gibi polislerin ona işkence yaptığını, ifadesini de öyle verdiğini anlatıyor, ama dinleyen kim?
Şaban cezaevinde öleceğini düşünüyor. Mahkemeye son çıkışında aramada kötü bir dayak yiyor, askerlerden biri dövüp, taciz ediyor. Salona giriyorlar. Savcı tahliye taleplerini sıralamaya başlıyor.
“Şaban Dayanan’ın yaş haddinden dolayı tahliyesine karar verilmiştir”
İki yıl üç ay sonra cezaevi kapısından dışarı adımını atıyor.
…Baskılar, takipler devam ediyor. İnsanlar yılgın, korkak. Eski arkadaşları selam vermiyor, politik arkadaşları polis takibinde olduğu için görüşemiyor.
Kimse de iş vermiyor.
…Bir gün babası fotoğrafçı bir çocukla tanışıyor. Onun getirdiği fotoğraf makineleriyle çekimlere çıkıyorlar. Arkadaşının babası, Şaban’ın çektiği fotoğrafları görünce, daha önce eğitim alıp almadığını soruyor. Onu fotoğraf çekmesi için teşvik ediyor.
…Yıl, 1984. Şaban’ın hayatını düzene koymaya başladığı zaman işte bu yıla denk geliyor. İş buluyor.
Bir süre tuz fabrikasında çalışıyor. İnşaatta boyacılık yapıyor. Bir yıl sonra babası geliyor bir gün, “İstanbul’a taşınıyoruz” diyor.
İSTANBUL… Hemen bir iş bulup çalışıyor. Fotoğrafçılığa da devam ediyor. Çevre ve insan hakları eylemlerine katılıyor. 1988’de İHD’yle tanışıyor.
İstanbul’a geldikten sonra da devlet şiddeti bitmiyor. 127 defa gözaltına alınıyor. Onlarca iş göremez raporu dosyasında birikiyor. Polisler hakkında davalar açıyor. Hiçbirinden sonuç alamıyor.
Bir gün televizyonda Hanefi Avcıyı Susurluk olayıyla ilgili beyan verirken görünce,
“Adam devletin temizliğinden bahsediyor ama kendisi işkenceci.” O zaman Radikal’de muhabir olan Ahmet Şık, “nereden biliyorsun” diye soruyor. “Onun mağdurlarından birisiyim.”
Ahmet Şık, onunla konuşarak, “İşkencecim demokrat olmuş” başlıklı bir haber hazırlıyor.
Hanefi Avcı, Ahmet Şık’ı arayıp, “Bu adamı tanımıyorum, şarlatan bu” diyor. “Bu adam benim arkadaşım” diyor Ahmet Şık “Yalan söylemez.”
“Yüzleşelim o zaman.”
Ankara’da bir pastanede buluşuyorlar. Ahmet Şık, Şaban, Şaban’ın eşi ve Hanefi Avcı ile yanındaki polisler. “Ben seni tanımıyorum” diyor Hanefi Avcı.
“Gözaltına alındığım gün, üzerinde kahverengi bir pantolon vardı” diye anlatmaya başlıyor Şaban.
“Sen kahveci Mehmet’in oğlusun değil mi? Gençtik, devlet bize olayların çözülmesi için baskı yapıyordu. Biz de mecburen öğretilen yöntemlerl
e olayları çözmeye çalıştık. Bize bu eğitimi devlet verdi.”
Şaban şimdi çektiği her acının karşılığını istiyor:
“Darbeciler yargılansın!”
Tank, Tüfek ve Cezaevi- 12 Eylül ve Çocukluğum- Esra Açıkgöz
Agora Kitaplığı