Her türlü protesto eyleminin terörle bağlantısının kurularak ağır biçimlerde cezalandırılması diğer taraftan demokrasi söyleminin de çeşitli biçimlerde sürdürülmesi liberal çelişkinin bir yansıması, her türlü özgürlük ve hak konusunda ikircikli yaklaşımlar ortaya koyan liberal demokrasinin çelişkilerinin sonucu olarak görülebilir. Özgürlük söylemi altında baskının yoğunlaşması; suç tanımının muğlâklaştırılarak, çeşitli stratejilerle denetlenmesi ve yönetilebilir, sürdürülebilir bir hale getirilmesi […]
Her türlü protesto eyleminin terörle bağlantısının kurularak ağır biçimlerde cezalandırılması diğer taraftan demokrasi söyleminin de çeşitli biçimlerde sürdürülmesi liberal çelişkinin bir yansıması, her türlü özgürlük ve hak konusunda ikircikli yaklaşımlar ortaya koyan liberal demokrasinin çelişkilerinin sonucu olarak görülebilir. Özgürlük söylemi altında baskının yoğunlaşması; suç tanımının muğlâklaştırılarak, çeşitli stratejilerle denetlenmesi ve yönetilebilir, sürdürülebilir bir hale getirilmesi neo-liberal iktidarın başlıca stratejileridir
Neo-liberalizm, krizlerin ve kaosun süreklileşmesi, belli başlı siyasal ve hukuki kavramların içinin boşaltılması, iktidar mekanizmasının farklı baskı biçimleri ve aygıtları yoluyla tesisi gibi pratiklerle gündelik yaşamda varlığını hissettirmektedir. Devletin eksildiği iddia edilen otoritesinin “terör” ve “güvenlik” söylemleriyle yeniden üretilmesi kaygısı, siyasi suç tanımına ve siyasal suçlara karşı yaptırımlara da etkide bulunmaktadır. Siyasal suç tanımının muğlâklığının da katkısıyla siyasal suç kategorisinin neredeyse ortadan kaldırılarak her türlü siyasi eylem için terör vurgusunun yapılabilir hale gelmesine ortam hazırlamaktadır. Gündelik politik kaygılar da tanımı zaten muğlak olan siyasi suça ilişkin yaptırımlara etki etmektedir.
Bu yazıda öncelikle siyasal suçu tanımlama çabalarına değinilecek, daha sonra modernizmle, ardından neo-liberal dönemle birlikte siyasal suça ilişkin yaklaşımlarda ne tür değişiklerin ortaya çıktığı ele alınacaktır. Son olarak Türkiye’de neo-liberal politikaların siyasal suça ilişkin yaklaşımlara etkisine değinilecektir.
Siyasal suçla ilgili ilk ve belki en büyük sorun kavramı tanımlama çabasıyla ortaya çıkmaktadır. Siyasal suçun ne olduğuna dair bir tanım birliği yoktur. Totaliter iktidarlar hariç yasa koyucular bu konuda net tanımlar vermekten kaçınmaktadırlar.[1] Siyasi suç salt hukuki bir konu değildir, ayrıca hukuk da siyasal suçu tanımlama noktasında yeterli bir çerçeveye sahip değildir. Asıl sorun neyin siyasi olduğuna karar verme konusundaki öznel konumlanışlardan kaynaklanmaktadır.
Hukuki açıdan siyasal suçun belirlenmesinde ‘suçun hukuki konusu’ kıstasından yola çıkan objektif teoriye göre siyasal iktidara ve işlevlerine, bireylerin siyasal haklarına yönelik suçlar siyasal suçtur. Bu bağlamda siyasal suç, siyasal iktidarın kullanılması, siyasal iktidarın ele geçirilmesi, bu iktidarda etkili olunması ve devletin siyasal menfaatlerine ve devletin temel varlığına ilişkin hukuka aykırı fiillerin tümüdür. (Bayraktar: 71-72) Günümüzde daha yaygın olarak siyasi suçun belirlenmesinde sübjektif esaslara (failin saikine) dayanılarak suçun niteliği tespit edilmektedir.
Türk hukukunda siyasal suçun belirlenmesinde ‘tam siyasal suç’, ‘nisbi siyasal suç’ ayrımı başlıca çerçeveyi oluşturmaktadır. Yalnızca siyasal nitelikli -doğrudan devletin siyasal düzenine karşı işlenen[2]- suçların söz konusu olması durumu ‘tam siyasal suç’; siyasal suç ile adi suçun birlikte aynı fiilde bulunmaları ya da siyasal suça erişmek için adi bir suçun işlenmesi halleri ise ‘nisbi siyasal suç’ terimiyle karşılanmaktadır. Doktrinde siyasal amaçlarla işlenen adi suçun siyasal amacı elde etmeye elverişli olup olmadığının belirlenerek, söz konusu siyasal amacı elde etmeye elverişli ise siyasal suç olarak değerlendirilmesi, aksi halde adi suç sayılması gerektiği ileri sürülmüştür. (Aydın: 7) Uluslararası hukuk açısından ise siyasal suçun temel sonucu siyasal suç işlediği iddia edilen kişinin suçu işlediği ülkeye iade edilmesidir. Uluslararası hukukta siyasal suç, iade edilmeme ve sığınma hakkı talep edebilme olanağı vermektedir ve bu durum 1975 tarihli Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi ve 1977 tarihli Terörizmin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi ile güvence altına alınmıştır.
Siyasal suç fikri, hukuk terimleri arasında yer aldığı tarihten çok daha eskidir ve esasen devletle yaşıttır.(Hassan) Ancak “siyasal olan”ın ortaya çıkışını devletle sınırlamayacaksak, siyasal suçun da daha eski bir tarihi olduğunu söyleyebiliriz. İlkel çağda “topluluğun korunması” adına topluluğun üstün menfaatlerine aykırı suçlar çok ağır biçimlerde cezalandırılmıştır. Antik Yunan’daysa siyasal suçlular için ölüm cezasının yanı sıra yurttaşlıktan atma, site dışına çıkarma en yaygın ceza pratiğiydi. Yurttaşların site için uyumlu birer varlık olmaları beklentisi diğer taraftan kötü yönetime, tiranlığa karşı direnme hakkının kabulüne ilişkin düşüncenin de gelişmesini sağlamıştır.(Bayraktar: 6) Aristo, iktidara karşı isyanın yönetimin kötülüğünden kaynaklandığı, “iyi” bir yönetimin hiçbir şekilde insanları isyana yöneltmeyeceğini belirtmiştir. Siyasal suçta temel amacın, toplumun iyiliği ve ‘yeni ve daha iyi’ bir siyasal düzenin yaratılması olduğu yönünde etik-politik bir gönderme yapan görüş bugün de siyasal suç konusunda belli başlı felsefi arka planı oluşturmaktadır. Siyasi suçlu bir toplum düşmanı mıdır, yoksa daha iyi bir dünya isteyen özgür ruhlu savaşçı mıdır? Bu sorunun yanıtı aynı suçların niteliği tamamen aynı olsa bile, zaman ve mekâna göre değişmektedir.
Orta çağ boyunca otorite ve kurulu düzene karşı her türlü suç siyasal suç olarak tanımlanarak adi suçlardan daha ağır cezalandırılmıştır. Krallıkların ve prensliklerin ortaya çıkışıyla birlikte hükümdarın kişiliğine karşı suçlar, Hıristiyanlığın etkisiyle tanrının yeryüzündeki temsilcisi kralın kişiliğinin kutsallaştırılması ve mutlak itaat beklentisi nedeniyle çok ağır biçimlerde cezalandırılmıştır. Krallıkla Kilisenin bütünleşmesi sonucu, kralın yetkilerine karşı çıkma Tanrıya da başkaldırma ve dinden çıkma olarak kabul olunuyordu. (Bayraktar: 8-11)
Modernlikle birlikte siyasal suç algısında ortaya çıkan en önemli gelişmelerden biri hükümdara karşı suç- devlete karşı suç ayrımının netleşmesidir. Egemenlik momentinde yani 12. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan, 16. ve 17. yüzyıllarda merkezileşme ve mutlaklaşma olarak tezahür eden kadim devlet yapısıyla birlikte ortaya çıkan tarihsel eğilimler- özellikle idari denetim, mutlaklaşma, homojenleşme, egemenlik kavramları- Batı’da yeni bir tür olarak ortaya çıkmış gibi görünür ve ikili bir karakter taşır. Merkezin hiç olmadığı kadar güçlenmesi, toplumdan ayrışması ve dışsal bir şey olarak netleşmesi eğilimi ile radikal bir bireycilik ve sivil toplumun hiç olmadığı kadar siyasal iktidarı sarmalaması eğilimleri bir arada deneyimlenmiştir. Devlet birey ilişkisinde ortaya çıkan değişimin sonuçları cezalandırma pratiğini de etkilemiştir. “Egemenliğin sahibi”nin değişmesiyle, “halk egemenliğine karşı suç işleme” olgusunun ortaya çıkışı siyasal suça yönelik algıda kırılmalar yaratmıştır.
Liberalizmin başlıca meşruluk kaynağı, modern toplum ve devletin inşasında bireyin ve kişi özgürlüğünün merkezi bir rol oynadığı varsayımıdır. Egemenlik bireyden devralınan iktidara dönüşmüştür ve “hak” devlete değil bireye içkin bir kategori olarak konumlandırılmıştır.[3] Toplumsal sözleşmeyle iktidardakilerin doğru düşünmesi, bireylerin de hak talep etmeleri siyaset etme tarzına ilişkin belli başlı beklentilerdir. Bireye üstünlük atfeden bu yaklaşımın çelişkisi ise egemenliğin sözleşmeyle de olsa güvenlik için devri düşüncesiyle ortaya çıkmaktadır.[4] Bireyler toplamı üzerinde topluluğun tüm üyelerinin rızasıyla, iktidar tesis edilir. Böylece sözleşme sonra
sında belirleyici konumda olan birey değil, modern devlettir. Liberalizm ise devlete hümanist bir çehre kazandırma çabasıdır. “Devleti ona liberalizmin biçtiği rolden, yani tarafsız hakem olmaktan kurtaran, liberalizmin kabul etmek istemediği gerçeği -iktidarın bireyde değil, devlette olduğu gerçeğini- münasip bir kılıfla örten ve meşrulaştıran muhafazakârlık olmuştur. Devlet bundan böyle müşfik bir baba gibi topluma kol kanat gerecek, memnuniyetsizlikler dillendirildiği anda bunları azaltmak, örtmek, başka mecralara kanalize etmek için toplumsal alana müdahale edecektir. Muhafazakârlık, liberalizmin zımni çelişkilerinin sürdürebilmesinin koşullarından biri olarak ortaya çıkmıştır. Liberalizmden neo-liberalizme geçişte ise bu ittifak daha da belirgin bir hal alır.” (Gambetti: 2009, s. 150)
Modernlikle birlikte suç artık yasaya karşı bir ihlal olarak görülmeye başlanmıştır. Bunun sonucu olarak modernliğin ilk evrelerinde devletin cezalandırıcı gücünün çok aşırı ve keyfi bir kullanımına tanık oluruz. “Devletin egemen olarak sivrilişi, feodalizme özgü olan savaş hukuku pratiğinin yerini, meşru şiddet tekeline sahip egemen ile onun temsil ettiği sosyal düzeni, yani yasayı ihlal eden birey ikilisinin alışına işaret eder.” (Özkazanç: 2007, s. 103).
Aydınlanma düşünürleri siyasal suçlara karşı yönetimlerin meşruluğu ve baskıya karşı direnme hakkı çerçevesinde fikirler geliştirmişlerdir. Sonrasında pozitivizm, siyasal suçlara yaklaşıma ilişkin arka planı etkilemiştir. Klasik ceza okulunun yaklaşımı ve bunun suç ve ceza pratiklerine yansıması suçun rasyonelleştirilmesi çabası olarak tezahür eder. Suçun kötü yasalardan kaynaklandığı tespitinden hareketle açık ve net, rasyonel yasalarla önlenmesi, cezaların hafiflemesi olarak kodlanmaktadır. Siyasal suç konusunda da benzer bir eğilim söz konusudur. Bunun Klasik Ceza Okulu’nun rasyonel bireyin suçlu dahi olsa ahlaki bir tehdit oluşturmayacağına ilişkin yaklaşımında ifadesini bulan bir eğilimden kaynaklı olduğu söylenebilir. Gerçekten de 19. yüzyılda siyasal suçlara yönelik cezalarda bir azalma söz konusudur. 19 yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan bir dönemde siyasal suç, ağır cezalarla karşılanan ve iade edilen bir suç birimi idi.
20. yüzyılda ise siyasal rejimlerin bir tehlike olarak tanımladığı, siyasal suç yeniden adi suçlardan daha ağır biçimlerde cezalandırılma eğilimdedir. “Örneğin Fransa’da 2. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında siyasal suça ilişkin cezanın değiştirildiği, ölüm cezasının getirildiği, devletin güvenliğine ilişkin suçların cezalarının çok ağırlaştırıldığı tespit edilmektedir.” (Bayraktar: 208) I. ve II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve faşist, nasyonal sosyalist ve sosyalist ideolojilere dayanan devletler de kendilerini kıskanç bir biçimde korumuş, rejime karşı gösterilen tepkileri ve eleştirileri kabullenmemiş, rejime yönelik suçları çok ağır cezalar ile cezalandırmışlardır. (Aydın: 4)
Günümüzde siyasal suçlar, suçluların iadesi ve terör tehdidi bağlamlarında tartışılmaktadır. Neo-liberal yaklaşımın hâkimiyetiyle birlikte siyasal suçun nasıl konumlandırıldığı ise özellikle suç tanımının muğlâklaşması eğilimiyle birlikte değerlendirilmelidir.
Foucault’un suç ve ceza pratiklerindeki dönüşümler bağlamında suçu tarihselleştirme denemesi siyasal suç konusundaki eğilimleri anlamlandırmamıza yardımcı olabilir. Bilindiği gibi Foucault’a göre 17. ve 18. yüzyılda, esas olarak bireyin bedeni üzerine odaklanmış disiplinci iktidar tekniklerinin ortaya çıktığı görüldü, 18.yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise Foucault’ın insan türünün biyo-politiği olarak adlandırdığı esas olarak nüfus üzerinden işleyen, ilkini dışlamayan yeni bir iktidar tekniği ortaya çıkmıştır.[5] Disiplinci iktidar bir ideal davranış modeli tahayyülü üzerinden norm belirler; bireyleri buna uyumlu hale getirmeye, itaatkâr bedenler üretmeye çalışır.
Neo-liberalizmin terör tehdidi altındaki “güvenlik devleti” varsayımı üzerinden türettiği stratejileri, Foucault’un liberalizmin iç çelişkileri ile neo-liberalizm arasında kurduğu doğrudan bağlantıyla suç ve cezaya ilişkin yaklaşımı daha anlaşılabilir biçimde kavrayabilmekteyiz. “Liberalizm bireylerin yönetilmesi gerektiğini düşünür ancak devlet aklı kuramını reddeder. Bunun yerine toplumsal fayda kuramını koyar. Başka bir deyişle, iktidarın ereği kendi dışında olmalıdır. Toplumun refahı liberal devletin hem kendini meşrulaştırma, hem de sınırlama gerekçesidir. Neo-liberalizm ise liberalizmle temelde aynı kaygıyı paylaşır, yani iktidarı sınırlayan faktörü devlet aklının dışında arar. Ancak toplumsal faydanın yerine serbest piyasayı koyar. (…) Neo-liberal anlayışa göre suç piyasa mantığının dışında değildir; aksine, onun da bir piyasası vardır. Suçlu patolojik bir birey olmayıp herkes gibi kâr-zarar hesabı yapan rasyonel bir öznedir. İyi bir ceza infaz politikası suçu tamamen yok etmek gibi bir amaç gütmemelidir. Zira böylesi bir amaç siyasal iktidarın genişlemesini gerektirir. Bunun yerine hükümet “suç piyasasının” maliyetinin, suçun maliyetini aşmamasını sağlayacak tedbirler almakla yetinmelidir. Dolayısıyla oyunculara değil, oyunun kurallarına; bireylerin öznel ruh hallerine değil, içinde devindikleri toplumsal ortamların tanım ve denetimine odaklanmalıdır: “Neo-liberal program disipline edici veya normalleştirici bir toplum yaratma hedefini gütmez; bunun yerine farklılıkların yeşerebileceği ve optimize edilebileceği bir toplum ister… belli bir seviyede tutulan suç oranıyla gayet mutlu yaşamasını bilir, zira suçun varlığı toplumsal bir maraz değil, aksine toplumun suçun dağılımını bile denetleyebilecek optimal bir işleyişe sahip olduğunun işaretidir.”(Gambetti: 2009, 153) “Suç ve suçlu kategorilerinin esnekleştirilmesini öngören bir denetim mantığı olarak neo-liberalizm, suçtan arındırılmış bir toplum tahayyül etmez; zira sürdürülebilirliği düzen değil, düzensizliğin, huzur değil, toplumsal çatışmanın, istikrar değil, krizlerin sürekliliğine bağlıdır.” (Gambetti: 2009, 144)[6]
Türkiye’de içselleştirilmiş devlet şiddeti ve bunun toplum katındaki tezahürlerini, son dönem neo-liberal etkileri bir arada düşündüğümüzde siyasal suçlar konusunda, terörün başlıca kategori olarak tesis edilerek her tür siyasi suçun terörle bağlantılandırılması çabasına tanık olmaktayız. Siyasal suçlar konusunda neo-liberal tezahür, zaten muğlak olan tanımın daha çetrefil bir biçimde belirsiz, sınırsız biçimlerde kodlanmasıdır. “Dolayısıyla Türkiye’deki siyasal rejimi, neo-liberal piyasa düzeninin yarattığı ekonomik çarpıklıklar, devletin yeniden yapılanarak toplumsal görevlerinden sıyrılma eğilimi ve eksilen otoritesini “terör” ve “güvenlik” söylemleriyle idame etmesi ekseni üzerinden de tartışmak lazım gelir.”(Gambetti: 2009, 159)
Türkiye’de, 1980 darbesiyle birlikte, “düşük yoğunluklu savaş”, Kürt sorunu, olağanüstü hal gibi şiddet altyapısı içeren söylem ve pratikler yeniden ve yeniden üretilmektedir. Buna anayasadan başlamak üzere tüm yasalarda ağırlıklı olarak yer alan yasaklar, emekçi sınıfın sendikalarıyla ve haklarıyla beraber sindirilmesi, artan polis yetkileri gibi birçok baskıcı politikayı da eklemek gerekir. Küresel sermaye, yerelde var olan eşitsizlikleri keskinleştiren dışlama mekanizmaları yaratmakta ve devlet şiddetini geri çağıran ya da meşrulaştıran toplumsal pratikler de üretmektedir, süreklileştirilmiş şiddet söylemi neo-liberal düzenin devletin baskı aygıtlarını içermeksizin kurulamayacağını göstermektedir. Özellikl
e linç girişimlerinde kendini gösteren sivil toplumun devlet mekanizmasına eklemlenmesi de bunun bir sonucudur.[7] Muhalif söylemlerin bastırılması oldukça yeni, alışılmamış yöntemler aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bir tarafta demokrasi havariliği söylemi, diğer tarafta muhalif kesimlere yönelik yoğun baskılarla “makul vatandaşlar” yaratma politikaları yürütülmektedir.
“Ahlaki bir protesto”[8] biçimleri olarak tanımlayabileceğimiz toplu gösteriler, pankart asma, ayakkabı ya da yumurta atma eylemleri gibi eylemler konusunda siyasal suç tanımındaki esneklik, muğlâklık ve belirsizliklerden kaynaklı çelişkili yaklaşımların ortaya çıktığı görülmektedir. İfade özgürlüğü bağlamında tartışılması gereken bu tarz eylemlere yönelik konjonktürel politik tercihlere göre belirlenen tepkiler, siyasal suç tanımının muğlâklığından kaynaklı olarak iyice kafa karıştırıcı olmaktadır. Örneğin son dönemde oldukça popüler bir protesto biçimi olan yumurta atma eylemlerinin TCK’ya göre suç teşkil edip etmediği bir tartışma konusudur. Bir görüşe[9] göre yumurta atmak, yumurtanın kişinin gözüne gelmesi durumunda o gözü kör etme ihtimali olduğundan kanunen suçtur ama suç olmaktan çıkarılmalıdır. Avrupa ülkelerinde bu tür eylemlere siyasetçilerin hoşgörüsü sayesinde suç olmaktan çıkmaktadır. Bir diğer görüşe göre[10] ise kişinin kastı önemli olduğundan ve yumurta atılan kişiye yönelik zarar verme amacı olmadığından yumurta atan kişiye müdahale edenler suç işlemektedirler. Yumurta atmak bir ifade özgürlüğü müdür, yoksa ifade özgürlüğünün engellenmesi midir? Siyasal bir arka planı olan tüm eylemlerde olduğu gibi protestonun “siyasal” olarak tanımlanıp tanımlanmamasından ziyade cezalandırılma konusu yapılması bir tartışma konusudur. Dolayısıyla bu sorunun yanıtı siyasal tercihlere göre değişmektedir.
Başbakanın molotof kokteyliyle yumurtayı aynı kefeye koyma ve terörle bağlama girişimi[11] ise siyasal suç tanımı yerine şiddet içeren her tür eylemin terörle bağlantılandırılması çabasının bir yansımasıdır. Uluslararası alanda özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında terör tanımının ve algısının da nitelik ve biçim değiştirmesiyle şiddeti, siyasal mücadele yöntemi olarak benimseyen ve bu yöntemi yoğun biçimde asli mücadele aracı olarak kullanan örgütler bile kendilerinin terörist olarak nitelenmesini istemezler.(Aydın: 15)
Hukuk siyasal suçla olduğu gibi terör tanımı konusunda da muğlaktır. Her türlü protesto eyleminin terörle bağlantısının kurularak ağır biçimlerde cezalandırılması diğer taraftan demokrasi söyleminin de çeşitli biçimlerde sürdürülmesi liberal çelişkinin bir yansıması, her türlü özgürlük ve hak konusunda ikircikli yaklaşımlar ortaya koyan liberal demokrasinin çelişkilerinin sonucu olarak görülebilir. Özgürlük söylemi altında baskının yoğunlaşması; suç tanımının muğlâklaştırılarak, çeşitli stratejilerle denetlenmesi ve yönetilebilir, sürdürülebilir bir hale getirilmesi neo-liberal iktidarın başlıca stratejileridir.
Tarihsel gelişimi içerisinde siyasal suç tanımı ortaya çıktığı toplumdaki iktidarın niteliğine göre değişim yaşamakla birlikte genel olarak belirsiz bir içerik taşımaktadır. Siyasal suçlara ilişkin yaklaşımlar toplumlara ve içersinde bulunulan konjonktüre göre değişmektedir. Merkezi iktidarın ortaya çıkışı ile hükümdara karşı işlenen suçlar siyasal suçtan ayrıştırılmakla birlikte ağır biçimlerde cezalandırılmıştır. Modernlikle birlikte merkezin hiç olmadığı kadar güçlenmesi, toplumdan ayrışması ve dışsal bir şey olarak netleşmesi eğilimi ile radikal bir bireycilik ve sivil toplumun hiç olmadığı kadar siyasal iktidarı sarmalaması eğilimleri bir arada deneyimlenmiş, bu da siyasal suç algısına ve cezalandırma pratiklerine etki etmiştir. Aydınlanma düşünürlerinin eleştirel fikirlerinde ifadesini bulan “kötü yönetime direnme hakkı” ve pozitivist yaklaşımın cezalandırma pratiklerine yansıması siyasal suçlar konusundaki çerçevenin değişmesine katkıda bulunmuştur. 20. yüzyılda ise iktidar mekanizmasının söylemsel düzeyde demokratik, uygulamada otoriter eğilimleri siyasal suç konusunda iki yönlü bir eğilime neden olmuştur. Siyasal suçlular yasalar tarafından korunurken, siyasal suç tanımı içerisine giderek daha az suçun girmesi ve özellikle son yıllarda neo-liberal yaklaşımın da etkisiyle her türlü siyasal eylemin terör tanımı içerisine sokularak ağır biçimlerde cezalandırılmaya çalışılması temel eğilimdir.
Dipnotlar:
• Ankara Üniversitesi 2010-2011 Yaz Dönemi Siyaset Bilimi Programı Suç ve Ceza Dersinde Doç. Dr. Alev ÖZKAZANÇ’a sunulmuştur.
[1] 1930 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’nda siyasal suç tanımı cezalandırma alanını geniş tutmak için objektif ve sübjektif esasları içine alacak şekilde yapılmış ve siyasal suçlara en ağır cezaların verilmesi öngörülmüştür. 1933 tarihli Alman Ceza Kanununda da siyasi suç tanımı yapılmış ve siyasal suçlu, onurunu kaybetmiş ve toplumla bağlarını koparmış kişi olarak değerlendirilerek bir toplum düşmanı olarak tanımlanmış ve ölümle cezalandırılması öngörülmüştür. (Bayraktar: 29-30.)
[2] Türk Ceza Kanunu’nda tam siyasal suçlar, Devletin Egemenlik Alametlerine ve Organlarının Saygınlığına Karşı Suçlar, Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar, Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar, Millî Savunmaya Karşı Suçlar, Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk, Yabancı Devletlerle Olan İlişkilere Karşı Suçlar başlıkları altında sıralamıştır. Bunlar dışındaki suçların siyasi suç olup olmadıkları sübjektif esaslara göre belirlenmektedir.
[3] “Demokrasi sorunsalı esas itibariyle, devlet ve kurumlarının vatandaş topluluğunu oluşturan bireylerin haklarını ne ölçüde koruyabildiğini, bireylerin çıkar ve görüşlerini ne ölçüde temsil edebildiğini, bireylere yönetim üzerinde ne derece hakimiyet sağladığını irdeler.” (Gambetti: 2009, s. 148)
[4] “Bireye içkin olan egemenliğin sözleşmeyle de olsa devlete devredilmesi, Hobbes’un Leviathan’ını peydah eder. (…) Hobbescu anlamda siyasal toplum, güvenlik uğruna, doğa halindeki özgürlüklerden feragat etme halidir.(…) Hukukun güvenli bir ortam tesis etmesinin yegâne yolu, şiddeti bireylerin elinden alarak tek elde toplamaktır.” (Gambetti: 2009, 149)
[5] Disiplinci iktidar teknikleri “bütün bir gözetleme, hiyerarşi, teftiş, yazı, tutanak sistemiyle: disiplinci iş teknolojisi olarak adlandırılabilecek teknolojiyle, olabilecek en masrafsız biçimde uygulanması zorunlu bir iktidarın katı ekonomi ve ussallaştırma teknikleriydi aynı zamanda. (…) 18. yüzyılın ikinci yarısı boyunca, bu kez disiplinci olmayan, başka bir iktidar teknolojisi olan bir şeyin ortaya çıktığı görüldü. (…) Beden-insanla değil de, yaşayan insanla, canlı varlık insanla; hatta, bir anlamda, tür-insanla ilgilenir. (…) İlk olarak, bireyselleştirme yöntemiyle, beden üzerinde iktidar kurulmasının ardından, bireyselleştirici olmayan ama beden-insan yönünde değil, tür-insan yönünde gerçekleşen bir anlamda yığınlaştırıcı olan ikinci bir iktidar kuruluşu var.” (Foucault: 247-249)
[6] “Liberalizmin zımni çelişkisine neo-liberalizmin ürettiği çözüm, Leviathan’a ihtiyaç kalmadan egemenliğe baş eğmesini sağlamaktır. Bu yüzden neo-liberalizm Behemoth olarak ifade edebileceğimiz bir yapıyı tercih eder – yani, kamusal ve özel alan ayrımının, yasallık ve yasadışılığın, direniş ve baş eğmenin arasındaki farkları ortadan kaldıran bir düzen arar. Bu düzende birlik, Leviathan’da olduğu gibi herkesin hukuk önünde
eşit olması sayesinde değil; herkesin eşit oranda piyasa kurallarına tabi olması sayesinde sağlanır. Bireylerin içinde bulundukları durumu terketmelerini, yani refah devletinin tesis ettiği hakları gözden çıkarmalarını, sağlayacak koşul ise Hobbes’dakiyle aynıdır: güvensizlik. (…) Neo-liberalizm, toplumsal, siyasal ve ekonomik düzlemlerdeki güvensizliğin çoğaltılma halinin adıdır.” (Gambetti:2009, 149)
[7] “Linççiler cezalandırmanın sivil topluma, yani devlet iktidarının dışına, ama yine de yasallığın içine havale ettiği bireysel bedenlerdir. Devlete devredilen iktidarı yeniden ellerine geçirmekle linççiler, devlet denilen aygıtın toplumun itaatkârlığına bağımlı olduğunun göstergesidirler adeta. Linççi güruh kanun ve düzeni temsil eden yetkilileri, devletin esas (formel olmayan) temeline sahip çıkmaya davet ederler.” (Gambetti; 2007, s. 17)
[8] Protestolar “kurumsal yolların dışındaki yollarla toplumun bazı yönlerini değiştirme amacı güden sıradan insanların oluşturduğu örgütlü gruplarca yürütülen, bilinçli, ortak ve görece devamlılık gösteren çabalardır.(…) İstemedikleri şeyleri en kısa yoldan veya doğrudan değiştirmek yerine, ki bu gerçekleşmeyebilir, yürürlülükteki uygulamalarla ilgili hoşnutsuzluklarını, öfkelerini dile getirirler. Protesto etkinliklerini böylesine başarılı kılan protestocuların eylemlerine ahlaki bir ses katabilmeleridir. Protesto bizlere ahlaki duyarlılıklarımızın ve kanaatlerimizin içyüzünü kavrama, onları dil getirebilme ve güçlendirme fırsatı verir.” (Jaspers: 29-30)
[9] İstanbul Barosu Eski Başkanlarından Yücel Sayman. Kaynak: http://www.internethaber.com/yumurta-atmak-suc-mu-degil-mi-313407h.htm#ixzz1NeZAPQLb. (Erişim 02.06.2011)
[10] İstanbul Baro Başkanı ve Ceza Hukukçusu Ümit Kocasakal.(Aynı yerde)
[11] Başbakan Tayyip Erdoğan 13 Aralık 2010 tarihli konuşmasında “Cebinde taş, molotof, yumurta taşıyan öğrenciler var” diyerek molotof kokteyli ve yumurtanın aynı biçimde algılanması gerektiğine ilişkin bir yorumda bulundu.
KAYNAKLAR
Aydın, Devrim (2006), “Terör Eylemlerinin Siyasal Suç Açısından Değerlendirilmesi”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 7, s. 1-20.
Bayraktar, Köksal (1982), Siyasal Suç, İstanbul: Fakülteler Matbaası.
Foucault, Michel (2001), Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş, İstanbul: YKY.
Jaspers, James M. (2002), Ahlaki Protesto Sanatı, çev. Senem Öner, İstanbul: Ayrıntı.
Gambetti, Zeynep (2007), “Linç Girişimleri, Neoliberalizm ve Güvenlik Devleti”, Toplum ve Bilim, Sayı 109, s. 7-34.
Gambetti, Zeynep (2009), “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Sayı 40, s. 143-164.
Hassan, Ümit, ‘Siyasi Suç Kavramı’; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C: 26, S.1, s. 197.
Özkazanç, Alev (2007) , Biyo-politik Çağda Suç ve Cezalandırma: Denetim Toplumunda Neo-liberal Yönetimsellik, Toplum Bilim, Sayı 108, s. 15-52.
* Melek Zorlu
Ankara Üniversitesi SBF Siyaset Bilimi Doktora Öğrencisi