Erbil’den bakınca AKP’nin “Kürt açılımının”, Türkiyeli Kürtlere değil Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne uzanan bir el olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Bu, en dolaysız biçimiyle sermayenin eli… Doğası gereği, yoksul Kürt halkına ve onun siyasi temsilcilerine bir uzlaşma eli olarak uzanması mümkün değil. Tikrit’teki cehennemsi şantiyeden sınırdışı edilerek canlarını kurtaran işçiler ve milletvekilliği gasp edilen Hatip Dicle en […]
Erbil’den bakınca AKP’nin “Kürt açılımının”, Türkiyeli Kürtlere değil Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne uzanan bir el olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Bu, en dolaysız biçimiyle sermayenin eli… Doğası gereği, yoksul Kürt halkına ve onun siyasi temsilcilerine bir uzlaşma eli olarak uzanması mümkün değil. Tikrit’teki cehennemsi şantiyeden sınırdışı edilerek canlarını kurtaran işçiler ve milletvekilliği gasp edilen Hatip Dicle en taze şahitleridir…
Bu yazı ilk kurgulandığında, başlığı “Seçim sonrası bir Ortadoğu yazısı: Kabahatin çoğu senin değil canım kardeşim” olacaktı. Çünkü yazı, sol içinde olumsuzlukların faturasını halka kesme eğilimlerinin yeniden güçlendiği bir ortamda, Erbil’den ve Tikrit’ten izlenimlerle, bölgesel ve ülke içi politikalara yön veren ancak solun kayıtsız kaldığı ya da en azından henüz bir yanıt üretemediği sınıf gerçeğine dikkat çekmeye çalışacaktı.
Yazıya henüz başlamışken peş peşe yaşanan iki olay yazının temel fikirlerini doğruladığı gibi başlığını da değiştirdi: YSK 21 Haziran’da Hatip Dicle’nin milletvekilliğini reddetti, ertesi gün de Tikrit’teki bir şantiyeden sınırdışı edilerek kurtulan Elbistanlı işçilerin haberi yerel/ulusal basında yer buldu.
Bu gelişmelerden bir ay önce Erbil ve Tikrit’te (Elbistanlı işçilerin kaçtığı şantiye de dâhil olmak üzere) çeşitli gözlemlerde bulunma şansım oldu. Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile girilen ekonomik ilişkilerden nasiplenen müteahhitlerin “Kürdistan-Barzani”yi aşkla ama “PKK-BDP”yi nefretle anması, şantiyelerinde çalıştırdıkları çoğunluğu Türkiyeli Kürt işçilerin çalışma koşullarına ve Erbil’in toplumsal dokusuna bakınca daha iyi anlaşılıyordu.
Sermayenin Erbil aşkı
Türkiye’den Erbil’e giden uçaklar Irak’taki işgal sonrası “iş” olanaklarından faydalanan patron ve işçileri taşıyor; Türkiyeli inşaat firması Tek-Fen’in inşa ettiği Erbil Havaalanı’na iniyor. Havaalanında kullanılan malzemeler de Türkiyeli şirketlerden. Duvarlardaki Vakıfbank reklâmlarına bakarken İş Bankası ve Ziraat Bankası’nın da bölgede faaliyette olduğunu öğreniyorsunuz.
Siz Irak’a geldiğinizi zannetseniz de aslında Kuzey Irak diye bir şey yok; burası Kürdistan Bölgesel Yönetimi. Ne Irak askeri var ne Iraklı direnişçi ne de Amerikan askeri. Irak bayrağı ya da Irak yazısı görmek de zor. Pasaportunuza vurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi damgasıyla Bağdat’a gidebilirsiniz. Ancak uçağınız Bağdat’a iner de Erbil’e girmek isterseniz, Bağdat’ın verdiği vizenin bir hükmü kalmıyor. “Bölgesel Yönetim” ayrı parlamentosu, artık zırhlı araçlar ve uçaklar da edinmeye başlayan ayrı ordusu ile devletleşme yolunda işi ilerletmiş durumda. Bağımsızlık ilanı, Erbillilerin anlatımıyla ABD’nin konsolosluk açmasına bakıyor.
Bir zamanlar, bir Kürt devletinin kurulmasını kırmızı çizgi ihlali sayan Türkiye ise Erbil’de konsolosluğunu kurup protokolüne “Kürdistan bayrağı”nı dâhil etmiş durumda. Türkiye’nin bu tutumu egemen sınıf çıkarlarının kaçınılmaz bir sonucu. Pastanın büyük dilimini oluşturan petrolün denetimini emperyalist devletler elinde tutarken, küçük ama bizimkiler açısından iştah kabartıcı dilimini oluşturan müteahhitlik işlerini de Türkiyeli şirketler üstleniyor. AKP hükümeti ile iyi ilişkilere sahip bir Kürt sermayedarı olmak ise ihale almada ya da ihalesiz iş almada büyük avantaj sağlıyor.
Yaklaşık 30 bin Türkiyelinin yaşadığı ve sokaklarında Arapçadan çok Türkçenin konuşulduğu Erbil’de, iş yasası ya da vergi gibi “can sıkıcı” kısıtlamaların olmayışı ve düşük rüşvet oranları Türküyle-Kürdüyle Türkiye sermayesini “Kürdistan’a hücum” ettiriyor. Derme çatma kulübelerde açılan kebapçılardan yumurta gibi en basit gıda maddelerine, oto galerilerden marketlere kadar sayısız ekonomik faaliyet alanında Türkiye’yle karşılaşıyorsunuz.
Kendisini iktidar partisiyle özdeşleştirenlerden “komünist” diye ananlara kadar farklı profillerden taşeronlara rastlıyor, Erbil’i ve Barzani ailesini ne kadar sevdiklerini dinliyor, Türkiyeli Kürtlerin siyasi temsilcilerinden bahis açılınca ise yüzlerinin buruştuğunu görüyorsunuz. Erbil’deki müteahhitler AKP’nin “Kürt açılımı”nı destekliyor ve “Kürdistan’ın tanınmasını” doğru buluyor ancak bu açılımın PKK ile bir uzlaşmayı içermediğinden emin bir şekilde konuşuyor.
Yine AKP’lisinden “solcu”suna müteahhitlerin konuşurken yüz buruşturdukları bir şey daha var: “Ekmek yediği kapıya hıyanetlik yapmaya meyyal işçiler.”
Irak işgalinde dördüncü en büyük kayıp: Türkiyeli göçmen işçiler
Kürdistan Bölgesel Yönetimi başta olmak üzere işgal sonrası Irak’ta müteahhitlik işleri pastasından Türkiye sermayesinin büyük bir dilim aldığı zaten konuşulan bir şeydi. Kürt ve Türkmen bölgelerinden oluşan Kuzeyde Türkiyeliler, Arap bölgelerinden oluşan güneyde de Lübnanlılar at koşturuyor. Ancak sermaye basını gibi sol da milyar dolarlık ihalelerden söz ederken bu işlerde çalıştırılan işçilerden pek bahsetmedi.
Oysa Irak işgalinde Iraklılardan sonra en çok can kaybında, birinci sırayı Amerikan askerleri, ikinci sırayı İngiliz askerleri, üçüncü sırayı da Türkiye’den Irak’a çalışmaya götürülen emekçiler oluşturuyor. Irak’taki Türkiyeli emekçiler, 2004-2005 yıllarında kamyon şoförleri örneğinde olduğu gibi ancak öldüklerinde haber olabiliyor. Son olarak da Tikrit’te bir şantiyede kaçak olarak çalıştırılırken Irak polisi tarafından yakalanıp sınır dışı edilen ve belki de bu şekilde canlarını kurtaran Elbistanlı işçilerin haberi 22 Haziran’da çeşitli yerel ve ulusal basın organlarında yer aldı.
Tikrit’te bir şantiye
Bir ay önce Tikrit’teki söz konusu şantiyede Elbistanlı işçileri ve çalışma koşullarını görmüş ve gördüklerim karşısında, işçilerin sınır dışı edilme haberi gelmeden önce bu yazıyı yazmaya karar vermiştim. Şantiye, yeni Ortadoğu’nun, göçmen işçilere dayalı mutlak güvencesiz emek pazarının eşsiz bir prototipini sunuyordu.
İşçiler için yatacak yer, lavabo, banyo, kullanma suyu, düzenli yemek koşulları oluşturulmadan başlatılmış bir inşaat… Elbistan’dan ve Muş dâhil diğer Kürt illerinden getirilmiş 40-50’li yaşlarda inşaat işçileri, kaba inşaat içinde, patronun 5 yıldızlı otel dediği ve içinde yalnızca ranzalar üstüne atılmış süngerlerin bulunduğu bir odada uyumaya çalışıyorlar. Ancak uyumaları mümkün değil. Çünkü sıcaklık en serin zamanda dahi 30 derecenin altına düşmüyor ve günlerdir yıkanamamışlar; ayrıca hava nemli değil ama tozlu ve bu kol işçilerinin kollarını kızarmamış tek bir yer bırakmadan yiyen bir sivrisinek belası var. Üstüne üstlük açlar. Çünkü yemek çok geç çıkıyor ve istekleri kimi zaman 10’da bir kimi zaman 20’de bir oranında karşılanıyor. Kask, eldiven, kerpeten vs gibi çalışma gereçleri de tedarik edilmemiş. İşçilerden biri yaralı elini uzatıyor ve sitemle söylüyor: “1 liralık bir eldiven için…”
İşçiler kendilerini buraya getiren taşeron tarafından “Erbil’de, iyi ücretle ve iyi çalışma koşullarında çalışacaksınız” diye kandırılmış. Saddam Hüseyin’in Dicle kenarındaki memleketi Tikrit, güvenlik sorununun hala yüksek olduğu ve bu nedenle de dışarıdan kimsenin, hem de bu koşullarda gönüllü olarak çalışmayacağı bir bölge. İşçiler kendilerini kandırıp getiren taşeronu kovmuş ancak şantiyede bir anlamda rehin kalmış ve çalışmaya razı gelmişler. Başka şansları yok, çünkü pasap
ortlarına “çalışma vizesi alacağız” denilerek el konulmuş, böylece kaçak durumuna düşmüşler. Bu, patronların her zaman iyi niyetli bahanelerle açıklamaya çalıştığı ancak göçmen işçileri esir gibi çalıştırmak için başvurulan yaygın bir yöntem. (Kevin Bales’in, çevirisi 2002’de Çitlembik yayınlarından çıkan “Küresel Ekonomide Yeni Kölelik” kitabı, o günü verileriyle dünyada on milyonlarca “rehin göçmen işçi” yani “yeni köle” bulunduğuna dikkat çekiyordu. Bales’in provizyonu bugün bütün küresel emek pazarına ve özellikle de bütün olarak Körfez ekonomileri ile benzeşmeye başlayan Ortadoğu emek pazarına ışık tutuyor.)
Türkiye’de geçim koşulları yetmediği için 40-50 yaşında, ailelerini geride bırakarak yurtdışına çalışmaya gitmek zorunda kalmış, orada da pasaportlarına el konarak istemedikleri bir bölgeye götürülmüş, telefon sağlanmamış, yol bilmeyen işçiler için “köle” tanımlaması yapmak abartı değil. Irak polisinin kaçak çalıştırılan bu işçileri sınır dışı etmesi de sonuç itibariyle talihsizlik değil bir tür kurtuluş olmuş.
Mutlak güvencesizlik için göçmen işçiler
Bugün Körfez ülkeleri başta olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde ekonomi göçmen işçi emeği üzerinde, siyaset de monarşik ya da diktatöryal yönetimler üzerinde yükselmektedir. Bu, emperyalizmin ve işbirlikçi egemen sınıfların, petrol zenginliğine dayalı ekonomiyi halkın katılımını dışlayarak yönetme isteğinin bir sonucudur. Örneğin Dubai’de nüfusun yüzde 80-90’ını oluşturan göçmen işçiler, çoğunlukla güney Asya ve diğer Ortadoğu ülkelerinden gelmekte, hiçbir yurttaşlık hakkına sahip olmadıkları gibi kendilerine sunulan çalışma koşullarına mutlak bir biçimde itaat etmek zorundadır. Bir başka deyişle, özsavunma araçlarından bütünüyle soyutlandıkları “mutlak bir güvencesizlik” içinde yaşamaktadır. Göçmen emeği karşısında yerli nüfus kademe kademe bir rantiye ekonomisine eklemlenen bir gizli-açık işsizler yığınıdır. Bu işsizler de mutlak güvencesizlik madalyonunun diğer yüzünü oluşturmaktadır.
Bugün Ortadoğu isyanlarında Libya’daki isyancılar yerli işsizlerden, Suriye Dera’daki isyancılar ise iş olanakları daraldığı için ülkelerine geri dönmek zorunda kalmış göçmen işçilerden oluşmaktadır. (Ortadoğu’da göçmen işçi-yerli işsiz denklemine dayalı mutlak güvencesizlik olgusu ayrı bir yazıda ele ayrıntılı olarak alınacaktır.)
Kürdistan Bölgesel Yönetimi de biçimi her ne olursa olsun aşiretlere dayalı yönetimi ve hizmet sektöründe Afrika-Güney Asya’dan, inşaat sektöründe de Türkiye’den gelen çoğunluğu Kürt göçmen işçileri ile giderek bir Körfez ülkesini andırmaktadır. Aşiret egemenliği, gerici toplumsal yapısı, katı sınıfsal ayrımları, kadının sosyal yaşama neredeyse “hiç” derecede katılımı ile Türkiye’deki Kürt hareketinin savunduğu toplumsal projenin tam zıddı bir pozisyondadır. Sermayenin Erbil aşkının, Ankara-Erbil aşkı ile tamamlanması bu anlamda da tutarlıdır.
Güvenceler, güvencesizlikler
Ankara-Erbil aşkının tek pürüzü ise Kandil. Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içindeki Kandil, gerillanın sürekliliğinin güvencesi… Gerilla, tarihsel ezilmişliğine isyan ederek kendini bir halk hareketi olarak var eden Kürtlerin güvencesi… Ancak bugünkü Erbil gerçeği, Türkiye’ye Kürt egemen sınıfları ve onların rehin aldığı Kürt proletaryası üzerine yükselen yeni bir toplumsal proje vaat ediyor. AKP’nin aslında hiç kesintiye uğramamış olan “Kürt açılımı” tam da bu projeyi hedefleyerek, yoksul Kürt halkının siyasal temsilcilerinin tasfiyesi üzerinden ilerliyor. Kürt işçilerin şantiyelerde, siyasi temsilcilerinin de hapishanelerde rehin alındığı bir süreçte, bugün için tek güvence olan silahların da bırakılacağı bir çözüm üzerine konuşuluyorsa, hem içerde hem dışarıdaki göçmen Kürt işçilerini mutlak güvencesizlikten kurtaracak bir mücadele üzerine düşünmekte fayda var.