“Her yenilgi entelektüel ve moral düzensizliği beraberinde getirir. En kötü korkuların karşısında umutsuzluğa ve aptallığın coşkusuna kapılmayacak ciddi ve sabırlı insanları yaratmak gereklidir. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir.” AKP’nin 9 yıllık iktidarlığındaki tüm anti-demokratik ve piyasa yanlısı uygulamalarına karşı bugün oyların yarısına yakınını alabileceğine kesin gözüyle bakılması nasıl mümkün olabiliyor? AKP’nin kentsel dönüşümlerle, HES, sahil yolu, […]
“Her yenilgi entelektüel ve moral düzensizliği beraberinde getirir. En kötü korkuların karşısında umutsuzluğa ve aptallığın coşkusuna kapılmayacak ciddi ve sabırlı insanları yaratmak gereklidir. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir.”
AKP’nin 9 yıllık iktidarlığındaki tüm anti-demokratik ve piyasa yanlısı uygulamalarına karşı bugün oyların yarısına yakınını alabileceğine kesin gözüyle bakılması nasıl mümkün olabiliyor? AKP’nin kentsel dönüşümlerle, HES, sahil yolu, nükleer gibi projeleriyle, giderek artan işsizlik ve yoksullukla yarattığı tahribatın, gazetecilerden, akademisyenlere ve öğrencilere herkesin güvencesizliğe itilmiş olmasının halen bu iktidarı devirebilecek bir saflaşmayı yaratamaması şaşkınlık uyandırabilir. Kafaları karıştıran soru şu: Toplumsal rıza nasıl oluyor da bu koşullarda yeniden üretilebiliyor?
Bu sorunun cevabı her siyasal olayın bir birikim sürecinin parçası olarak algılanmasıyla bulunabilir. Bu yüzden tekil olaylara “aydın duyarlılığıyla” verilen tepkisel yanıtlar ve bu tepkinin toplumda karşılık bulmasına dair beslenen umutlar boşa çıkabilir. Siyasal kırılma anlarının koşullarını yaratan şey çelişkilerin birikimi ve sürekliliğidir. AKP iktidarı bugün birçok alandaki yığılmış bir birikimin üzerinde yükseliyor. Fakat bu birikimlerin henüz birer kriz düzeyine ulaşmaması, AKP iktidarının sürdürülebilirliğini sağlıyor.
AKP tesis ettiği İslamcı-milliyetçi rejimle bir önceki rejime ait paradigmaları ikincilleştirirken, yeni bir söylem (statüko karşıtlığı, demokratikleşme, normalleşme) ve ideolojiyi kurumsallaştırıyor. Bu ideoloji kitle tabanı açısından çok daha geniş ve tutucu bir toplumsal kesime hitap ediyor. Böylece AKP eski rejimin içerisinde biriken tepkiselliği bir ölçüde yatıştırmaya ve yeni bir yöne kanalize etmeye çalışıyor. Bu yeni yönde, faşizmin, erkek egemenliğinin ve muhafazakarlığın hakim düşünceler olduğu ve muhalif kesimleri hedef gösteren geleneksel devlet stratejisinin yeniden canlandırıldığı görülüyor. AKP’nin seçim vaatleri, parti kadroları ve örgütlenme tarzı incelendiğinde milliyetçi-İslamcı ideolojiye kayışın, bir seçim stratejisi olmanın ötesinde totaliter neoliberal bir sistemin inşa süreci olduğu anlaşılabilir.
12 Haziran seçimleri partilerin somut vaatlerle girdiği bir seçim olması itibariyle benzerlerinden ayrışıyor. Bu vaatler meclise girecek üç parti arasında ideolojik düzlemde de bir farklılaşmaya yol açıyor. AKP’nin ustalık dönemi projesi büyük oranda “ekonomik kalkınma görüntüsünün” ve “istikrarın” sürdürülmesine dayanıyor. Buna karşı CHP ve MHP özellikle işsizlik ve yoksulluk temalı sosyal politikalarla AKP’yi sıkıştırmaya çalışıyorlar. Bu iki partinin Kürt sorununa yaklaşımlarının arasındaki açı genişliyor: MHP’nin asker, gazi, şehit yakını, korucu gibi kesimlere destek vaadinde bulunarak “milliyetçi ayrımcılık” temelinde prim yapmaya çalışmasına karşın, CHP yerel yönetimlerin güçlendirilmesini ve merkezi yürütmenin yetkilerinin sınırlandırılmasını öneriyor. CHP’nin parti içi çatışmaları dindirebilmesi, topluma seçim vaatlerini anlatabilmesinde başarılı bir görüntü çizmesini sağladı. Fakat MHP gerek kaset olayı gibi şantajların yarattığı etkiden dolayı, gerek yöneticilerin beceriksizliğinden, gerekse de MHP’nin ideolojik saflaştırmaya verdiği önemden dolayı seçim vaatlerini topluma aktaramadı.
AKP için bu seçimlerin geçmiş örneklerinden farklı olmasını sağlayan birçok neden sayılabilir: 2007 seçimlerine ve 2009 yerel seçimlerine kıyasla AKP’nin mağdur kimliğinin geçerliliği ortadan kalkıyor. Toplumsal demokratikleşme motivasyonu eriyip giderken, yerine istikrarlı yönetim ve toplumsal güvenlik nosyonları yerleşiyor. Bu durumun somut yansıması AKP’nin vaatlerinin Çılgın Proje’de olduğu gibi “ekonomik kalkınmacılık” ekseninde yoğunlaşmasında ve 2023 vizyonu başlığı altında uzun süreli bir iktidar için toplumsal rıza zeminlerinin hazırlanmasında görülüyor. Elbette toplumsal güvenlik nosyonu “demokratik açılım” kutusunun kapatıldığı ve toplumsal muhalefetin “AKP kitlesinin gıdası” haline geldiği bir dönemin kapısını aralıyor. İstikrarlı yönetime verilen rıza, işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik ve kentsel-doğasal tahribatın “istikrarın yan etkisi” olarak normalleştirilmesi gibi bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. Bu seçimlerde AKP’nin en büyük kozlarından biriyse sağlık ve dışişleri alanlarındaki politikalarının toplumsal algılarda olumlu bir yer tutmasıdır. AKP’nin eğitim ve ulaşım politikalarına karşı yaygın bir hoşnutsuzluk toplumun bazı kesimlerinde belirse de bu alanlardaki icraattan AKP’nin kendi kitlesine ulaşmada halen yararlanabilmesi, AKP’nin seçimlere güçlü bir elle girmesini kolaylaştırıyor.
Bu yazı üç ana başlık altında toplandı: Seçim vaatlerinin arka planları, popülizmin nesnel koşulları ve son olarak parti kadrolarındaki değişim.
Seçim vaatlerinin arka planı
AKP’nin ekonomik kalkınma, siyasal istikrar ve toplumsal güvenlik raylarına oturmuş politikası demokrasi alanındaki tüm vaatlerinin seçim sonrasına ertelenmiş “yeni anayasa” ekseninde dönmesine yol açıyor. Bu anayasanın içeriğinin muğlak bırakılması iki açıdan işlev görüyor. Birincisi iktidarın devlet içine yerleşikliğini güçlendirecek “başkanlık sistemi” gibi tartışmalar seçim polemikleri içerisinde yıpratılmak istenmiyor. AKP, seçim zaferini anayasaya dair düzenleme için bir meşruiyet kaynağı olarak kullanacak. İkincisi, AKP, demokratikleşmenin sağlanacağına yönelik toplumsal beklentiyi geri plana atsa da bu kozunu tamamen bırakmak istemiyor. Anayasa tartışmaları şimdilik liberallerin elinde onları tatmin edecek bir oyuncak halinde.
AKP’nin seçim vaatlerinin merkezinde olan “çılgın projesi” seçim sonrasında saldırıların nereden geleceğine yönelik bir işaret fişeği. Yanıt: Kentsel dönüşüm ve piyasacılık. İstanbul’da ve Ankara’da iki yeni şehir kurulması, İstanbul’da üçüncü köprü ve havalimanının inşası, Galataport ve Haydarpaşaport’un yapılması gibi vaatler başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlerin birer kentsel rant alanı olarak dönüştürüleceğini gösteriyor. Örneğin, Ankara’da yapılması planlanan 500 bin kişilik “ikinci şehir” Mamak’taki gecekonduların yıkılacağı bir kentsel dönüşüm projesinin de parçası olarak işlev görecek. Üçüncü köprünün inşası ile kişi başına yeşil alanın 7 metrekareye çıkarılması, Ankara’da serbest ticaret bölgesi kurulması ile kayıtdışı işçiliğe son verilmesi, Galataport’un inşa edilmesi ile kültürel-doğal zenginliklerin korunması gibi birbiriyle çelişkili projeler AKP’nin seçim vaatlerinde yer alıyor. Bir başka çelişkiyse 2023 vizyonu kapsamında tarımda dünyada ilk beş içerisine girme vaadinde bulunan AKP’nin döneminde tarımın milli gelire katkısının yüzde 8’in altına inmesi.
Ülkemizde “sosyal konut” olarak pazarlanan TOKİ konutlarının sayısının 1 milyona ulaşacağı müjdesi hükümet yandaşlarına kaynak aktarımının artacağını gösteriyor. En büyük yatırımlarını İstanbul’daki yüksek gelirli konut ve AVM inşaatına yapan TOKİ, inşa edilmesi planlanan konutlarınsa yalnızca 400 bini düşük gelirlilere ayrılacak. Ekonomik kalkınma nosyonun seçim vaatlerine yansıyan bir diğer başlığıysa özelleştirmeler. AKP demiryolları ve posta servisinin özelleşmesini, vakıf üniversitelerinin sayısını artıracak yasal düzenlemelerin yapılmasını vaat ediyor. Kamu ve Yerel Yönetimler Reformu adıyla seçim sonrası için bekletilen ya
sa taslağı, devletin ekonomiden elini iyice çekmesinin ve güvencesiz çalıştırmanın dayanağı olacak.
CHP’nin seçim vaatleri demokratikleşme ve sosyal haklar bağlamında incelenebilir. CHP demokratikleşme anlamında HSYK’nın ve Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin kaldırılmasını, yüzde 10 barajının ve seçilme yaşının düşürülmesini, faili meçhullerin aydınlatılması için komisyonlar kurulmasını, Dersim arşivlerinin açılmasını, Diyanet İşleri’nin tarafsızlaştırılmasını, AB normlarına uygun olarak yerel yönetimlerin güçlendirilmesini öneriyor. Fakat, Diyanet İşleri kaldırılmadan Alevilere nasıl eşit yurttaşlık statüsü kazandırılabileceği soru işaretleri uyandırıyor. Diğer yandan anadilde öğrenim gibi mevcut devlet politikasından çok farklı olmayan (dil öğrenim kurslarına devlet desteğinin sağlanması) bir uygulama vaat ediliyor; CHP bu konuda anadilde eğitime uzanamıyor. Eğitim konusundaysa CHP’nin vaatleri, “yaşam boyu eğitim” adıyla esnek üretim faaliyetlerine uyumu zorlayan DB programıyla eşgüdüm içerisinde. YÖK’ün yanı sıra YGS ve SBS’nin kaldırılması vaat edilirken bunların yerine konulacak sistemler hala belirsiz.
MHP’nin demokrasi alanında bir açılımı görünmezken temel vurgu işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluk üzerine yapılıyor. Bu alanda MHP, diğer partilerin aile sigortası ve tüm vatandaşların sigorta kapsamı altına alınması gibi vaatleri yineliyor. Özellikle küçük üretici ve esnaf kesimlerinin yaşam standartlarını yükseltmeyi hedefleyen MHP, kamu desteğini artırmayı, ÖTV ve KDV’yi sınırlamayı vaat ediyor. Bu vaatler AKP’nin vergi gelirlerinin 3’te 2’sini tüketimden almasına bir alternatif olarak ileri sürülüyor. Engelliler, kadınların sosyal güvenceden yararlanma olanaklarını artırmak ve maddi yardımlarda bulunmak, güvencesiz çalışanları kadrolu hale getirmek MHP’nin öne çıkan diğer seçim propagandaları arasında.
Muhalefet partilerinin seçim çalışmalarının merkezine aldığı işsizlik, yoksulluk ve güvencesizlik sorunları neoliberalizmin tahribatının yarattığı tepkileri kapsamaya yönelik politikalarla karşılanmaya çalışılıyor. Toplumsal tepkiler CHP ve MHP tarafından iktidara gelemeyecek olmanın da bilinciyle güçlü bir popülist akım yaratmak için kullanılıyor. Toplumun maddi sorunlarına çözüm üretme iddiasındaki bu politikalar nasıl bir karşılık alabilir? Popülizm gerçekten de seçmenin oy tavrını belirleyecek bir etkide bulunabilir mi?
Popülizmin nesnel koşulları: işsizlik ve yoksulluk
Ekonomik krizin yoğun olarak etkilediği İç Ege Bölgesi, kuzeyde Zonguldak ve çevresi, güneyde Mersin, Adana, Hatay, Osmaniye illeri 2009 yerel seçimlerinde MHP’nin oy oranlarını artırdığı bölgeler olmuştu. MHP’nin seçmen tabanını geliştirmesinin sebebi ekonomik krizin yarattığı yoğun işsizlikle beraber bazı bölgelerde gelişen etnik temelli çatışmalardı. 2011 seçimlerinde bu bölgelerin işsizlik ve yoksulluk temelli bir söylemi örgütleyen CHP ve MHP’nin oy oranlarını artıran bir etkide bulunması beklenebilir. 2010 yılında krizin etkilerinin görece yatışmasına rağmen, işsizlik oranının yüzde 5 oranında arttığı Zonguldak-Karabük-Bartın bölgesi ve işsizlik oranının yüzde 13 seviyelerinde olduğu Denizli-Aydın bölgesi CHP ve MHP’nin popülizmine karşılık verebilecek olan alanlar. Yine Balıkesir gibi işsizlik oranının 2009 yılında bir önceki yıla kıyasla yüzde 10 oranında arttığı iller MHP ve CHP’nin mevcut tabanlarını genişletebileceği alanlar olarak öne çıkıyor.
2007’den sonra ortaya çıkan gelir ve harcama tablosunda yoksulluk oranları hızlı bir tırmanış içerisinde. Kentli nüfus baz alındığında 2009 yılında arasında ortalama gelirin yüzde 40’ından az kazanan yoksul kesimin oranı 2009’a kıyasla yüzde 20’den fazla artmış durumda. Bu oran Türkiye genelinde yaklaşık 600 bin kişiye tekabül ediyor. Hane halkı gelirine göre bölgelerin yoksulluk oranlarına bakıldığında işsizlik oranlarının dağılımına benzeşen bir tabloyla karşılaşılıyor. Ortalama gelirin yüzde 50’sinden az kazanan kesimin oranı, 2007-2009 yılları arasında, Trakya bölgesinde yüzde 12,1’den yüzde 14,3’e, Batı Karadeniz’de yüzde 12,3’ten yüzde 14,1’e ve Güneydoğu Anadolu’da yüzde 11’den 13,7’ye yükseldi. 7,8’den 13,5’e yükselen yoksulluk oranıyla en büyük artış 400 bin yoksulu daha bünyesine katan İç Ege bölgesinde gerçekleşti.
Türkiye’de işsizlik yüzde 10 seviyesinden 2009 yılında yüzde 14’e yükseldi ve bugün yüzde 12 civarında. Gelir adaletsizliğinde Türkiye, OECD ülkeleri arasında ilk sırada. Veriler Türkiye’nin bazı bölgelerinde işsizlik oranlarının yükselen bir eğriye sahip olduğunu gösteriyor. Bu bölgeler yoksullaşma ve işten çıkarmalar göz önüne alındığında partiler arası rekabetin kızışacağı alanlar olarak düşünülebilir. Yoksulluk ve işsizlik üzerinden yapılan propaganda var olan dengeleri ülkenin bazı bölgeleri için değiştirecek bir işlev görebilir. Fakat yalnızca nesnel koşulların mevcut olması seçimi kazanmaya yetmez; bu koşulları lehine çevirebilecek siyasi önderliklerin de mevcut olması gerekir.
Parti kadrolarındaki değişim
Milletvekili adaylarını belirleyen partiler kadrolarında büyük oranda değişime gitti. CHP adaylarını 3’te 2 oranında yenilerken bu oran MHP’de 2’de 1’e yaklaştı. AKP adaylarında görülen büyük değişimin anlamıysa birkaç başlık altında incelenebilir. Birincisi AKP’nin Kürt milletvekillerinin büyük kısmını elemesi ve aday listesinde birkaç örnek hariç (örneğin Galip Ensarioğlu) Kürtlere ve hatta Kürt sorununun barışçıl çözümüne destek verenlere yer vermemesi. Bununla bağlantılı olarak AKP’nin Kürt hareketine verdiği mesaj Muammer Güler’in Mardin’den birinci sırada aday gösterilmesinde görülüyor. Kısacası AKP yeni anayasa tartışmalarında dahi Kürt hareketine koz vermemeye, Kürt hareketini çatışmacı bir düzleme itmeye uğraşan bir politik hatta ilerliyor. Anayasanın “başkanlık sistemi” ekseninde döneceği Mustafa Şentop dışında anayasa çalışması yapabilecek birisinin aday gösterilmemesinden de anlaşılıyor.
AKP, illerden birinci sırada aday gösterdiği bakanlarının dışında büyük oranda kadrolarını değiştirmeye yönelik bir adım attı. Bakanlar haricinde adayların çoğunluğu kamuoyunda görünürlüğü olmayan, parti merkezine koşulsuz bağlı olması beklenen ve bu bakımdan Erdoğan’ın başkanlık arayışında ona arka çıkabilecek kimselerden oluşuyor. Erdoğan’ın parti içindeki yandaşlarını biriktirmesi bir ölçüde de Erdoğan’ın siyasi kariyerinin bazı noktalarında onunla beraber çalışmış eski Milli Görüşçü Erol Kaya ve Metin Külünk gibi isimlerin aday gösterilmesinde görülebilir.
CHP listesinde Baykal ve Sav’ın ekibinin tasfiye edildiği görülüyor. Bu ekibin yerine sunulan adaylar tek tük Binnaz Toprak, Süleyman Çelebi gibi sosyal demokrat çevrelerden isimleri içerse de ağırlık sağda. Söylem olarak yoksulluk-işsizlik üzerinden bir hat geliştiren CHP’nin bu hattı somut bir siyasete dönüştürme noktasındaki samimiyetsizliği Mehmet Haberal’ı Zonguldak’tan aday göstermesinden anlaşılıyor. Öte yandan CHP’nin Sezgin Tanrıkulu’nu Diyarbakır yerine, İstanbul’dan aday yapması CHP’nin Kürt sorunu konusunda AKP ve BDP’nin yanında “3.ses” olmayı hedeflediğini ve özellikle BDP’yle bağları zayıf kentli Kürt orta sınıfına seslenmek istediğini gösteriyor.
MHP adayların belirlenmesinde iki temel stratejiyi benimsemiş gözüküyor. Birincisi eski milliyetçi kadroları her ne kadar Bahçeli’yle ayrışma içerisinde olsalar da parti bünyesine katmak ve böylece milliyetç
i kitlenin kopuşlarına engel olmak. İkincisi kritik seçim bölgelerine dengeleri değiştirebilecek adayları koymak. Örneğin MHP’nin yerel seçimlerde kazandığı fakat 2007 seçimlerinde AKP’yi destekleyen Manisa’da eski merkez sağdan Sümer Oral’ın aday gösterilmesi ve Bahattin Şeker’in, MHP’nin oy oranlarının CHP’ye yakın olduğu Bilecik’ten aday olması bunu gösteriyor.
Seçimden sonrası
Seçimleri kazanan AKP, her zamankinden baskıcı ve piyasacı bir şekilde halkın karşısında dikilecek. Üniversitede de dahil olmak üzere kentsel rantın sağlanacağı alanlarda hızlı bir piyasalaşma süreci tetiklenecek. AKP’nin elindeki yargı silahının toplumsal muhalefeti gittikçe daha fazla kapsayacak bir işlev kazanması beklenebilir. Partilerin üçünün de kadroları göz önünde bulundurulduğunda oluşacak parlamentoda sağın hâkimiyetinin daha da güçleneceği söylenebilir. Seçim sonrasında Kürt sorununda çözümsüzlüğün daha da belirginleşeceği, CHP, MHP ve AKP’nin bu çözümsüzlüğün farklı renklerinin temsilcisi olacağı görülüyor.
Fakat bu karanlık tablodan bir çıkış da var. AKP’nin giderek artan baskıları ve piyasacı uygulamaları toplumdaki tepkisel birikimlerini birer kriz noktasına ulaştırabilir. CHP’nin aile sigortası önerisiyle “sosyal hak” ve “sosyal devlet” tartışmaları yeniden toplumun zihniyetine yerleşiyor. CHP’nin yüzde 30’a yakın bir oy alması sağ dışındaki bir partinin 80 darbesi sonrasında genel seçimlerde aldığı en yüksek oy olacak. Tüm bunlar 12 Haziran sonrasında egemenler arası çatışmaların yoğunlaşacağı ve devrimci müdahalenin olanaklarının artacağı bir döneme girildiğini işaret ediyor. Neoliberalizm ve faşizm karşısında her zamankinden atik bir siyaset gençlik hareketi açısından zorunluluk haline geliyor. Gramsci’nin deyimiyle aklın kötümserliğine, iradenin iyimserliğine sahip olmak gerekiyor.
* Ufuk Kızılgedik
Boğaziçi Üniversitesi Öğrenci Kolektifi Üyesi