Seçim sonuçlarına bakıp “dövünmenin” lüzumu yok. Sendika.Org’da İnönü Alpat’ın da yazdığı gibi, Türkiye’de uzun dönemli sol-sağ dengesinin yüzde 70-yüzde 30 oranlarının etrafında dolaştığı hepimizin bildiği bir gerçek. Seçimler bu gerçeği bir kez daha yüzümüze çarptığı için elbette “sinir bozucu”. Ancak AKP’nin elde ettiği yüzde 50’lik desteğin “sağ içi” bir sürecin tezahürü olduğu düşünülürse, solun bu […]
Seçim sonuçlarına bakıp “dövünmenin” lüzumu yok. Sendika.Org’da İnönü Alpat’ın da yazdığı gibi, Türkiye’de uzun dönemli sol-sağ dengesinin yüzde 70-yüzde 30 oranlarının etrafında dolaştığı hepimizin bildiği bir gerçek. Seçimler bu gerçeği bir kez daha yüzümüze çarptığı için elbette “sinir bozucu”. Ancak AKP’nin elde ettiği yüzde 50’lik desteğin “sağ içi” bir sürecin tezahürü olduğu düşünülürse, solun bu noktada yapabileceği fazla bir şeyin olmadığı kolayca görülebilir. Seçim sonuçlarına, solun “şapkadan tavşan çıkaracağı” beklentisi ile değil de “uzun ince bir yol”dan yürüme kararlılığıyla baktığımızda ise sonuç ne “çok kötü” ne de “çok iyi”.
12 Eylül referandumunun ardından yaptığım gibi “fikri takip”e devam edeyim:
“Büyük Tehlike” şimdilik gerçekleşmedi.
AKP’nin 12 Haziran seçimlerindeki amacı, 12 Eylül referandumunda sağladığı yüzde 54.5’lik (Referandumu boykot eden seçmen hesaba katıldığında, yüzde 58’lik evet oyu, gerçekte sandık karşısında şu ya da bu şekilde tavır alan seçmenin yüzde 54.5’ine denk düşmektedir) desteği konsolide etmek ve MHP tabanından sağladığı desteği genişletmekti. “367 milletvekiline ulaşma” hedefi ancak ve yalnızca bu şekilde gerçekleşebilirdi.
AKP, 12 Haziran seçimlerinde, referandumda aldığı yüzde 54.5 oyu tamamen konsolide edemedi. DP, ANAP ve SP seçmenlerinin AKP’de toparlanması önemli ölçüde tamamlandı, ancak MHP tabanının AKP’ye kaydırılması süreci durakladı hatta geriledi. AKP’nin MHP’den referandumda aldığı oyların büyük bir bölümünü seçimde alamadığı görülüyor.
Bununla birlikte AKP’nin bu defteri kapatacağı düşünülmemeli. AKP’nin, devlet iktidarının önemli merkezlerini ele geçirmek veya yedeklemekle yetinmeyeceği, iktidarının kurumsal temelini sarsılmaz bir hale getirmek için “daha fazla güç” peşinde koşacağı besbelli. Bu nedenle “MHP açılımı” AKP’nin “uzun ince yolu”nun değişmeyen bir başlığını oluşturacak.
“Yeni CHP” ise referandumda yakaladığı yüzde 30’u aşkın desteği 12 Haziran seçimlerinde elde edemedi. Bu durumun ortaya çıkmasındaki önemli bir etkenin Ege ve Akdeniz sahil bandındaki CHP’li belediyeler olduğu seziliyor. AKP “iktidar yıpranmasını” SP, DP, ANAP ve (şimdilik düşük orandaki) MHP transferleriyle dengelerken, CHP, yerel yönetimlerdeki iktidar yıpranmasının ve muhalefet eksenindeki revizyonunun neden olduğu “dökülmeleri”, “yoksul ve Kürt açılımıyla” dengeleyemedi. Kılıçdaroğlu’nun “mütereddit-sol” söylemi CHP için belki “yeni” idi ama yoksullar ve Kürtler için yalnızca “güvenilmezlik karinesi” anlamına geliyordu.
Eğitimli orta sınıfın “rejim bekçiliği”ne kısılan CHP’nin ezilen halk yığınlarına “açılma” macerasını sürdürüp sürdürmeyeceğini yakında anlayacağız. Ancak sonuç ne olursa olsun önümüzdeki günlerin CHP açısından sancılı günler olacağı kesin. CHP’nin “rejim bekçiliğine dönüşü” veya “yoksul ve Kürt açılımını” sürdürmesi bu partinin “kaset skandalı” ile patlak veren yapısal krizinin dışavurumlarını ifade eden bir parçalanma sürecini gündeme getirecek.
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun “zaferi” ise AKP’yi gerileterek elde edilen tek seçim başarısı olduğu için özel olarak değerlendirmeyi gerektiriyor.
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun başarısını doğru anlamakta yarar var. 2007 seçimlerinde yüzde 4 oy alan Blok 2011 seçimlerinde yüzde 6 oy alarak oylarını yüzde 50 oranında artırdı. Ancak bu artışın 12 Haziran’da meydana gelen bir sıçrama olmadığı bilinmeli. Bloğun asıl sıçraması 12 Eylül referandumunda meydana geldi. Bölgede etkin bir boykot kampanyası yürüten Blok, oy oranını bu kampanya sırasında yüzde 6’ya çıkardı. 12 Haziran seçimlerinde Blok oylarında meydana gelen artışın (Mersin dışında) Kürt illeri ile sınırlı oluşu, bu gerçeğin bir yansımasıdır.
Bilindiği gibi Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi* bu seçimlerde “Demokratik Ulus Bloğu” politikasını öne çıkardı. “Demokratik Ulus Bloğu”yla kastedilen, Kürt coğrafyasındaki tüm “yurtsever” güçleri birleştirmek, Kürt coğrafyasının (RTÜK’ün soruşturmaya gerek bulmadığı terimle “Türkiye Kürdistanı”nın) dışında ise tüm “sol-sosyalist” güçlerle birleşmekti.
Seçim sonuçlarına bakıldığında, Hareketin, bölgedeki “yurtsever güçleri birleştirme” politikasının “boykot”ta elde edilen başarıyı konsolide etmekte kendi başına bir yarar sağlayıp sağlamadığı tartışmalıdır. Şerafettin Elçi, Altan Tan ve Yüksel Avşar yerine Özgürlük Hareketi’nin unsurlarının aday gösterilmesi halinde bugünkü başarıya ulaşılamayacağı söylenemez. Kürt Özgürlük Hareketi, AKP hükümetinin KCK operasyonlarında simgelenen ve PKK’nin “siyasi soykırım” olarak nitelendirdiği “tasfiye hareketine” karşı yükselttiği halk direnişiyle bölgede güçlü bir kitlesel saflaşmayı sağlamış ve bu saflaşma üzerinden de bir “Sivil İtaatsizlik Hareketi” başlatmıştı. Hareketin “yurtsever güçleri birleştirerek” bir “ulusal blok” inşasına girişmesi, bu saflaşmanın derinleştirilmesine yönelik bir politikadır. Dolayısıyla AKP’nin bölgedeki gerilemesini sağlayan “Ulusal Blok” değildir; Özgürlük Hareketi AKP’yi gerileterek bir “Ulusal Blok” inşasına girişme inisiyatifini alabilmiştir. Bu politika “Demokratik Özerkliğin inşası” süreciyle birlikte değerlendirildiğinde Ulusal Özgürlük Hareketinin yeni bir siyasi aşamaya girdiği anlamını taşıyabilir.
Hareketin Batı’da izlediği “sosyalist güçlerle birleşme” politikasının, Mersin dışında, oya tahvil olduğu görülmemekle birlikte, Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi arasında olumlu bir ilişki kurmak bakımından 2007 seçimlerine göre daha anlamlı bir sonuç yarattığı tartışılmaz. Ancak bu ilişkinin “yukarıdan” karakterinin, bu olumlu süreci ilerletmek açısından yeterli bir başlangıç zemini sunmadığının da altını çizmek gerekir. Özellikle “Çatı Partisi” tartışması bağlamında ele alındığında, bu sürecin yalnızca “yukarıdan ittifaklar”la ve “kestirme yollarla” ilerletilmeye kalkışılmasının, iyi bir başlangıcı kısır bir sonuçla buluşturma tehlikesi eşikte durmaktadır.
12 Haziran seçimlerinin sonuçları, temsil alanındaki “sol siyaset boşluğu”nun sürdüğünü göstermektedir. Türkiye Sosyalist Hareketi, temsil alanındaki “sol siyaset boşluğu”nu, siyasal alanın bütünündeki “sol siyaset boşluğu” ile birlikte çözme olanağına hala sahiptir. “Bu boşluğun nerede ve nasıl giderileceği” sorusunun yanıtında “sokak ve mücadele” kavramlarının tayin edici bir yere sahip olduğu ise nereden bakarsak bakalım görebileceğimiz bir gerçektir. “Birleşik Direniş”, soldaki boşluğun doldurulmasının ana momentidir. Hopa’dan uzanan elin Kürt Özgürlük Hareketi tarafından tutulması bu yöndeki umutlarımızı yeşerten şık bir reflekstir.
* “Ulusal Özgürlük Hareketi (National Liberation Movement)”, Ulusal Kurtuluş Hareketi (National Salvation Movement) terimi ile birlikte, solun ulusal kurtuluş mücadelelerini tanımlamakta kullandığı genel, konvansiyonel terimdir. Bir “halk hareketi” olarak Kürt ulusal hareketinin, “Ulusal Özgürlük Hareketi” olarak tanımlanması bilimsel ve politik bakımdan daha doğru olan terminolojidir.