AKP’nin sağ muhafazakâr hegemonya projesinin kriz dinamiklerinden başlıcasını Kürt meselesinin oluşturacağı anlaşılıyor. Bu noktada önümüzdeki dönemde AKP’nin Kürt meselesinde ne yapacağına dair öngörülerde bulunmak için Tayyip Erdoğan’ın balkondaki performansına değil bu partinin hegemonya projesinin açmazlarına, onun sağ ideolojisinin kodlarına ve bunların yaratacağı sınırlılıklara odaklanmak gerekiyor Haziran 2011 seçimleri sonrasında AKP’nin BDP ile yeni anayasa ve […]
AKP’nin sağ muhafazakâr hegemonya projesinin kriz dinamiklerinden başlıcasını Kürt meselesinin oluşturacağı anlaşılıyor. Bu noktada önümüzdeki dönemde AKP’nin Kürt meselesinde ne yapacağına dair öngörülerde bulunmak için Tayyip Erdoğan’ın balkondaki performansına değil bu partinin hegemonya projesinin açmazlarına, onun sağ ideolojisinin kodlarına ve bunların yaratacağı sınırlılıklara odaklanmak gerekiyor
Haziran 2011 seçimleri sonrasında AKP’nin BDP ile yeni anayasa ve Kürt meselesi konularında ortak bir görüşme zemini yakalayıp yakalayamayacağı konusu gündemi epey meşgul edeceğe benziyor. 2011 seçim çalışmaları içerisinde AKP’nin yüksek perdeden milliyetçi bir söylem tutturması bu partiyi demokratikleşmenin aktörü olarak sunan kimi çevreleri hayal kırıklığına uğratırken kimilerini de Tayyip Erdoğan’ın balkon konuşmasına umut bağlamaya itti. AKP’nin milliyetçiliğini bir tür seçim taktiği belleyen bu kesim Tayyip Erdoğan’ın balkondan Türkiye halkına hoşgörü, demokrasi ve “uzlaşma” dağıtmasını ve seçim sürecinde vurgulanan milliyetçi söylemin gerilemesini umuyor. Böyle bir öngörü veya umut en iyi ihtimalle AKP’nin Türkiye sağının ideolojik haritasındaki yerini yeterince kavramamaktan kaynaklı saf bir iyimserliğin ürünü olabilir. Zira AKP’nin Kürt meselesine yaklaşımı sadece bu gündem için özel olarak geliştirilmiş, partinin kimliğinden kopuk tekil bir “sosyal proje” değil onun yıllar içerisinde sağlamlaştırdığı sağ hegemonya projesinin bir uzantısıdır.
Şüphesiz AKP Kürt meselesi konusunda kendisinden önceki iktidarların devletçi, katı asimilasyoncu ve inkârcı politikalarının dışına çıkan bir parti olagelmiştir. Öte yandan AKP’nin Kürt kimliğini “tanımaya” meyleden bu politikaları partinin sağ ideolojik kimliğine rağmen geliştirilmiş açılımlar olmaktan ziyade bilakis onun Türkiye sağındaki özgül konumu ile uyumluluk ve hatta zorunluluk ilişkisi içerisinde ele alınmalıdır. Hatta diyebiliriz ki AKP’nin tanımaya meyilli Kürt politikası onun sağ ideolojik hegemonya projesinin tesisi sürecinde ortaya çıkan bir engeli ortadan kaldırmaya yönelik operasyonu veya pragmatik bir hamlesi değil, bizzat bu sağ ideolojik hegemonyanın inandırıcılığı ve başarısının “teminatı”, onun içsel bir öğesidir. Bu açıdan AKP’nin Kürt meselesinde nereye kadar “açılabileceğinin” ve BDP ile yeni dönemde gireceği ilişkinin sınırlarını çizen şey onun bu sağ ideolojik hegemonya projesi olacaktır.
AKP’nin Kürt Politikası: Hizmet, “Hürmet” ve Tasfiye
AKP’nin 10 yıllık iktidarı döneminde geliştirdiği Kürt politikasının birbiriyle ilişkili üç ayağı olduğu söylenebilir: Bunlardan birincisi bölgeye yapılan hizmet ve hayırseverlik faaliyetleriyle Kürtlerin rızasını inşa etme çabası (hizmet). İkincisi Kürt kimliğinin varlığının tanınmasına yönelik kimi adımlar atmak suretiyle Kürtlerin AKP’nin sağ hegemonya projesine entegrasyonu (hürmet). Üçüncüsü ise Kürt hareketinin sadece askeri değil siyasal ve ideolojik olarak da tasfiyesi (tasfiye). Bu Kürt politikasının bu üç bileşeni de AKP’nin hegemonya projesinin ve onun özgül sağ ideolojik konumunun izlerini taşımaktadır. Bu bakımdan AKP’nin yeni dönemdeki Kürt politikasını anlamak için onun sağ ideolojisinin temel bileşenlerini kısaca tarif etmek gerekiyor.
AKP’nin İslami öğelerle bezenmiş muhafazakâr anlayışı partinin inşa etmeye çalıştığı hegemonya projesinin olmazsa olmaz ideolojik referans noktalarından en belirgini olarak öne çıkıyor. AKP’yi kendisinden önceki neoliberal projenin taşıyıcısı siyasi oluşumlardan ayıran en önemli özelliklerden birisi “muhafazası” öngörülen geleneksel kurumlara biçilen bir tür “paratoner” işlevidir. Buna göre partinin tereddütsüzce bağlandığı neoliberal politikaların ortaya çıkardığı yoksulluk, eşitsizlik ve işsizlik gibi sorunların toplumsal düzeni tehdit etmeye başladığı noktada devreye girecek aile, din ve cemaat gibi kurumlar bu sorunları kendi içerisine çekerek, sonuçlarını hafifletecek, etkisizleştirecek ve görünmez kılacaktır.
Bu noktada AKP muhafazakârlığında mutlak surette korunması gereken kurumlardan en önemlisi olarak ailenin neoliberalizmin arızalarının hafifletildiği bir kurum olmak dışındaki önemli bir ideolojik işlevini vurgulamak gerekiyor. AKP’nin toplum algılayışında aile sadece bireylerin dinsel ve geleneksel değerlerle donatıldığı hane ölçeğindeki bir kuruma tekabül etmez. Muhafazakâr bir “aile” AKP için aynı zamanda toplumun ya da “milletin” sunması gereken görüntüyü temsil eder. Millet/toplum herkesin birlik ve bütünlük içinde yaşadığı, geleneklere/göreneklere saygı gösterdiği ve sorun varsa bunu kendi içinde hallederek dışarıya mutluluk tablosu çizen geniş bir aile gibi tasavvur edilir. AKP’nin 2011 seçimleri öncesinde kullandığı ülkenin genç/yaşlı değişik kesimlerinden insanların yüzlerinde mütebessim ve huzurlu bir ifadeyle söyledikleri o meşhur “haydi bir daha” şarkısının sözleri ve bir bütün olarak reklâmın görüntüsü “milletin” geleneksel bir aile şeklinde tasavvur edilmesinin en güncel örneklerinden birini oluşturuyor:
Bu noktada Kürt meselesinin ve buradan doğan çatışmanın bu mutlu aile tablosu ile pek uyuşmadığı/uyuşmayacağı söylenebilir. Zira AKP’nin ülkenin geneline seslenmek için geliştirdiği birlik, bütünlük ve huzur içindeki bir aile olarak millet kurgusunun ülkenin bir bölümünde şiddetli bir şekilde devam eden çatışma tablosu ile birlikte yaşaması mümkün değildir. AKP’nin biraz önce sıraladığımız üç parametre uyarınca geliştirdiği Kürt politikası bu açıdan sadece Kürtler ve bölge için devreye sokulmuş yeni bir taktik olarak değil AKP’nin genel Türkiye vizyonunun, onun sağ hegemonya projesinin ve bir aile olarak millet anlayışının zorunlu bir yönelimi olarak ortaya çıktı. Şimdi bu genel sağ ideolojik koordinatlar içerisinde AKP politikasının bu üç bileşenini, yani hizmet, hürmet ve tasfiye politikalarını birer birer inceleyelim.
Hizmet: Partiden Kürtlere bir “Yol”
AKP’nin Kürt politikasının birinci ayağını oluşturan “bölgeye hizmet götürmek” politikası ilk bakışta sorunu “ekonomik geri-kalmışlık” olarak algılayan klasik devlet yaklaşımının bir devamı olarak görülebilir. Fakat “AKP’nin hizmet politikasının” hayata geçirildiği tarihsellik göz önünde bulundurulduğunda bu politikaların farklı bir mahiyete sahip olduğu anlaşılacaktır. Öncelikle bu yardım politikaları AKP’nin bunlarla birlikte devreye soktuğu Kürt kimliğinin varlığını kabul etmeye yönelik politikalarıyla ilişkili bir şekilde düşünülmelidir. Kürt kimliğinin vurgulandığı bir ortamda AKP önceki devlet politikalarından farklı olarak bu yardımları sadece “devletin ülkenin kalkınması yolunda yaptığı yatırım” olarak değil aynı zamanda “partinin Kürtlere yaptığı yardım ve gösterdiği hürmet olarak” sunmaktadır. Bununla ilişkili olacak şekilde bu yardımların arkasındaki rasyonel, yine devletin klasik “geri kalmışlık” paradigmasından farklı olarak “bölgenin teröre zemin hazırlayan yoksunluklarından” kurtarmak değil Kürtleri AKP’nin sağ hegemonya projesinin kitlesel destekçisi haline getirmektir. İkincisi ise bu “hizmet” politikaları daha önceki dönemlerde uygulanan ulusal kalkınmacı çerçevedeki yatırımlardan farklı olarak neoliberal dönemin ruhuna uygun bir içerik kazanmıştır ve bu bakımdan AKP’nin neoliberal popülizminin Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki uzantısı olarak telakki edilebilir. Bilindiği gibi AKP’nin neoliberal popülizmi ek
onomik yoksunlukların yapısal nedenlerine dokunmaksızın bunları geçici olarak ferahlatmaya yönelik yardım ve hayırseverlik politikalarına dayanır. Bu yardım politikaları kimi zaman devlet eliyle ama daha çok AKP’li belediyeler, özel sektör, sivil toplum örgütleri ve dini cemaatler eliyle yürütülür.
“Hürmet”: Sizi İlk Biz Tanıdık
AKP’nin Kürt politikasının ikinci ayağını “hürmet politikası” olarak tanımlarken partinin Kürtlerle geliştirmeye çalıştığı ilişkinin gerçek bir niteliğinden değil AKP’nin bölgeye yönelik geliştirdiği söylem ve siyasalar ile yaratmak istediği etkiye göndermede bulunuyorum. Bu politika AKP’nin devletin önceki politikalarından farklı olarak Kürtlerin varlığını kabul etmeye ve birtakım siyasal, kültürel haklar tanımaya yönelmesine denk düşüyor. AKP iktidara geldiği ilk yıllardan itibaren Kürt sorunun artık salt silahlı mücadeleyle çözülemeyeceğini vurgulamakla yetinmedi, çeşitli vesilelerle şimdiye kadar uygulanan devlet politikalarını eleştiriye tabi tuttu. Bu söylem ve buna eşlik eden bazı tanıma politikaları devletin cumhuriyet tarihi boyunca bölge halkından esirgenen “hürmetin” AKP eliyle gösterildiği algısını yaratmaya yönelikti. Recep Tayyip Erdoğan 2011 seçimleri öncesinde 1 Haziran’da yaptığı Diyarbakır mitinginde şöyle diyecekti:
Size yasak olanlar bize de yasaklandı. Ahıra, depoya çevrilen camiler CHP’nin eseri oldu bu ülkede. İlmihal kitaplarını bu CHP yasakladı. Bu kardeşiniz Siirt’te okuduğu bir şiirden dolayı hapis yattı. Bu kardeşiniz Diyarbakır Cezaevi’nden 5. koğuştan yükselen feryadı İstanbul’dan duydu. Ben bu mücadelenin içinden geliyorum. İnkârı da asimilasyonu da bilirim. Artık inkâr, asimilasyon politikaları bitti. Diyarbakır Cezaevi’ne giden ama oğluyla kendi dilinde konuşamayan annenin içine akıttığı gözyaşını ben bilirim. Ama artık konuşuyor.
Yukarıdaki alıntının da gösterdiği gibi Kürtlere cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan inkâr politikaları AKP’nin ülke genelinde tesis etmeye çalıştığı sağ hegemonya projesine Kürtleri bir müttefik olarak dâhil etmenin, onların taleplerini bu hegemonya projesi içerisinde soğurmanın bir zemini haline gelmektedir. Buna göre Kürtlerin kimliğinin inkârının mimarı olanlarla AKP’yi iktidardan uzaklaştırmak isteyenler aynı kaynaktan güçlerini almakta, Türkiye’de muhafazakâr-İslamcı kesimler ile Kürtlerin gördüğü baskının kaynağında aynı zihniyet yatmaktadır. Dolayısıyla AKP’nin Kürtlere yönelik “hürmet” politikaları ülke sathında yürütülen Kemalizm’in kurumlarını tasfiyeye yönelik yürütülen mücadelenin bir uzantısıdır. Bu açıdan mesajın sadece Kürtleri AKP’nin yürüttüğü hegemonya projesine eklemlemeye çalışmaktan ibaret olmadığı da söylenebilir. Bu mesaj aynı zamanda AKP’nin partinin ülke çapındaki kitle tabanını teşkil eden sağ-muhafazakâr kesimler ile bölgedeki Kürtler arasında aynı “dava” üzerinden bir bağ kurma ve böylelikle de partinin “tanıma” politikalarını sağ muhafazakâr tabana benimsetme girişimini de içerir.
Bu tespit AKP’nin Kürtlere yönelik olarak geliştirdiği bu “tanıma” politikalarının partinin milliyetçi-muhafazakar pozisyonuyla çatışma halinde olduğunu ve bu yüzden de AKP’nin özellikle 2011 seçimleri sürecinde kendi tabanıyla yabancılaşmamak adına daha agresif bir milliyetçilik sergilemeye başladığına yönelik yorumların varlığında daha da anlam kazanıyor. Milliyetçilik bu yorumların varsaydığının aksine AKP’nin bir seçim taktiği olmanın ötesinde onun sağ ideolojisinin muhafazakârlık ve İslamcılık ile birlikte en önemli dayanaklarından birini teşkil etmektedir. Fakat AKP’nin milliyetçiliği ile partinin Kürt kimliğini tanıma girişimleri arasında çokça iddia edildiğinin aksine bir çelişki değil bir uyum söz konusudur. Bu uyumun varlığı ancak AKP’nin milliyetçilik kavrayışı ile onun İslamcılığı ve muhafazakârlığı arasındaki ilişki göz önünde bulundurularak anlaşılabilir. İslamcılık ve muhafazakârlığın belirlenimindeki bir milliyetçilik anlayışı çerçevesinde AKP için “millet” kategorisi etnisite farklılıklarını aşan İslami-kültürel bir birliğe denk düşer. Buna göre Kürtler Sünni İslam kültürünü paylaşmaları temelinde “huzurlu bir aile” olarak millet tasavvurunun içine dâhil edilirler. Bu anlayışta hiç değilse söylemsel düzeyde Türklük ve Kürtlük politik açıdan önemsizleştiklerinden, yani politik birer kategori olmaktan çıkarıldığından Kürtlerin etnik kimliklerinin tanınması dinsel-kültürel temelde tanımlanmış millet kurgusuna halel getirmez; tam tersine, çatışmaları bitireceği hesabıyla, geniş bir aile olarak milletin huzurunun sağlanması için elzem hale gelir. Bu açıdan bakıldığında bir yandan “tanıma” siyaseti yürütülürken diğer yandan “tek millet, tek devlet, tek bayrak ve tek vatan” şiarının aynı anda atılabilmesi stratejik açıdan hatalı gözükse de AKP fikriyatı açısından bir çelişki arz etmez.
Bu bakımdan söylemsel ve pratik düzeyde daha çok etnisite referanslı olarak içeriklendirilmiş “Türklüğe” dayalı Kemalist millet kurgusunun ve buradan türeyen seküler milliyetçiliğin Kürtlerin tanınması noktasında yaşadığı sancı ve kriz, AKP’nin dinsel-kültürel temelli milliyetçiliği için geçerli değildir. Bu noktada vurgulanması gereken en önemli nokta AKP’nin bu kendi özgül sağ pozisyonunu yansıtan millet ve milliyetçilik anlayışında etnisitenin din karşısında önemsizleşerek sadece folklorik bir renge indirgenmesidir. “Milletin” dinsel ve kültürel içeriğiyle yeniden tanımlandığı ve bu tanımın hegemonik hale geldiği bir ortamda Kürtlüğün ulusal bir kategori olarak düşünülmesi mümkün değildir. İşte bu durum AKP eliyle yürütülen Kürtleri folklorik bir öğe olarak tanıma, onlara milletin içindeki renklerden biri olarak “hürmet” gösterme siyasetinin aynı zamanda onların bir “ulus” olarak reddini içeren yapısına işaret etmektedir. Böyle bir milliyetçilik anlayışı ve buna eşlik eden tanıma/hürmet Kürtlerin kültürel hak/özgürlük taleplerini soğurmak yanında “ulusallık” temelli Kürtlük tanımının siyaset zeminini kaydırmaya yönelik olması açısından da geniş kapsamlı bir hegemonya stratejisine denk düşer.
Tasfiye: Size AKP Yeter
AKP’nin Kürt politikasının üçüncü ayağını teşkil eden tasfiye de AKP’nin tanıma siyasetinin bu özellikleri ve hedefleri içerisinde anlam kazanmaktadır. Burada tasfiyeden kasıt bölgedeki Kürtler üzerinde AKP’nin hegemonya projesini sekteye uğratacak düzeyde siyasi güç sahibi Kürt hareketinin siyaseten ve ideolojik olarak etkisizleştirilmesi, bu hareketin güç kazandığı zeminin ortadan kaldırılmasıdır. Şüphesiz PKK’nin ve onun çizgisi içindeki legal siyasi aktörlerin tasfiye edilmesi AKP’den önceki hükümetlerin de hedeflediği bir stratejiydi. Fakat AKP dönemindeki tasfiye sadece devletin askeri güçlerinin yürüttüğü zor kullanımına değil daha çok parti kanalıyla yürütülen siyasi-ideolojik mücadeleye odaklanmış gözükmektedir. Zor kullanımı ve askeri/polisiye araçlar siyasi/ideolojik mücadelenin kriz anlarında devreye girmekte ve ona bağlı olarak anlam ve zemin kazanmaktadır.
AKP’nin BDP ile yürüttüğü mücadelenin bu durumu aşan ve BDP’nin siyasi kimliğini ilgilendiren en az bunlar kadar önemli başka önemli bir boyutu da var ki bu boyut bize AKP döneminde ağırlığın neden ideolojik/siyasi mücadeleye doğru kaydığının açıklamasını verir: BDP ve bir bütün olarak Kürt hareketi AKP için sadece gerektiğinde kitleleri mobilize edecek bir güce sahip olduğu için değil aynı zamanda AKP’nin hegemonya projesinin
ideolojik referanslarına zıt bir politik/ideolojik pozisyon üzerinden bölge halkına tesir edebildiği için de ciddi bir rakiptir. Bu durumu Kürt hareketinin ideolojik konumlanışını niteleyen iki öğe üzerinden açıklayabiliriz. Birincisi hareketin Kürtlüğü salt bir folklorik renk olarak değil bir siyaset ve eylem kategorisi olarak kurması ve ikincisi hareketin sol/seküler kimliği.
Kürt hareketi Kürtlüğü “ulusal” bir kimlik olarak tasarlayan bir siyasi yapılanma olarak haklar ve özgürlüklere yönelik taleplerini sadece tek tek bireyler düzeyinde değil bir ulus adına istemektedir. Bu anlayışa göre Kürt meselesi Kürtlere tanınan bireysel/kültürel haklar üzerinden değil bir bütün olarak Kürt halkının/ulusunun ülke içindeki statüsünün üzerinde uzlaşılmasıyla çözülebilir. Nitekim 2010 yılında kamuoyuna sunulan demokratik özerklik projesi bu temelde hazırlanmış ve Kürt halkının “ulusal demokratik hakları” çerçevesini içeren bir metindir. Bu etnisiteye dayalı “ulusallık” tanımının AKP’nin dinsel-kültürel temelli bütünleşmiş/kaynaşmış millet kurgusunun altını oyacağı açıktır. Nitekim AKP’nin Kürtlerin varlığını ve kimi kültürel haklarını tanımaya yönelik adımlar üzerinden bölge halkıyla kurmak istediği ideolojik bağın önünde Kürt hareketinin tasarladığı “etnisiteye” ve ulusallığa dayalı kimlik kurgusu önemli bir engel teşkil etmektedir. İkinci olarak ise bu konudaki çözümlemelerde pek de dikkate alınmayan Kürt hareketinin Marksist kökenli bir hareket olarak gittikçe azalan oranda da olsa hala taşımaya devam ettiği sol ve seküler karakterini dikkate almak gerekir. Destekçi tabanı içerisinde her ne kadar dindar/muhafazakar halk kesimleri önemli bir ağırlığa sahip olsa da Kürt hareketinin bölge halkının önemli bir kesimine taşıdığı sol/seküler değerleri aktarabildiğini ve bunun da Kürtlerin bir bütün olarak AKP’nin sağ-muhafazakar projeye dahil olmasının önünde bir engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bundan da önemlisi BDP çizgisinin ideolojik etkisi nedeniyle dinsel kimliğin halkın bütünü için bağlayıcılık taşımaması “Kürtlerin” önemli bir kısmının kendi kimlik tanımlarında ortak birincil öğe olarak etnisiteyi öne çıkarmasına neden olmuş; bu da AKP’nin dinsel-kültürel değerlere dayalı millet tanımının bölge halkı arasındaki etkisini sınırlamıştır
AKP’nin Kürt politikasında öne çıkardığı bu üç stratejiden ilk ikisi olan “hizmet” ve “hürmet” partinin bölgede hala siyasi bir güç olarak tutunmasını mümkün kılarken Kürt hareketinin ideolojik ve politik “tasfiyesinin” gerçekleştirilememiş olması partinin aldığı yüzde 50 oya rağmen hem bu bölgede hem de Türkiye’de mutlak bir hegemonya tesis etmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Nitekim 2009 belediye seçimleri sürecinde ortaya çıkan tasfiyeyi güçleştiren tablo hem referandumda hem de 2011 seçimlerinde perçinlenmiştir.
Kürt hareketinin ve BDP’nin yukarıda özetlediğimiz karakteri ve ideolojik çizgisi düşünüldüğünde AKP’nin ülke çapında tesis etmeye çalıştığı sağ muhafazakar hegemonya ile bir uzlaşma zemini bulmasının zor olduğu göze çarpıyor. BDP’nin meclise önceki dönemden daha da güçlü şekilde girdiği mevcut tabloda AKP’nin sağ muhafazakâr hegemonya projesinin kriz dinamiklerinden başlıcasını Kürt meselesinin oluşturacağı anlaşılıyor. Bu noktada önümüzdeki dönemde AKP’nin Kürt meselesinde ne yapacağına dair öngörülerde bulunmak için Tayyip Erdoğan’ın balkondaki performansına değil bu partinin hegemonya projesinin açmazlarına, onun sağ ideolojisinin kodlarına ve bunların yaratacağı sınırlılıklara odaklanmak gerekiyor.
* Cenk Saraçoğlu
Yrd. Doç. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü