AKP ve Tayyip, üç şeyi başarı ile gerçekleştirmiştir; halk desteğini, ülke egemen sınıflarının temsilini ve emperyalist işbirlikçiliğini. Ancak gelinen noktada, AKP’nin en büyük sorunu halk nezdinde yitirdiği güven ve yarattığı umutsuzluktur. Ve AKP iktidarını zayıflatmanın, geriletmenin ve def etmenin yolu, halkın çıkarları ekseninde örgütlenmiş güçlü bir halk hareketinin karşısına dikilmesidir. Türkiye artık tek bir şeye, […]
AKP ve Tayyip, üç şeyi başarı ile gerçekleştirmiştir; halk desteğini, ülke egemen sınıflarının temsilini ve emperyalist işbirlikçiliğini. Ancak gelinen noktada, AKP’nin en büyük sorunu halk nezdinde yitirdiği güven ve yarattığı umutsuzluktur. Ve AKP iktidarını zayıflatmanın, geriletmenin ve def etmenin yolu, halkın çıkarları ekseninde örgütlenmiş güçlü bir halk hareketinin karşısına dikilmesidir.
Türkiye artık tek bir şeye, 12 Haziran’da yapılacak milletvekilleri seçimine kilitlendi. Bu seçimin en kritik özelliği ise 8,5 yıllık AKP iktidarının bir 4 yıl daha sürüp sürmeyeceği. Kuşkusuz bu seçimde başka sorulara da yanıt bulunacak: “CHP’nin oy oranı kaça çıkacak?”, “MHP barajı geçebilecek mi?”, “AKP tek başına çoğunluk sağlayamazsa koalisyonu kimler oluşturacak?”, “BDP’nin bağımsızlar bloğu kaç milletvekili çıkaracak?” gibi.
Tekrar başa dönersek, bu seçimin kritik aktörü AKP ve elbette onu şahsında temsil eden Tayyip Erdoğan. Bu iki olguyu var eden koşulları hatırlamakta yarar var. Çünkü Türkiye siyasi hayatında önceki tek parti dönemleri (DP-Menderes, ANAP-Özal) gibi AKP-Erdoğan tek parti dönemi de büyük bir siyasi-ekonomik kırılma sonrasına “denk” geldi. 8,5 yıllık AKP-Erdoğan dönemini yaratan gelişmeler 2000, 2001 ve 2002’de yaşandı.
Bu yıllar 3 partili koalisyon hükümetinin (DSP-MHP-ANAP) iktidar olduğu, daha doğrusu olamadığı dönemi kapsıyor. İktidarın parçalanmışlığının getirdiği siyasi istikrarsızlık yetmiyormuş gibi 21 Şubat 2001’de Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi yaşandı. Milli Güvenlik Kurulu’nda Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlattığı o gün daha sonra “Kara Çarşamba” olarak adlandırılacaktı. Gecelik faizler yüzde 7500’e çıktı, İMKB ise yüzde 18,1’lik bir düşüş yaşadı. Hükümet kendisi parçalı olsa da krize erken müdahale edip 27 Şubat’ta, tavsiye üzerine, Dünya Bankası Başkan Yardımcılarından Kemal Derviş’i Türkiye’ye davet etti ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı yaptı. Ekonomik krizin boyutu o kadar büyüktü ki Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) gazetelere ilan vererek, bütün kesimleri “Ekonomik Kurtuluş Savaşı”na katılmaya çağırıyordu (20 Mart). 11 Nisan’da ise daha fazla dayanamayan esnafların, eylemleri Türkiye geneline yayıldı. Ankara’daki esnaf eylemleri büyük olaylara sahne olurken, gösteriler 6 ay süreyle yasaklandı.
2001, Amerika’nın ve dolayısıyla dünyanın da unutamayacağı bir yıl oldu. 11 Eylül’de El-Kaide NewYork’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne ait ikiz kulelere ve Pentagon’a saldırdı. Bu saldırı Amerikan emperyalizmi için yeni bir dönemin başlangıcı haline getirilecekti; “Teröre karşı savaş” başlamıştı artık. Bu yeni durum Türkiye açısından da yeni bir misyonun ve elbette yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Ve ilk meyvesini vermiş, ABD’nin güvenilir müttefiklerinden biri olan Türkiye, yeni IMF yardımları için pozisyonunu güçlendirmişti. 11 Eylül’den çok değil 1,5 ay sonra yani 1 Kasım 2001’de Türkiye, Afganistan’a asker gönderme kararı aldı. Amerika’nın Afganistan’da yürüttüğü “Sürekli Özgürlük Harekatı” çerçevesinde ilk posta olarak yaklaşık 90 kişilik bir özel harekat grubunun görevlendirilmesi kararlaştırıldı.
22 Aralık 2001’de ise dünya yeni bir ekonomik krizle çalkalanıyordu, bu kez yer Arjantin’di. Kriz Arjantin’de bir halk isyanına dönüşmüştü. Arjantin’de patlak veren ekonomik krizle Türkiye’nin kıyaslanması gündemdeydi. George Soros’un o günlerde yaptığı “Arjantin ile Türkiye kıyaslanamaz, çünkü Türkiye’nin ihraç edecek bir ordusu var” açıklaması gündemdeki yerini hala koruyor.
2001’in bir diğer önemli gelişmesi ise AKP’nin kuruluşudur; 14 Ağustos 2001.
2002, bir önceki yılın gelişmeleri doğrultusunda ilerledi. 19 Mart 2002’de ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney olası Irak operasyonuna destek toplamak amacıyla çıktığı 12 ülkeyi kapsayan Ortadoğu turunda Türkiye’ye de gelerek Başbakan Ecevit ve Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ile görüşüyordu. (Bu görüşmeden tam bir yıl sonra yani AKP’nin iktidarda olduğu 19 Mart 2003’te Amerika, Irak’ı işgal edecekti.) 2002’nin ilk yarısında egemenlerin, hükümeti bitkisel hayattaki bir başkana yönettirmekten başka seçenekleri yoktu. Öyle ki 27 Mayıs 2002’de Ecevit 77. doğum gününü hastanede kutluyordu. Ve çok geçmeden üçlü koalisyon 16 Temmuz’da erken seçim kararı aldı. Erken seçim 3 Kasım 2002’de yapılacaktı.
Koalisyon hükümetinin erken seçim kararı almasından 4 gün önce yani 12 Temmuz’da hükümetin dışişleri bakanı İsmail Cem, başbakan yardımcısı Hüsamettin Özkan ve ekonomiden sorumlu bakan Kemal Derviş birlikte bir yeni oluşum hareketi başlattıklarını açıkladı. Yeni dönemin yeni siyasi öznesi bu troyka olacaktı ama evdeki hesap çarşıya uymadı.
AKP’nin oluşum süreci de bu üç yıl içerisinde gerçekleşti. 28 Şubat 1997’den sonra Erbakan ve ekibinin, yargı tarafından kapatma davalarıyla sürekli “taciz” edildiği bu dönem kendi içerisinde ilk kırılma işaretini 14 Mayıs 2000’de verdi. O tarihte yapılan Fazilet Partisi 1. Kongresi’nde Erbakan’ın adayı Recai Kutan’ın karşısına Abdullah Gül, Genel Başkan adayı olarak çıktı. Ancak bu girişim başarısız oldu; Gül 521, Kutan 633 oy aldı. FP’nin siyasi geleceğini bu muhalefet değil, hakkında açılan kapatma davası belirledi. FP, 22 Haziran 2001’de kapatıldı. Erbakan ekibinin hazır olan yeni partisi ise bir ay sonra yani 20 Temmuz’da kuruluşunu açıklayacaktı; Saadet Partisi.
Erbakan ve ekibi bürokrasiyle uğraşa dursun, aynı süreçte ilginç başka bir olay yaşanmaktaydı. 4 Temmuz 2001 tarihinde yani FP’nin kapatılıp SP’nin açılma aralığında, Recep Tayyip Erdoğan aldığı özel bir davet üzerine ABD’ye gitti. (Bu ziyaret, Tayyip’in ABD’den özel talimat aldığını kanıtlamak için yeterli değildir elbette, ancak aradaki ilişkinin niteliğini kanıtlamak için yeterlidir.) Yeni parti de çok gecikmedi zaten, Saadet’in kuruluşuna katılmayan ekip (Erdoğan, Gül, Arınç, Şener…) 14 Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurulduğunu ilan ediyordu. Ve çok değil 15 ay sonra, 3 Kasım 2002’de bu parti yüzde 34 oy alarak tek başına iktidar oldu. Ve halen iktidarda…
AKP HALA SÜPÜRÜLECEK DEĞİL KULLANILACAK AKTÖR
Tüm bu süreci değerlendirirken AKP’yi ve Tayyip’i, “sadece” dışarıdan oluşturulmuş “ısmarlama” bir siyasi hareket olarak görmek doğru olmaz. AKP ve Tayyip, üç şeyi başarı ile gerçekleştirmiştir; halk desteğini, ülke egemen sınıflarının temsilini ve emperyalist işbirlikçiliğini.
Halk desteğini; eskinin başarısızlığı, mağduriyet, dini kimlik, muhafazakar davranış kalıpları ve belediye başkanlıkları sayesinde oluşturulan başarılı yöneticiler imajı ile.
Egemen sınıfların desteğini; temelinde, koruduğu ve geliştirdiği ekonomik program (neo-liberal) bulunmak üzere, egemen sınıfların daha önce başka partilerde (DYP, ANAP, MHP…) bulunan çeşitli temsilcilerini kendi bünyesinde birleştirmesi ile.
Emperyalist işbirlikçiliğini; hiçbir biçimde Amerikan çıkarlarını zedelemeyen hatta bölgesel planlarda doğrudan görev alan (BOP’un eşbaşkanıyım diyen başbakan, Afganistan’a asker gönderen) ve hatta durumdan vazife çıkaran (Filistin’de, Suriye’de, İran’da ABD lehine arabuluculuk inisiyatifleri almaya çalışan) icraatları ile.
(Henüz çok erken olmasına rağmen; Irak ve Afganistan’daki gelişmeler Obama Başkanlığındaki ABD’nin önceliklerinin değiştiğinin göstergesi sayılabili
r. Bilindiği gibi ABD, askerlerinin önemli bir bölümünü Irak’tan çekmişti. Ve şimdi Usame Bin Ladin’in ortadan kaldırılması, Obama’nın Temmuz’da Afganistan’dan askerlerini çekeceğine ilişkin verdiği “sözü” de tutması için uygun bir ortam oluşturdu. Taliban’la yapılan görüşmeler de bu hedefe uygun ilerliyor. Arap ve İslam coğrafyasındaki diğer gelişmeler de (Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye vb.) Obama başkanlığındaki ABD’nin “ilgi alanının” nereye kayacağının açık göstergesi. AKP iktidarının böylesi bir “değişim” karşısında, hızla yeni duruma uyum sağlayacağını öngörmek kâhinlik olmayacaktır.)
AKP projesinin başarılı olmasında kuşkusuz Tayyip Erdoğan’ın müstesna bir yeri mevcut. İstanbul gibi bir megakentin belediye başkanlığını yapmış olması Tayyip Erdoğan’a hem kendi kadrolarını oluşturma hem de büyük sermaye gruplarını yaratma/kontrol etme yeteneği kazandırdı. Aynı zamanda bu süreç onun, ait olduğu siyasal topluluk üzerindeki liderlik pozisyonunu da pekiştirdi.
Tayyip Erdoğan’ın içinden yetiştiği bu dönem; neo-liberal politikaların en etkin uygulanmaya konulduğu, devletin merkezi ekonomik faaliyetlerinin tasfiye edilmeye başladığı, tekelci sermayenin yerel ekonomik faaliyetlere (yağmaya) yöneldiği, kent rantının hızla büyüdüğü dönemdir. Yerel yönetimlerin bu gücü sağda olduğu kadar (Tayyip Erdoğan, Melih Gökçek), merkez solda da siyasi iktidar peşinde koşan şahıslar yaratmıştı; Murat Karayalçın, Sefa Sirmen, Celal Doğan, Mustafa Sarıgül, Gürbüz Çapan gibi. MHP’de de kendi çapında Aytaç Durak, Turgut Altınok örnektir. Belediyelerin sahip olduğu büyük rant, adı geçen şahısların aynı zamanda yolsuzluklarla anılmasına neden oldu. Ancak iktidarını sürdürenler bu ilişkileri, yani suç ortaklıklarını bir dava kardeşliğine dönüştürdü. Bu durumun Tayyip Erdoğan’a güçlü bir “lobi faaliyeti” sağladığı, iktidarının sürmesine ciddi katkıda bulunduğu aşikardır (Çalık, Albayraklar, Ülker…). Tayyip’in, belediye başkanlığı döneminde edindiği deneyimin ne kadar işe yaradığı, yeni seçim propagandasının ana omurgası haline getirdiği “çılgın projesi”nde kanıtlıyor; İstanbul’u yeni rant ve paylaşım sürecine, bu kez daha üst düzeyden sokmak.
Sonuç olarak; içte ve dışta temel belirleyenler değişmemiştir. Egemen sınıfların temsili ve emperyalistler açısından en uygun tercih hala AKP’dir. Toplumun yaklaşık yüzde 70’inin “sağ siyasal tercih” zemininde bulunduğu göz önüne alındığında, bu zeminde güçlü bir siyasal oluşum gerçekleşmediği sürece AKP’nin bu pozisyonu devam edecektir. Anavatan ya da DYP’den dönüşen DP ciddi bir alternatif oluşturamamaktadırlar. Şimdiye kadarki denemeler (Cindoruk’un, Abdüllatif Şener’in girişimleri vb.) başarısız oldu. Ancak bu zemin her zaman (hatta CHP’nin içinden bile) yeni bir tercih yaratma potansiyeline sahiptir.
AKP’yi iki dönem iktidara taşıyan dini, muhafazakar değerler ve bu değerleri sahiplenen toplum kesimleri AKP ve Tayyip tarafından sürekli istismar edilmiş, çarpık bir şekilde geliştirilmesi sürdürülmüştür. Cemaat ve tarikatlar ile düzenli bir “besleme” ilişkisi kurulmuştur. Hatta bunlar üzerinden toplumda “ikili hukuk” anlayışı ve kuralları meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bir tarafta burjuva hukuku diğer tarafta İslam dininin sözde hukuku bir arada işletilmektedir. Kamusal alanın her düzeyinde “türban takabilme umudu” her seçim döneminde tekrar tekrar pazarlanmaktadır. Toplumda yaratılan “bizden ve bizden değil” ayrıştırması; devlet olanaklarından yararlandırmada, devlet kadrolarını oluşturmada belirleyici olmuş, hatta sınav sistemini şifrelemenin bile “iç meşruiyetini” oluşturmuştur.
Neoliberal politikalara en uyumlu insan tipi AKP’nin temsil ettiği ve yaygınlaştırmaya çalıştığı modelde bulunuyor; “Neden ve nasıl” sorularını sormadan sadece önüne konulan işi yaparak ekonomik üretim sürecinde yer alan işçiler, bilimin prensipleriyle değil metafiziğin prensipleriyle eğitim sürecinden geçen öğrenciler, erkeğin kaburgasından yaratıldığını kabul eden ikincil kadınlar, kendileri için neyin iyi olduğunun kararını “büyüklerine” bırakan müritler, tüm haksızlıkların hesabının sorulmasını “sonraki dünyaya” bırakan “bugün yaşayanlar”. Tüm bu gerici kalıplar, dönemin kapitalist politikalarının AKP’nin zihniyetiyle birlikte uyum içinde çalışmasını sağlıyor.
İslam dünyasının “lideri” olma hayali ise Tayyip’in bu kitle üzerinde hala tüketmediği en büyük “semayesi”. Bir önceki dönemin verileri, yönetim ilişkileri üzerinden kurduğu dış politika programı son gelişmelerle (Mısır, Libya, Suriye) tamamen çökmesine, tüm ezberini bozmasına rağmen, ABD’nin yardımıyla yeni hedefler bulmakta sıkıntı çekmeyecek. Üstelik bir gün Fransa, ertesi gün Avrupa parlamentosu, ama ne zaman istese “çatabileceği” bir İsrail zaten mevcut.
AKP ve Tayyip, toplumdaki dini gericiliğin en büyük temsilcisi ve taşıyıcısıdır, ancak.
AKP’nin en büyük sorunu halk nezdinde yitirdiği güven ve yarattığı umutsuzluktur. Başta Kürtler karşısında ikiyüzlü pozisyonu kanıtlanmıştır. Yaşanan ekonomik krizin sonucu olarak zaten var olan gelir adaletsizliği daha belirgin hale gelmiştir. Bu süreçte işsizlik ve yoksulluk artarken dolar milyarderlerinin sayısı 29’dan 38’e çıktı. Adında “adalet” olan bu parti, ülkede çok büyük adaletsizliklere, ayrımcılığa neden oldu. Kadrolaşma, adam kayırma, suiistimal sıradan vukuatlar haline geldi. En son ÖSYM’nin yaptığı sınavlarda ortaya dökülenler, kadrolaşmanın ve ayrıcalık oluşturmanın kanıtlandığı örneklerden sadece en sonuncusu, şimdilik.
AKP ile geçen 8,5 yıl boyunca, Özal döneminde uygulamaya konulan neo-liberal politikalar, sermaye lehine hiçbir kırılmaya izin verilmeksizin uygulandı. Hatırlanacağı gibi o dönemin en gözde politikası “özelleştirmeler” idi. AKP iktidarı dönemi icraatlarının anlatıldığı ‘Alınımızın AK’ıyla 8,5 Yıl’ isimli kitapta, 2002-2011 döneminde toplam 34 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirildiği ifade ediliyor. Türkiye’nin 1986-2002 dönemindeki özelleştirme miktarının 8 milyar dolar olması ise başarısızlık olarak kaydedilmekte. Satılanlar, aslında bu toplumun yıllardır biriktirdiği değerler.
AKP dönemi sadece bu ortak yaratılan maddi değerlerin sermayeye devri olarak yaşanmadı, aynı zamanda kamusal haklar alanı bir bütün olarak sermayenin para kazanacağı kapitalist pazarlar haline dönüştürüldü. Başta eğitim ve sağlık olmak barınma, ulaşım, haberleşme, su, beslenme vb. tüm haklar artık alınıp satılabilen birer meta halinde. AKP’nin çok övündüğü eğitime ve sağlığa bütçeden ayrılan payın artmış olması ise devletin, özel sektörden aldığı hizmet ve mallara ödenen meblağın artmış olmasıdır.
AKP’nin en militanca uyguladığı politikalardan bir diğeri ise emekçilerin güvencesizleştirilmesidir. AKP’nin Tekel işçilerini ezme “kararlılığı” ve onlara reva gördüğü gelecek unutulmadı.
AKP’nin yeni dönem hedefinin ne olacağı Tayyip’in iki kritik sözcüğünden rahatlıkla anlaşılabilir; “ustalık dönemi” ve “2023 hedefi”. AKP’nin yeniden tek başına iktidar olacağı bir durum kuşkusuz bir öncekilerden “farklı” olacaktır. AKP’nin uyguladığı neoliberal politikalar, izlediği emperyalist işbirlikçisi dış politika, gerici toplum mühendisliği projeleri ve yeniden yapılandırmaya çalıştığı kurumsal faşizm bir bütün olarak farklı bir evreye sıçrayacaktır. Tekelci sermaye de asıl olarak (nüansları olsa da) bunu talep etmektedir.
Tüm bu gerçekler ı