CHP yeni genel başkanı ve ‘yenilenmiş’ söylemiyle ilk defa seçime giriyor. Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa gelmesiyle başlayan yeni dönemde CHP’nin bir önceki dönemden farklı bir söylem ve strateji geliştirdiği görülüyor. Bu yeni çizgiyi ve CHP’yi Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden Dr. Derya Kömürcü ile konuştuk. Dr. Derya Kömürcü, Türkiye siyaseti, sosyal demokrasi / […]
CHP yeni genel başkanı ve ‘yenilenmiş’ söylemiyle ilk defa seçime giriyor. Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa gelmesiyle başlayan yeni dönemde CHP’nin bir önceki dönemden farklı bir söylem ve strateji geliştirdiği görülüyor. Bu yeni çizgiyi ve CHP’yi Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden Dr. Derya Kömürcü ile konuştuk.
Türkiye’de neden güçlü bir sosyal demokrat hareket hiç olamadı?
Türkiye’de güçlü bir sosyal demokrat hareket olmamasını açıklamaya çalışan iki temel yaklaşım vardır. Bunlardan birincisi, sorunu daha çok Türkiye’nin yapısal özellikleriyle açıklama eğilimindedir. Yani işçi sınıfının gelişkinlik düzeyi ya da Türkiye’de kapitalizmin sergilediği özellikler gibi yapısal unsurların bu hareket üzerindeki olumsuz etkisine vurgu yapılır. Örneğin, sosyal demokrasinin tabanını oluşturacak, Batı Avrupa’da gördüğümüz anlamda bir işçi sınıfı gelişkinliğinin Türkiye’de olmaması bir açıklama olabilir. Ama bu açıklama, Türkiye’de 1950’lerde ya da 60’larda güçlü bir sosyal demokrat akımın niçin var olamadığını açıklasa da, toplumsal yapıdaki değişimleri de göz önünde bulundurduğumuzda, 1980 sonrasında ya da 2000’lerde niye güçlü bir biçimde var olamadığını açıklayamaz.
İkinci yaklaşım ise sosyal demokrasinin sorununu daha çok bu akımı temsil eden siyasal aktörler üzerinden açıklama eğilimdedir. Türkiye’de çok yaygın dile getirilen bir görüş, “sosyal demokrasinin CHP gibi cumhuriyeti kurmuş, onun ideolojisini belirlemiş, toplumu sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle olarak gören bir partinin içinde ortaya çıkmış olmasını temel problem olarak tespit eder. Merkez sol siyaseti doğuştan getirdiği bir takım sorunlardan hareketle açıklamaya çalışır. Fakat bu açıklama da bir yanıyla eksiktir. Çünkü farklı bir sosyal demokrat oluşumun CHP dışında niçin var olamadığını açıklayamaz.
Bence siyasal partilerle (yani aktörlerle) ilgili unsurlar ile yapısal unsurlar (yani ülkenin toplumsal, ekonomik, siyasal yapısının sergilediği özellikler) arasındaki ilişkiselliği göz önünde bulundurarak bu soruyu cevaplamak gerekiyor. Tarih bize, bu hareketi temsil eden siyasal aktörlerin doğru siyasal stratejiler geliştirdiğinde merkez solun ya da sosyal demokrasinin Türkiye’de de geniş halk kitlelerine ulaşabildiğini gösteriyor. Örneğin 70’ler boyunca Ecevit liderliğinde bir demokratik sol hareket yükselmiştir. ’80’lerin sonunda ise SHP’nin kitleselleştiğini, 89’da yerel seçimlerde birinci parti konumuna gelebildiğini görüyoruz. Her iki durumda da daha çok sol popülist bir söylem etkili olmuştur. Sosyal demokrat partiler ne zaman merkeze kayarak, yani merkez sağdaki rakiplerine benzemeye çalışarak oy almaya çalıştıysa, o zaman sosyal demokrat ilke, söylem ve politikalardan uzaklaşıp, geleneksel CHP ilkelerini benimseyen bir pozisyona yönelmişlerdir. Buna karşın ne zaman sınıf siyaseti üzerinden toplumu anlamaya çalışıp, söylem ve politikalarını bu doğrultuda şekillendirdilerse geniş halk kitlelere ulaşmak konusunda daha başarılı olmuşlardır.
Sosyal demokratlaşma çabası diyorsunuz, tarihsel olarak baktığımızda Ecevit’in iktidar olduğu dönem Türkiye’de sosyalist hareketin güçlendiği yıllara denk düşüyor, 80’lerin sonunda SHP’yi yerel yönetimlere taşıyan dinamikler arasında İşçi Baharı var. Bugün dağınık da olsa sınıf mücadelesi kendine yeni bir eksen kuruyor. Şimdi baktığımızda CHP’nin en önemli vaatlerinden birisi ‘Taşeronu yasaklamak’. Benzer biçimde güvencesizlik, yoksulluğun yarattığı yıkım ekseninde muhalefet yeniden kuruluyorken sınıf mücadelesindeki bu kıpırdanmanın CHP’nin yeni söylemine etkisi olmuş mudur?
Bugün için bunun biraz zor olduğunu düşünüyorum. Şuna katılıyorum: Türkiye’de irili ufaklı ve güçlenmekte olan toplumsal bir muhalefet var. Ama o toplumsal muhalefetin bir araya gelerek güçlü bir rüzgârı siyasal alanda estirebildiğini ve siyasal alanda kendi aktörlerini yarattığını söylemek zor. ’70’lere baktığımızda biraz farklı bir şey var. Sosyalist hareket çok güçlü; özellikle ideolojik hegemonya mücadelesinde solun açık bir biçimde güçlü olduğu bir dönem. Bu kaçınılmaz olarak merkez solda olma iddiasındaki partiyi de etkiliyor. Oysa bugüne baktığımızda ideolojik mücadelede sol açısından ciddi bir sıkıntı var. CHP söylemini değiştirmeye çalışıyor; söylemine yeni birçok unsur katmaya çalışıyor. Özellikle Baykal dönemiyle kıyaslandığında, daha somut, sosyal adaletçi, işsizlikle mücadele, yoksullukla mücadele anlamında şeyler var, ama yine de siyasetin gündemini belirlemekte sol ’70’lerle kıyasladığımızda çok da güçlü değil. Etkileme anlamında bunun karşılıklı olarak birbirini kuracak bir ilişki olabileceğini söyleyebiliriz. Ama önümüzdeki dönem, özellikle önümüzdeki 4 yılın, yoğun bir mücadele süreci olarak geçeceğini düşünüyorum ve AKP’nin Türkiye’yi hiç de kolay yönetemeyeceğini düşünüyorum. Toplumsal muhalefet parçalı yapısına karşın, emekçilerin mücadelesi, HES’lerle ilgili mücadele gibi dört bir yandaki irili ufaklı mücadele deneyimleri ya da öğrencilerin mücadelesi gibi çok farklı alanlardaki muhalefet odaklarının bir siyasal alanda daha derli toplu bir şekilde ifade edilebildiği bir ortamda, bunun CHP’yi de etkileyebileceğini belki söyleyebiliriz.
Sosyal demokrasi denilince hemen CHP akla geliyor. Tarihsel olarak baktığımızda CHP, sosyal demokrat bir parti midir?
Bugünkü CHP sosyal demokrat bir parti değil; tarihin hiçbir döneminde de Batı Avrupa’da gördüğümüz anlamda sosyal demokrat bir parti olduğunu söyleyemeyiz. CHP geleneği içinde sosyal demokratlaşma çabasının olduğu dönemler olmuştur. Mesela 80 sonrasında kurulan SODEP böyle bir deneyimdir. Ama partinin toplumsal tabanı, parti örgütünün niteliği, parti içinde çalışan kadroların 80 öncesi CHP’den getirdiği özellikler, bu deneyimin başarılı olmasını engellemiştir.
Batı Avrupa’da sosyal demokrasi, bir işçi sınıfı hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Sendikalarla çok güçlü organik ilişkileri vardır. Topluma bakışı, toplumu analiz edişi, yani toplumdaki sorunları anlama biçimi aslında Marksizm’den esinlenir. Topluma baktığında öncelikle sermaye ile emek arasındaki çelişkiyi görür ve oradaki tercihini emekten yana koyar. Ama bunun Türkiye’deki yansımasına baktığımızda, Türkiye’de kendilerine sosyal demokratım diyenler toplumu sınıf siyaseti üzerinden algılamıyorlar. Böyle bir bakış açısı yok. Emek sermaye çelişkisinde net bir tavır almak, kimi dönemler hariç, bazı küçük parantezler hariç, yok. Israrla kendini Marksizm’den uzaklaştırma çabası var. “Biz Türkiye’nin kendi özgün koşullarına yönelik bir analiz geliştiriyoruz” söylemi ’70’lerden beri devam eden bir şey. Bir de tabii CHP’nin içinde ortaya çıkması, Kemalist bir partinin içinde ortaya çıkması tamamen Türkiye’deki merkez sol siyaseti Batı’dakinden farklı kılıyor.
Baykal döneminin temel nitelikleriyle bugün a
rasındaki farkları göz önüne alırsak bir yeni CHP’den söz edebilir miyiz?
Bir yeni CHP’den söz edebiliriz ama yeninin içeriğini nasıl dolduracağımız ayrı bir tartışma. Şu anki CHP, Baykal döneminden farklı bir CHP. Kılıçdaroğlu’nun başkanlığıyla Baykal dönemi arasındaki farkı şöyle özetleyebiliriz:
Birincisi, söylem düzeyinde bir yenilenme olduğunu söyleyebiliriz. Aradaki küçük kesinti dışında 15 yıllık Baykal liderliği boyunca CHP’nin esas vurgusu hep rejimi koruma üzerine olmuştur. 1990’ların ortasında şöyle bir siyasal strateji izliyordu CHP ve Baykal: “Siyasal İslam yükseliyor. Yüzde 20 civarında bir oy oranı var. Bunun dışında kalan yüzde 80’lik kesime seslenmeyi başarabilirsek, ne kadar daha fazla merkeze gelirsek, ne kadar daha fazla laikliğe, rejimi korumaya, Atatürkçülüğe vurgu yaparsak oy oranımızı o kadar artırırız” diyordu. En sonunda yüzde 20’de kalan Baykal oldu. Ama Kılıçdaroğlu’nun ilk kurultaydan itibaren vurguladığı CHP söyleminde laiklik, Atatürkçülük, rejimi koruma vurgusu neredeyse hiç yok. Onun yerine daha sosyal adaletçi bir söylem var. Yoksullukla ve yolsuzlukla mücadele etmekten, işsizliği düşürmekten bahsediyor. Seçim bildirgesine baktığımızda da, artık siyaseti AKP’nin belirlediği dar alanda oynamaktansa daha somut vaatlerle, sosyal adalet vurgusuyla öne çıktığını görüyoruz.
Bundan önceki seçimlerde siyaset çok daha dar bir alana hapsedilmişti ve gündemi sadece AKP belirliyordu. Neyin tartışılıp neyin tartışılamayacağını, neyin gündeme gelip gelmeyeceğini… Şimdi CHP’nin çıkışı ve hamleleri, solun genel olarak tartıştırmak istediği diğer meselelerin de siyasetin gündemine gelmesine, tartışılmasına olanak tanıyor. Siyasetin gündeminin sadece vesayet/demokratikleşme tartışmasının dışında insanların gündelik hayatına değiyor olması, taşeron meselesinin, yoksulluk meselesinin, işsizliğin, Kürt sorununun bu kadar konuşuluyor olması önemli. Tüm bunların genel anlamda sol bir stratejinin gelişmesine olumlu etkileri olacağını düşünüyorum.
Söylemdeki yenilenmenin dışında bir diğer yenilik, partinin seçmenlerle ya da toplumla kurduğu ilişkinin farklılaşmaya başlaması. Kılıçdaroğlu imajı bunda etkili oluyor. Baykal’la Kılıçdaroğlu aynı şeyleri söyleseler bile Baykal söylediğinde duyulmayanlar, şimdi Kılıçdaroğlu söyleyince duyulabilir hale geldi.
Son dönem yine parti içinde yaşanan gelişmeler, özellikle Önder Sav ekibinin parti yönetiminden tasfiye edilmesi, partinin örgütsel anlamda da kendisini yenileme potansiyelini ortaya çıkardı. Bu yenilenme ne kadar hayata geçebilir? Seçim sonrasında gerçek anlamda örgütsel bir yenilenme yaşanır mı, bunu kestirmek zor. Bu yenilikler, sosyal demokratlaşmayı getiriyor mu, sol bir parti mi oldu CHP dersek onun cevabı “hayır”. Çünkü tam tersine CHP, AKP karşısında bir merkez parti olarak kendini konumlandırmaya çalışıyor.
Somut vaatleri var. Bunlar önemli. Taşeronlaşmaya karşı söyledikleri, aile sigortası hakkında söyledikleri, Kürt meselesi hakkında bugüne kadar söylemediği, anadilde öğrenim hakkı, seçim barajının düşürülmesi gibi şeyleri söylemesi olumlu, ama bunlar herhangi bir merkez partinin de söyleyebileceği şeyler. CHP, yeni bir bölüşüm vaadiyle çıkmıyor ortaya. O açıdan bakarsak, herkesin biraz kendi aradığını içinde bulabileceği eklektik bir parti haline geldiğini söyleyebiliriz.
‘Herkesin’ dediniz ya CHP’nin seçim sloganına “Herkes için CHP’ye gelelim. Bunun anlamı nedir?
Kılıçdaroğlu bütün siyasal stratejisini seçimde en yüksek oyu almak üzerine kurdu. CHP’ye gelebilecek tek bir oyu bile dışarıda bırakmayacak bir söylem, bir siyasal strateji oluşturdu. Şu an yaptığı, AKP’ye oy vermeyecek her kim varsa, onun CHP’ye oy vermesini sağlamaya çalışmak. Partinin milletvekili aday listesine baktığımızda da bunu görüyoruz. Merkeze oynamak çabasını görüyoruz. Bugün CHP’nin AKP’ye karşı olduğunu biliyoruz ama onun dışında nasıl bir Türkiye tahayyül ediyor, nasıl bir demokrasi tahayyül ediyor, gelir dağılımındaki adaletsizliği nasıl gidermeyi düşünüyor, yeniden bölüşüm gibi bir derdi var mı, bunlara dair söylediği çok fazla bir şey yok aslında.
Partinin dayandığı bir sınıfsal taban var mı? Sencer Ayata’nın yeni orta sınıfla varoşların ittifakını oluşturma gibi bir iddiası vardı. Şu anki durum açısından düşünürsek bu gerçekçi bir proje olabilir mi?
CHP’ye yeni bir toplumsal taban tarif etme, yani eğitimli orta sınıflarla kent yoksullarının ittifakını kurma iddiası ilk kez bundan bir yıl önce Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçildiği Kurultay sonrasında ortaya atıldı. Ancak ben seçim sürecinde bunun büyük ölçüde unutulduğunu, hatta arka plana itildiğini düşünüyorum. Aile sigortasından, yolsuzlukla, işsizlikle mücadeleden söz ettiğiniz zaman, kentli orta sınıflarla varoşların ittifakını kurmaya çalışıyor gibi görünebilirsiniz, ama CHP’nin genel siyasal söylemine baktığımızda bunların ideolojik bir bütünlük çerçevesinde değil, oy toplama amacıyla gündeme getirildiğini görüyoruz. Kent yoksullarının -ki orada Kürt kimliği de önemli bir unsur olarak devreye girer- CHP’ye yönelmesinin koşulları sadece bu tür somut vaatler değil; bunların aynı zamanda partinin söyleminde bütünlüklü bir ideolojik çerçeve içinde ifade ediliyor olmasıdır. Bu insanlar CHP’de aidiyet kuracakları bir parti değil, seçim amaçlı vaatler ortaya atan bir merkez partisi görüyorlar.
CHP’nin bir siyasal harekete dönüşme konusunda eksikliğine işaret ediyorsunuz. Sendikacılarla, kitle örgütleriyle, toplumun ezilen kesimleriyle, kimlik talebi olan kesimleriyle kurduğu ilişki hakkında neler söylenebilir?
Sol olma iddiasındaki bir partinin başarılı olmak için, toplumu bir antagonizma içinden anlaması, yani insanların yaşadıkları sorunların temel nedenini görmesini sağlayacak bir karşıtlığı ortaya koyması gerekir. İnsanların her gün karşı karşıya kaldıkları sorunları sadece AKP üzerinden açıklayamazsınız. “AKP düzeni böyle olduğu için bu sıkıntıları yaşıyorsunuz” diye ikna edemezsiniz insanları. O sıkıntılar, bu düzenin temelindeki emek-sermaye çelişkisi bağlamında; ya da demokratikleşme meselesinin siyasi olduğu kadar sosyal ve kültürel boyutları bağlamında ele alındığında bir anlam taşır. Başarının tek başına oy almakla tanımlanmaması gerekir. Bir sosyal demokratlaşma olacaksa eğer, partinin aldığı oy oranından bağımsız olarak bir siyasal harekete dönüşüyor olabilmesi gerekir. 4 yılda bir sandığa gidip bir partiye oy vermenin ötesinde, onunla birlikte nefes alan bir kitlenin ortaya çıkması lazım. İnsanların siyasallaşması lazım. Bugün siyasal İslam dediğimiz şey de, ’70’lerdeki sosyalist hareket de böyleydi. Ona paralel gelişen CHP de öyle bir şeydi. İnsanlar, Ecevit liderliğinde dağa taşa “Umudumuz Ecevit” yazdığında CHP bir siyasal hareket olmayı başarmıştı. İnsanların hayatını belirleyen, düşünme biçimlerini etkileyen, ideolojisi olan bir parti olarak hareket edebiliyordu. Bugünse CHP, il/ilçe teşkilatları olan, profesyonel siyasetçilerin içinde siyaset yaptığı, onun dışında üye olmayan insanların dört yılda bir oy verdiği, ağırlıklı olarak da kentli orta ve üst sınıfların Baykal döneminde kemikleşmiş kaygılar üzerinden partiye yöneldikleri bir yer niteliğinde.
Bugün parti teşkilatlarında çalışan insanlar, hala Deniz Baykal ya da Önder Sav’dan ç
ok farklı düşünmüyor. Bir partinin gerçekten yenilenmesi için toplumsal olarak yenilenmesi gerekir. Partinin sadece liderinin, il/ilçe teşkilatlarının ya da yürütme organlarının değil aynı zamanda bu parti içinde çalışan insanların, o partiye emek veren insanların değişiyor olması şarttır. Oysa bugün hâlâ eski kadrolar siyaset yapıyor CHP içinde. Böyle bir yenilenmeyi Kılıçdaroğlu, seçime gittiği ilk yıl içinde yapamazdı, yapmayı aklının ucundan bile geçirmedi zaten. Önümüzdeki dönemde ancak aşağıdan gelen öyle bir dalga olabilirse parti sosyolojik anlamda kendini yenileyebilir. Aile sigortası, taşeron uygulamasına son vermek, çocuk bütçesi gibi somut vaatler oy ilişkisinin ötesinde yeni toplumsal grupları partiye çekebilirse, aşağıdan gelen o baskıyla parti yönetimi kendini yenileme ihtiyacı duyar. Yalnızca böyle bir sosyolojik yenilenme olması durumunda partiyi radikal bir biçimde değişime uğratacak bir siyasal irade ortaya çıkabilir.
CHP’nin söyleminde Baykal döneminden bir kopuşu söz konusu. Ama merkeze oturma çabasında bir süreklilik var diyebilir miyiz?
Merkeze oynamak, bir merkez partisi olma çabası açısından Baykal’la Kılıçdaroğlu arasında bir fark yok. Sadece o merkez siyaseti nasıl kurguladıkları arasında bir fark var. Baykal, merkez siyasetin, rejimi korumak, laiklik, Atatürkçülük üzerinden kurulması gerektiğini düşünüyordu. Çünkü AKP’yi öyle okuyordu. AKP’ye baktığı zaman, rejim karşıtı bir hareket görüyordu. AKP’nin başarının arkasındaki toplumsal dinamikleri görmüyordu mesela. Oraya vurgu yapmak yerine daha siyasal olana vurgu yapıyordu. Rejim karşıtı bir hareket karşısında rejimi koruyacak bir hareket. Şimdi”yeni CHP”nin farkı bu. AKP’nin başarısının toplumsal kaynaklarını görüyorlar, onun için kent yoksullarına yönelmekten bahsediyorlar ama bir yandan da AKP’ye oy vermeyen ne kadar geniş bir kitle varsa hepsinin oylarına talip olmayı istiyorlar. Merkezi daha sosyoekonomik olarak inşa etmeye çalışıyorlar.
Örgütsel sınırlılıkları ortada olsa da CHP, ezilenlerin iktidar alternatifi olabilir mi?
Bence CHP, ne bu haliyle ne de gerçek anlamda sosyal demokrat bir partiye dönüşmesi halinde, ezilenlerin partisi olamaz. Öyle bir misyonu olacağını düşünmüyorum. CHP için en fazla -ki bu bile oldukça zor görünüyor- AKP karşısındaki muhalefet cephesinin, soldan yükselecek bir muhalefet dalgasının kısmen taşıyıcısı olma gibi bir pozisyon tarif edilebilir. AKP iktidarından rahatsız olan sadece emekçiler, Kürtler ya da Aleviler değil; sermaye içinde de sıkıntısı olanlar var. AKP bir ittifakı temsil ediyor ve o ittifak bir gün dağılacak. O dağıldığında, büyük sermaye bir iktidar alternatifi arayışı içinde olduğunda bugün itibariyle o alternatif CHP olarak ortaya çıkacak gibi görünüyor. Dolayısıyla hangi tür yenilenme olursa olsun, CHP bildiğimiz anlamda emek ve sermaye arasındaki çelişkide emekten yana, ezilenden yana bir pozisyonu benimsemeyecektir. Bu sadece CHP için değil. İngiliz İşçi Partisi’nden Alman sosyal demokratlarına kadar nereye bakarsak bakalım, sosyal demokrat partilerin açmazı zaten. Oy olarak, ezilen kitlelerden oy almak ama aynı zamanda kapitalizmin genel çerçevesi içinde birikim stratejisini devam ettirerek yeni bir hegemonik proje inşa edebilmek. Kendilerini sermaye ile emek arasındaki çelişkileri uzlaştırma misyonuyla tanımladıkları için bu proje çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlanıyor.