YSK aracılığıyla uygulanmaya konulan tasfiye politikası, AKP-Genelkurmay eksenli devletin savaş hazırlığının bir yansımasıdır. Devlet Kürdistan coğrafyası esas olmak üzere Türkiye genelinde, bugüne kadar yürüttüğünden çok daha kapsamlı bir savaşa hazırlanıyor Yüksek Seçim Kurulu’nun 7’si Blok’un desteklediği toplam12 bağımsız milletvekili adayının başvurusunu reddetmesiyle başlayan süreç Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında politik ve askeri saldırılara yönelik önemli ipuçları […]
YSK aracılığıyla uygulanmaya konulan tasfiye politikası, AKP-Genelkurmay eksenli devletin savaş hazırlığının bir yansımasıdır. Devlet Kürdistan coğrafyası esas olmak üzere Türkiye genelinde, bugüne kadar yürüttüğünden çok daha kapsamlı bir savaşa hazırlanıyor
Yüksek Seçim Kurulu’nun 7’si Blok’un desteklediği toplam12 bağımsız milletvekili adayının başvurusunu reddetmesiyle başlayan süreç Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında politik ve askeri saldırılara yönelik önemli ipuçları vermektedir.
Kürt kökenli milletvekili adaylarının tasfiye edilmesi için atılan ilk adım doğrudan bir devlet operasyonudur. YSK kararı esasen devletin Kürt politikasının ana parametrelerini veren çok önemli bir örnektir. Devlet, özellikle 12 Haziran 2011 genel seçimler sonrası ortaya çıkabilecek politik gelişmelere bağlı olarak Kürt coğrafyasında atacağı adımlara yönelik bir deneme yaptı. Kürtlere ve Türkiye’nin demokrasi güçlerine yönelik çok yönlü bir savaşın ilk adımını attı ve gelecekte uygulamaya koyacağı saldırıların ipuçlarını verdi. Bu bakımdan YSK aracılığıyla uygulanmaya konulan tasfiye politikası, AKP-Genelkurmay eksenli devletin çok yönlü savaş hazırlığının bir yansımasıdır. Bu bakımdan sistemin stratejik kurumlarının uygulamak istediği bir konsepttir ve doğrudan MGK tarafından alınan bir karar olduğu unutulmamalıdır. Bir başka ifadeyle devletin Kürdistan coğrafyası esas olmak üzere Türkiye genelinde, bugüne kadar yürüttüğünden çok daha kapsamlı bir savaşa hazırlandığını da hatırlatmakta yarar var.
Türkiye’nin dış politikasındaki bir kısım değişiklikler dikkat çekmektedir. AKP, geçmişte komşularıyla olan çelişkileri ‘sıfır sorun’ ekseninde çözmeye yöneldiğini ve önemli bir başarı sağladığını iddia etmektedir. Rusya başta olmak üzere, Suriye, Azerbaycan gibi ülkelerle vize uygulamasına son verilmesi, İran’la stratejik ilişkiler geliştirmesi, Yunanistan ile ilişkilerini AB üyelik müzakereleri çerçevesinde giderek ‘sorunsuz’ hale getirmesi, ‘sıfır sorun’ politikasının bir sonucu olarak gösterilmektedir.
“Sorunsuz” bir dış politikaya rağmen, silahlanmaya en yüksek payı ayıran ülkelerin başında yine Türk devleti geliyor. Örneğin ABD’li silah devi Skorsky ile 109 helikopter için 3,5 milyar dolarlık anlaşma yapıldı. 20 yıl içinde uçak, helikopter, tank gibi ağır savaş silahları almak için ayrılan miktar 150 milyara yakın olacak ve dünyada 14’üncü sırada olan Türkiye, bu harcama ile ilk dörde gireceği belirtiliyor.
Savaş helikopterlerine ayrılan bu para ile neler yapılabilir. Küçük bir hesap yapıldığında: maliyeti 1 milyon dolar olan 500 yataklı 3500 devlet hastanesi, 20 derslikli 10 bin okul, Boğaz’a 1,1 milyar dolar maliyetle 3 tüp geçit yapılabilir. Milli Eğitim’in hesabına göre bir ilköğretim öğrencisinin devlete bir yıllık maliyeti bin 174 dolar. Yani 3 milyon ilköğretim öğrencisi parasız okuyabilir.
Komşularıyla hatta bölge ülkeleriyle ‘sıfır sorun’ politikası izleyen devletin bu düzeyde silahlanmasının nedeni ne olabilir? Bu sorunun yanıtı da çok net: Kürt Toplumsal Hareketine karşı dahası Kürtlere yönelik çok kapsamlı ve uzun süreli bir savaş hazırlığıdır. Yani tasfiyenin çok daha üst boyutta devam edeceğine dair somut bir veri sunmaktadır. Sınır bölgelerine inşa edilen büyük karakollar, çok gelişmiş savaş araçlarının satın alınması ve bunların bölgede koşullandırılması ve Kürt bölgesinde görev yapacak özel timlerden oluşan bir ordu birliğinin kurulması, savaşın çok daha üst boyutta sürdürülmesi kararıdır. ABD’den satın alınacak olan savaş helikopterlerinin taarruz kabiliyeti dikkate alındığında bunu çok daha iyi görebiliyoruz.
Ayrıca 12 Haziran’da yapılacak olan seçimlerden sonra Türkiye’nin demokratikleşeceğine ilişkin yüksek bir kanı oluşmuş durumdadır. Özellikle Kürt sorunun anayasal bir çerçevede çözüleceğine ilişkin yapılan yorumların çok ciddi bir anlamı olmayacağı, sanırım kısa sürede anlaşılacaktır. Söz edilen ‘yeni’ anayasanın da Kürt ve diğer azınlıkların sorunlarını çözmeyeceğini söylemek bir abartı olmayacaktır.
Devlet, Türkiye’nin demokratik, ilerici, devrimci ve sosyalist güçleriyle Kürt Toplumsal Hareketi arasında oluşacak stratejik bir ittifaktan çok ciddi biçimde korkmaktadır. Böylesi bir oluşum güçlü demokratik bir muhalefeti oluşturacaktır. Devletin bu düzeyde rahat hareket etmesini sağlayan önemli noktalardan biri de böylesi bir birlikteliğin sağlanamamasıdır. Toplumsal değişim için Kürt ve Türk halkının ortak irade birliğinin sağlanması ve bunu güçlendirecek somut adımların atılması, demokratikleşme sürecinin en önemli halkası olacaktır. Demokrasi güçleri arasında oluşturulacak stratejik ittifak, halklar arasında oluşturulan düşmanlıkların da kısa sürede çözülmesinde önemli bir işlev görecektir. Bu bakımdan devlet, birlik yönelimini engellemek için hem Kürtlere, hem de Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükçü güçlerine yönelik kapsamlı bir saldırı içindedir.
YSK kararının ortaya çıkardığı toplumsal dinamikleri bu bakımdan önemsemek gerekir. Birincisi, Kürt halkının beklenilenin çok üstünde toplumsal gücünü ortaya koymasıdır. Fiili bir halk ayaklanmasına dönüşen ve topyekûn bir direniş haline alan eylemsellik sürecinin ortaya koyduğu somut veri şudur: Kürt halkının politik bilinç sıçraması, sistemle bütün ilişkilerini koparacak düzeye gelmiş bulunuyor. Politik, ekonomik ve coğrafik kopuşun en önemli faktörü zihinsel ve ruhsal kopuşun sağlanmasıdır. Bütün diğer unsunlar biçimseldir, konjonktüreldir.
Devlet Kürt coğrafyasında fiilen bittiği gibi şehir merkezlerinde dahi savunma durumuna geçmiş bulunuyor. Artık biçimselleşen devletin beton binalarını savunmak ve kapitalistleri temsil eden bankaları vs korumak dışında bir işleve sahip olmadıkları ortaya çıktı. Ayrıca Kürtlerin politik iradesi ve kararlılığı kendi haklarına sahip çıkma bilincinin çok büyük bir düzeye ulaştığını, örgütlenen halkın oluşturduğu öz kurumsal yapılarıyla kendilerini savunduklarını ortaya koydu. YSK sürecinde Kürt halkının ortaya koymuş olduğu irade aynı zamanda Kürdistan coğrafyasının genelinde Diyarbakır’ın Kürtler için politik stratejik merkez haline geldiğini göstermiş oldu. Diyarbakır’ın artan politik rolü, aynı zamanda bölgesel Kürt sorunun çözümünde merkezi bir rol üstlenecektir.
İkinci önemli nokta ise, Türkiye’nin demokratik güçlerinin Kürtlere yönelik saldırıya ilk kez bu düzeyde tepki vermeleridir. Türkiye toplumunun alt katmanlarında önemli bir demokratik geleneğin olduğu biliniyor. Özellikle 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden sonra, İslamcı-Türkçü politikalarla toplumun bilincinde önemli bir kırılma oluşturuldu. Sistemin ideolojik aygıtlarıyla milliyetçilik toplumun hücrelerine nüfus edilmeye çalışıldı. Ancak toplumsal gelişmeleri objektif olarak analiz ettiğimizde, Türkiye halklarında hala önemli demokratik bir damarın var olduğunu görebiliyoruz. Bu tahmin edilenden çok daha güçlüdür ancak örgütsüz olduğu için demoralize olmuş durumda. Türkiye’nin ilerici-demokratik-devrimci güçleri arasında gelişen ilişkilerin stratejik bir ittifaka dönüşmesi, söz konusu güçlü damarı yeniden ve çok daha kapsamlı bir şekilde ayağa kaldıracaktır. Kürt milletvekillerinin tasfiyesine yönelik hamleye karşı gösterilen tepki bu bakımdan önemlidir.
Bir başka nokta, YSK’nın tasfiye hamlesine karşı Kürt ve Türk halklarının demokratik güçlerinin gösterdikleri ortak tutum, sorunun çözümünün esas doğru a
dresini de ortaya koydu. Bugün savaşan iki güç olarak Kürt Toplumsal Hareketi ile devlet arasında görüşmelerin olması çok doğal. Karşıt güçler arasındaki çatışma aynı zamanda görüşmeleri de zorunlu kılar. Politik mücadelenin doğasında olan bu ‘zorunlu’ ilişki Türkiye’de giderek somutlaşmaktadır. Devlet ile Kürt hareketi arasındaki görüşmelerin dolaylı da olsa başlamış olması, sorunun meşruiyetini ortaya koymaktadır. Ancak esas sorun halkların birlikte geliştirecekleri mücadeledir. YSK’ya karşı alınan politik tutum bu gerçeği çok daha somut olarak ortaya koydu. Bu bakımdan Türkiye’nin bütünlüklü olarak demokratikleşmesi sorunu sistemin farklı gruplarıyla yapılacak olan görüşmelerle olmayacaktır. Bu ilişkilerin belirli bir etkisi olsa da, sorunun esas çözümü, sokaklarda halklar arasındaki ittifakın geliştirilmesidir. Sistem, farklı etnik ve mezhepsel kimliklere sahip ezilen halklar arasında, kışkırttığı düşmanlıkla uzun bir süredir kendisini yönetebilmektedir. Ancak ekonomik ve politik alanda ortaya çıkan sorunlar, toplumsal gelişmeler bakımından önemli veriler de sunmaktadır. Bu bakımdan dikkatler ısrarla halklar arasındaki ittifakın gelişmesine verilmelidir. Günlük yaşam içerisinde sorunların birlikte sahiplenilmesi, karşılıklı oluşan ön yargıların yıkılarak stratejik ilişkilerin gelişmesine hizmet edecektir.
Sürecin doğru okunması, anın yakalanması ve buna uygun politikaların geliştirilmesi, örgütlülük bilincinin eylemle bütünleştirilmesi bütün sorunların çözümünde bir anahtar görevini görecektir. Bunun başarılı olması da, Türkiye’nin bütün demokratik-devrimci güçlerinin kişisel ve grupsal çıkarları ön plana çıkarmadan, kapitalist sistemin çok yönlü saldırılarına karşı oluşturacakları ittifaktır.
YSK saldırısına karşı ortaya çıkan dinamizm, güçlü bir potansiyelin olduğunu ortaya koyuyor. Önemli olan bunu örgütleme başarısını göstermektir.