Başbakana sormak isterdim: Protestocu liselilerin karşısına çıkarabileceklerini söylediği 5-10 bin gencin ellerine ucu çivili sopalar da vermek isterler miydi? Benzerlerini geçmişte çok yaşadık da… Başbakanın YGS’nin şifre skandalı nedeniyle söylediği, “…Taksim’de iki bin genci yürütmek problem değil. Biz de kalkarız onların karşısına 5 bin, 10 bin tane genci koyarız…!” sözlerini gazetelerde okuyunca gözlerime inanamadım. Bir […]
Başbakana sormak isterdim: Protestocu liselilerin karşısına çıkarabileceklerini söylediği 5-10 bin gencin ellerine ucu çivili sopalar da vermek isterler miydi? Benzerlerini geçmişte çok yaşadık da…
Başbakanın YGS’nin şifre skandalı nedeniyle söylediği, “…Taksim’de iki bin genci yürütmek problem değil. Biz de kalkarız onların karşısına 5 bin, 10 bin tane genci koyarız…!” sözlerini gazetelerde okuyunca gözlerime inanamadım. Bir de Bedri Baykam’ı bıçaklayan saldırganın “Baykam’ın görüşlerini sevmiyordum. Bu yüzden bıçakladım’ demesi midemi bulandırdı.
Başbakan, eylemini beğenmediği gençlerin karşısına başka gençleri çıkarabileceklerini söylüyor (ki herhalde tanışsınlar diye değil), öbürü düşüncesini beğenmediği birisini bıçaklıyor. Her iki olay bana aynı bütünün parçalarıymış gibi geldi. 12 Eylül’ü yaşamayanlar bu duygularımı tam anlayamazlar belki. 12 Eylül faşist diktatörlüğüne giden süreç de aynı şekilde, özgürlük ve demokrasi isteyenlerin, adalet isteyenlerin, hak isteyenlerin, alınterinin karşılığını isteyenlerin vb. karşılarına önce bin, sonra 5 bin ve giderek on binlerce eli sopalı ve bıçaklı genç (ülkücüler) çıkarılarak başlatılmıştı. Ve yaratılan kaosta at izi it izine karıştırılarak emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin istediği sonuç alınmıştı. İşte beni korkutan buydu. Bir de tabii, Ortadoğu’da isyan eden emekçi ve mazlum kesimlerin karşısına diktatörlerin ‘besleme’ güçlerini çıkararak neden olduğu katliamlar. Başbakana sormak isterdim: Protestocu liselilerin karşısına çıkarabileceklerini söylediği 5-10 bin gencin ellerine ucu çivili sopalar da vermek isterler miydi? Benzerlerini geçmişte çok yaşadık da…
Biz ne yaptık ya da yapmadık da ülkemizin bir numaralı yöneticisi daha henüz çoğu 18’ine girmemiş bunca genci tehdit edebiliyor? Bu kadar anti demokratik, akıl ve vicdana sığmayan bu sözleri hak etmiş miydi bu gençlik, bu toplum?
8 yıl geriye giderek bu sorunun yanıtını bulmaya çalıştım.
Çoğu kapatılan Fazilet Partisi’nden ve ona yakın olan kadrolar AKP’yi kurduklarında ‘Biz değiştik…’ demişlerdi; ama toplumun büyük bir kesimi inanmamıştı. İnanmayanların çoğu onların şeriattan asla vazgeçmeyeceğini düşünüyorlardı. Aslında doğru söylüyorlardı; yani değişmişlerdi; batı karşıtlığından 180 derece dönüş yaparak kapitalist-emperyalizmin bugün geldiği yere, neoliberalizme doğru dümen kırmışlardı. Eski partilerinden ayrılmalarının biricik gerekçesi buydu aslında. Kendisini laik, demokrat, aydın, Atatürkçü, ulusalcı, milliyetçi olarak nitelendirenler ve hatta kimi sosyalistler vb. tüm dikkatlerini ‘şeriat’a yönelttikleri için belki, onların neoliberal yanını görememişler ya da önemsememişlerdi. Bu tavırda eski CHP yönetiminin önemli bir işlev gördüğü kuşkusuzdur. AKP ve destekçileri bunu bildikleri için şeriat simgesi olarak başörtüsünü ortaya atmış, karşıtlarının yıllarca bununla oyalanmasını sağlamışlardır. Bin yıl öncesinin bir toplum düzenini olan şeriatın dünya kapitalizmine daha sıkı eklemlenmeye çalışan bir ülkede ortam bulması olası değildi aslında. İktidarın dindar çekirdek tabanın ağzına sürdüğü bir parmak balı ötekiler şeriat geliyor, diye algılamışlardı.
AKP karşıtlarının büyük çoğunluğu başörtüsü etrafında, şeriat etrafında dolanırlarken iktidar atı alıp Üsküdar’ı geçti. Ülkenin temel üretim ve sanayi kuruluşlarını yok pahasına bir bir sattılar. Alınan paralarla yeni üretim ve istihdam alanları açılmadı ve toplum bu paraların nereye gittiğinin hesabını hiçbir zaman sormadı. Dediğim gibi karşıtlar hep şeriat ve başörtüsü peşindeydi. Satılan kuruluşlardan işçiler bir bir dışarı atılırken alay edercesine işsizliği düşürüyoruz, dediler ve doğruluğu şaibeli rakamlar sıraladılar. Asgari ücreti azaltarak, sigortasız işçi çalıştırılmasına göz yumarak, sigorta kesintilerinin devlet tarafından karşılanacağına dair yasalar çıkararak, prim borçları için af üstüne af çıkararak istihdamı artıracaklarını söylediler. Aslında uygulanan tarım politikaları sonucu onların bu yolla yaptığı istihdamdan çok daha fazlası, küçük üretici köylü işsiz kalarak kentleri doldurmaya devam ediyordu. Bir-iki yılda Allah’ın ‘yürü kulum’ dediği birkaç on kişi yüksek bir sıçrayışla sınıf atlarken binlerce iş sahibi dükkânlarını kapatıyordu. Her yıl dolar milyarderleri arasına katılan 5-10 vatandaşımız karşılığında milyonlarca insan açlık sınırının altına düşüyordu. Ama AKP ve sistem karşıtı insanlar bu gerçekliklerden çok başörtüsüne takmışlardı kafayı.
Ana ve yavru muhalefet partileri dersen başka bir âlemdeydi. CHP kafayı şeriata takarken MHP’nin İmralı’dakinden başka sorunu yoktu. BDP’nin zaten sorunu başından aşkındı. CHP ile MHP, AKP’nin neoliberal politikalarına hiç ses çıkarmıyorlardı neredeyse. AKP’nin yorulmasıyla sıranın kendilerine geleceğini umuyor gibi bir tavırları vardı.
Kitleler türban konusundan kafasını kaldırıp neoliberal sömürü düzenini görmeye başladıklarında bu kez ERGENEKON ve benzerleri ortaya çıkarıldı. İlk tutuklamalar gerçekleştiğinde ne kadar sevinmiştik! 12 Eylül ve sonrasında gerçekleştirilen ve failleri bir türlü bulunamayan cinayetlerden çok acı çekmiştik. Umutla bu davaya dört elle sarıldık; ama bu ve benzeri davaların geçmiş cinayetleri, yolsuzlukları, ahlaksızlıkları çözmediği, toplumu baskı ve korku altında tutma aracı olarak kullanıldığı geniş kesimlerce algılanmaya başlandı. Bu davalar aynı zamanda kitlelerin dikkatini neoliberal uygulamalardan uzak tutma işlevini görüyor ki, bunu toplum olarak hala yeterince kavramış olduğumuzu savlayamayız.
AKP’nin birinci döneminde muhalefetim salt şeriat üzerinden, ikinci döneminde salt Ergenekon ve benzer davalar üzerinden yürütülmesi sonucu AKP iyice güçlendi, durdurulamaz hale geldi. Çünkü ilk başlarda bu konular AKP’nin en güçlü yanlarıydı. Eğer AKP’ye muhalefetin ana bileşeni neoliberal saldırılar ve hak gaspları politikaları üzerinden yapılsaydı bugün farklı yerlerde olacağımıza kuşku yoktur.
Kadın cinayetleri ve tacizler bu iktidar döneminde olağanüstü arttı. İktidara göre bunlar ‘medyanın parlatması’. Geçmişte kimi tacizlerin örtbas edildiği doğrudur; ama bu artışı bununla açıklamak olası değil. İktidardakilerle onun tabanının çekirdek gövdesi olan seçmen kitlesi aldıkları kültür, geldikleri cemaatler, eğitimleri, gelenek ve görenekleri vs. gibi nedenlerle görece olarak toplumun ataerkil ilişkileri daha güçlü kesimlerini oluşturuyor, diye düşünüyorum. Yani toplumumuzun daha erkek egemen kesiminden gelmişlerdir ki bunda dini inançların da önemli bir payı var. Ana iktidar ile tabandaki bu mikro erkek egemen iktidarları diyalektik bir şekilde birbirini destekler, besler ve büyütürler. Bu ilişki nedeniyle ki, bunlara yasalardaki boşluklar, sürekli gelen aflar, sanıklara toplumun gösterdiği hoşgörü vs. de eklendiğinde yaşadığımız olaylar giderek bir kader olmaktan çıkıp kaçınılmaz hale gelmeye başlamıştır. İktidarın erkek egemen politikasına da toplum tarafından cılız bir iki örgütlenme dışında muhalefet gösterilmedi. Bu nedenle mevcut erkek egemen iktidar biçimleri bu dönemde güç kazandı.
Sonuç olarak muhalefetsiz kalmış veya yanlış muhalefetler nedeniyle iyice güçlenmiş neoliberal AKP hükümeti freni patlamış bir tır gibi yokuş aşağı hızla inmekte, önüne geleni silip süpürmektedir. Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmalarını, başbakan ve destekçisi medyanın tutuk
lu sanıklar hakkında 12 Eylül darbecilerinin ve medyadaki çığırtkanlarının o dönem tutukluları için söylediklerine benzer niteleme ve suçlamalarda bulunmasını, Sayın Erdoğan’ın YGS’yi protesto eden öğrenciler hakkında söylediklerini, bu ülkede Kürt meselesi yoktur, benim Kürt kardeşlerimin meselesi vardır, demesini, AKPM’deki konuşmasını, gelecek hakkındaki tasarımlarının ipuçlarını, çarpık demokrasi anlayış ve uygulamalarını vb. bir araya getirdiğimiz zaman hızla keskin bir viraja girmekte olduğumuz anlaşılıyor. Tüm bunlara bir de YSK’nın bağımsız adayların bir kısmını veto etmesi eklenince bizi zor günlerin beklediğine kuşku kalmıyor.
Ülkenin içine sürüklenmekte olduğu durumdan, ülkeyi neredeyse bir başına yöneten Başbakan Erdoğan ve dar kadrosu birinci derecede sorumludur. Ama iktidarın uyguladığı neo liberal ve anti demokratik uygulamalara zamanında ve hak ettiği gerekli tepkiyi vermeyerek işi buralara kadar getiren muhalefet partileri ve diğer iktidar ve sistem karşıtlarının da gelinen noktada ikinci derece sorumluluğu vardır. Dileyelim ki başbakan etrafını saran kalın sis duvarından başını çıkarıp biraz çevresine baksın, Ortadoğu diktatörleri için söylediklerini sakin bir zamanda kendisine de söylesin, hırsını az biraz frenlesin; muhalefet partileri ve toplumsal muhalefet etkili bir mücadele yapsın da bu virajı tehlikesizce atlatalım. Bu dileğimin gerçekleşeceğine kendimin bile inanmadığımı itiraf etmezsem kendime saygım azalır.