A- GİRİŞ ÇIRAK ARANIYOR Elim sanata düşer usta Dilim küfre, yüreğim acıya Ölüm hep bana Bana mı düşer usta? Sevda ne yana düşer usta Hicran ne yana Yalnızlık hep bana Bana mı düşer usta? Gurbet ne yana düşer usta Sıla ne yana Hasret hep bana Bana mı düşer usta? REFİK DURBAŞ Marks ve Engels’in kuramları […]
A- GİRİŞ
ÇIRAK ARANIYOR
Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?
Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?
Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?
REFİK DURBAŞ
Marks ve Engels’in kuramları tüm dünyanın düşünsel ve politik yapısında devrimsel bir etki yaratmıştı.
Buna karşın, 20. yüzyılda, Marks’ın kuramları, Marksistler arasında şiddetli tartışmalara yol açtı.
Kimi zaman unutulan kimi zaman şiddetlenen bu tartışmalar boyunca hemen her alanı sıkı eleştirilere tutulan Marksizm; Lenin, Stalin, Troçki, Gramsci, Altusser, Marksist İngiliz tarihçileri grubu, J.Larrain, I. Wallerstein, E. Balibar, C.Cohen ve adlarını hatırlayamadığım daha birçok Marksist tarafından farklı farklı yorumlandı.
Tüm bilimsel kuramlar tartışarak gelişir. Bu açıdan bu farklılıklara ve tartışmalara sorun olarak bakmayabiliriz.
Ama Marksizm’in temel kuramları üzerine yapılan tartışmaları ciddi bir sorun yapan iki şey var. Bir yandan bu kuramlar kullanılmadan toplumsal-tarihsel yaşama ilişkin hiçbir şeyi açıklayamıyoruz; öte yandan kuram yaşamı açıklayamaz gibi görünüyor. Bu çelişkili durum sorunun çözülmesini de zorunlu kılıyor.
Ben de bir süredir Marksizm’in kendi içindeki bu tartışmalar üzerine okumalar yapıyorum. En son okuduğum ‘Marksizm ve Tarih'(1) adlı çalışma nedeniyle yeniden bu konu üzerine düşünmeye başladım ve düşüncelerimi derleyip toparlamak için bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Yazımız 4 ana bölümden oluşacak. Birinci bölümde Marks’ın yaşadığı dönemin özelliklerini ve düşünüş tarzını özetleyeceğim. İkinci bölümde, yine çok özet olarak, ana akım Marksizm’e yöneltilen eleştirilere değineceğim. Bu iki bölümde yeni bir şey yok. Sadece yazının sonraki bölümlerinin anlaşılması için, karşılaştırma yapma olanağı vermesi için ekliyorum bu bölümleri. Üçüncü bölümde Marks’ın kuramları üzerine kendi düşüncelerimi açıklayacağım. Dördüncü bölümde tarih nasıl yazılmalı sorununa değinilecek.
Bu makalenin yazılmasında, sürecin başından beri eleştirileri, önerileri, uyarılarıyla bana destek olan arkadaşım Erkan Ulaşan’a çok teşekkür ederim. Ayrıca, her gün ‘baba yazdın mı?’ diye sorarak beni bu yazıyı yazmaya teşvik eden oğlum Taylan Tırıç’a ve işyerindeki (yoğun oyun ortamından) ayrılarak yazıyı okumak için zaman ayıran ve ‘iyi yazmışsın ama kitap yazmak bomba yapmak kadar tehlikeliymiş. Recep bey öyle diyo’ diyen Sevgi Sürek’e de teşekkürler.
B- MARKS’IN DÜŞÜNÜŞ BİÇİMİ
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu.
DEME…
Bilirim
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
O bu dilden anlamaz pek.
Nazım Hikmet
200 yıl kadar önce, 1818’de Almanya’da doğdu Karl Marks.
1800’lü yıllarda tüm Avrupa çok karışıktı. Açlık, yoksulluk, savaşlar, ayaklanmalar, devrimler yaşanıyordu tüm kıtada. Kapitalizm vahşi bir şekilde hızla yayılıyordu. Aristokrasi, burjuvazi, işçi ve köylü sınıfları arasında sürekli kanlı sınıf savaşları yaşanıyordu.
Kapitalist devlet şimdiki kadar kurumsallaşmamıştı. Demokrasi ve insan hakları daha yeni yeni tartışılıyordu. Bırakın kadınları, erkeklerin bile çok büyük bir kısmı oy kullanamıyordu.
Aydınlanma döneminin etkisiyle dinsel düşünüş tarzı mistik-spekülatif bir düşünme biçimi olarak dışlanmış ve bilime karşı sarsılmaz bir inanç gelişmeye başlamıştı. Sanayi devriminden sonra fiziksel bilimler hızla gelişiyorken, toplumbilimleri daha yeni yeni tartışılıyordu.
Felsefeye, Hegel’in karmakarışık kuramları egemendi. Toplumbilimlerinde Aydınlanmacıların dağınık, tutarsız, biçimsel açıklamalarından başka bir bilgi yoktu henüz. Belki de en etkili toplum bilimsel açıklamalar J.J. Rousseau’dan gelmişti ama o bile ‘toplumu, toplumsal bir sözleşme üzerine kurulmuş’ gibi açıklıyordu.
Genç Marks, toplumda ve düşünce dünyasında yaşanan bu karmaşayı sorun olarak gördü. Kapitalist üretim tarzının kendisini insanlığın sorunu olarak ele aldı.
Marks’ın küçük kara gözleri cin gibi bakardı. Bir elinde sigarası, evin her yanına saçılmış kitaplar arasında sürekli okur, bir şeyler araştırırdı. Tüm tarihi, tüm bilimleri ve sanatları bir bir inceledi Karl Marks. Hem güncel olayları gözlüyor, hem de olup biteni açıklamaya yarayacak bir yol bulmaya çalışıyordu.
Öğrendiği kuramlar ona hiç de inandırıcı, açıklayıcı gelmedi. Tüm tarihi ve toplumu açıklamak için bir kuram geliştirmesi gerektiğini düşündü.
‘İlk insanlar yaşamı sürdürmek için ne yapıyorlardı? İnsanların yaşamı sürdürmek için zorunlu olarak yapmaları gereken şey neydi? Neden toplumsal olarak yaşamaya başladı insanlar? Yaşamak için nasıl örgütlendiler?’ diye basit sorular sordu kendine.
Tüm tarihe ve toplumlara bu soruların yanıtını bulacak biçimde bakmaya başladı.
İnsan canlısının yaşamak için, karnını doyurmak zorunda olmasını ve bunun için üretim yapması gerektiğini, temel çıkış noktası olarak belirledi. Yaşamak için üretim yapan insanın eylemini ve bu insanların birbirleriyle ortak yarattıkları üretim etkinliklerini temel alarak, tüm insan tarihini, insanın pratik etkinliklerin tarihi olarak yeniden kuramsal olarak oluşturdu.
İlkin üretim için iş bölümü yaptıklarını ortaya koydu. Üretim araçlarına sahip olanlar ve bundan yoksun olanlar arasındaki ilişkinin toplumları sınıflara böldüğünü fark etti. Üretimden alınan pay, egemen sınıflarla üreten sınıflar arasında sürekli bir çatışma kaynağı oluşturuyordu. Bu çatışmaya rağmen toplumun bir arada bulunması için devlet diye bir üst kurumun oluştuğunu, devletin aslında egemen sınıflar lehine toplumu bir arada tutmak için örgütlenmiş zor kullanma aracı olduğunu anladı.
Marks, ‘nerdeyse, şiiri bile gerçekçi olmadığı için sevmeyeceğim’ diyecek kadar gerçeğe bağlı bir insandı. Tüm araştırmalarında tarihi tümüyle gerçekçi temellerde inceledi. Tüm yaşamı ve tarihi, pratik insan etkinliklerinin tarihi olarak ele aldı. Böylece hem tarihsel-toplumsal yapıların insan etkinliklerini- gereksinimleri üzerinde biçimlenen tarihsel formasyonlar (yapısal biçimiler ya da biçimsel yapılar) olduğunu anladı.
İnsanların düşünüş tarzlarının somut yaşam koşullarından kaynaklandıklarını fark etti ve bunu ‘insanlar düşündükleri gibi yaşamazlar, yaşadıkları gibi düşünürler diyerek’ ifade etti.
Toplumsal olarak bir arada yaşamaya başlayan insanların kişisel istek ve iradelerinden bağımsız olarak birbirleriyle toplumsal bir ilişki geliştirdiklerini, bu toplumsal ilişkilerin toplumsal yapılar oluşturduğu söyledi.
Tarihin ve toplumun nasıl oluştuğunu anlamak için en genel soyutlamalarla öze-içsel ilişkilerin bilicine ulaşmaya çalıştı.
25 yıl aralıksız günde 14-16 saat çalışarak yazdığı ‘kapital’ adlı kitabında, kapitalizmin tüm yanlarını açıkladı. Artı-değeri fark ederek, sömürünün nasıl işlediğini ortaya koydu.
Onun yaşadığı dönemde sokaklar açlıktan ölen insanlarla doluydu ve işçiler nerdeyse günde 16 saat çalışıyorlardı. Sendikal sosyal hiçbir hakları yoktu emekçilerin. Yeni gel
işen üretim tarzının üretim araçlarına sahip olan burjuvazi ve üretimi yapan proletarya (işçi sınıfı) arasındaki çatışmayla süreceğini, sürekli burjuvaların kârı artarken emekçilerin daha çok yoksullaşacağını ve bir gün emekçi sınıfların ayaklanarak sömürülü-sınıflı toplumsal yapıyı yıkacaklarını söyledi.
19. yüzyıldaki yaşam da bu öngörüyü doğrulayacak biçimde gelişiyordu. Her yerde ayaklanmalar, sınıf çatışmaları vardı.
Marks, sadece bir bilim adamı-düşünür değildi. Bir eylem adamıydı aynı zamanda. Zaten tarihi bir sorun olarak ele alıp, insanın daha insanca yaşaması için politik bir kuram-dünya görüşü oluşturması onun kuramlarının kısa sürede politik söylemlere dönüşmesine yol açtı.
Bu kuramın politik bir kuram olarak ortaya çıkması-kullanılması, pratik sorunlara çözüm önermeyi ve gelecek öngörülerini keskinleştirmeyi de gerektiriyordu. Kuramın yer yer keskinleşmesi ve abartılı olması, sadece Marksizm’i savunan sosyalistler için değil, Marks için de geçerliydi.
B- 20.YÜZYILDA MARKSİZM TARTIŞMALARI
2000’e Dair
Bin dokuz yüz senesinin
İki bine yerini verdiğini görmek istiyorum
Ne zevkli şey olurdu seyretmek torunumu
Van üniversitesindeki kız arkadaşlarıyla
Kutbu şimalide kızak kaydığını
Vaşingtonda Kapitol bahçesinde
Ren şarabı içip
Çinli dostu Şin-Fo`yla beraber
Şankay’dan haber
Beklemek!
Adana’da gençlik aşımı yaptırıp
Hindistan’da gerdeğe girmek için
Arzuhalsiz müracaat etmek
Hastanelere
Ve duyduğum sevincin
Radyografisini gösterip Hindli karıma
‘Sevgilim bak!’ demek
Ve Bahrimuhiti Atlasi’de
Karımla beraber zıpkın atmak
Balinalara!
Ne tadına doyulmaz olurdu
Misis’li Çopur Ali’nin,
Sorbone’da
‘Parçalanan Atomun
Sanayiye tatbikine dair’
Konferansını dinlemek
Ve 1941 harbi için
“Ne acayip şey!’demek
Hey gidi 2000 senesi hey”
15-10-1941 Orhan Kemal
Tüm tarihi ve toplumları derinlemesine, gerçekçi ve bilimsel olarak açıklayan Marksizm, tüm dünyada düşünsel bir devrim yarattı. Son 150 yıldır İncil’den sonra en çok satılan iki kitabın ‘Komünist Manifesto’ ve ‘Kapital’ olması da bunun kanıtı sayılır. Tüm bilimleri, tüm düşünüş tarzlarını öylesine kökten sarstı ki Marks, karşıtları-düşmanları bile, onun kuramlarından öğrendi birçok şeyi. Çünkü ilk kez, tüm tarih ve toplumların bilimsel olarak incelenmesini başarmıştı Marks; toplumdaki tüm yapıların tarihsel-toplumsal pratikten kaynaklanan geçici formasyonlar olduğunu göstermişti. O günlerden beri tüm toplum bilimsel açıklamalar onun terminolojilerinden yararlanmak zorunda kaldı.
Ancak, 20. yüzyılda Marks’ın kuramına karşı kuşkular oluşmaya başladı.
Daha Engels Kapital’in 3. cildini yazarken, birçok insan Marksizm’in alt-üst yapı ilişkisi kuramına ve ekonominin temel belirleyici gibi gösterilmesine karşı çıktı. Tüm yaşam, salt ekonomik zorunluluklar üzerine biçimlenen bir yapı olamaz dediler. Üstelik bu, dediler, nesnel yapı ile öznel bilinç arasındaki ilişkiyi karşılıklı olmaktan çıkarıp, insanları nesnel yapıların tutsağı olarak görmeye yol açar.
1930’lardan sonra bir grup Marksist İngiliz tarihçisi, aşağıdan tarih yazımı yöntemiyle inceledi geçmiş toplumları. Ve incelemelerinde alt-üst yapı ilişkisinin, Marks’ın kuramındaki gibi olmadığını söylediler. Alt-üst yapı kuramında, devletin bir üst yapı kurumu gibi görülmesinin yanlış olduğunu, devletin başta ekonomi olmak üzere tüm toplumsal yapıya müdahale ederek kapitalist ekonominin yapılanmasında önemli bir güç olarak yer aldığını belirtiler. Kapitalist üretim yapısıyla devlet eş zamanlı gelişiyor dediler.
Bu eleştiri, üretici güçler-üretim ilişkileri kuramına da kuşkuyla bakılmasına yol açtı. Önce kavramların içeriklerinin ve birbiriyle ilişkilerinin net olmadığı söylendi. Hangi düzeydeki, ne tür bir değişiklik üretici güçlerin gelişimi sayılacaktı. Daha da önemlisi, sanki egemen sınıf halinden memnunmuş, üretici güçleri geliştirmeye engel oluyormuş gibi bir anlam çıkıyordu kuramdan. Oysa üretici güçler daha verimli olacaksa bunda egemen sömürücü sınıfın da çıkarı olmalıydı, öyleyse üretici güçlerin gelişimine engel olamazdı.
Devlet kuramı da çok tartışıldı. Marks’ın yaşadığı dönemde kapitalist devlet çok gelişmemişti. 19. yüzyıl devletleri emekçi sınıfları kontrol altına almak için açıktan şiddet uyguluyordu. Oysa 20. yüzyılda, birçok etken devletin hem daha çok kurumsallaşmasına hem de açık şiddet yerine daha çok manipülatif teknikler kullanması olanaklı kıldı. Bir yandan bürokrasinin, ordunun, polisin iyice gelişip yaygınlaşması, buna karşın, çeşitlik sosyal hakların kabul edilmesi ve açıktan şiddete daha az başvurulması bir çelişki yaratıyordu devlet kurumunun anlaşılması açısından.
Öte yandan teknolojik gelişmeler birçok kitle iletişim aracı yarattı. Devlet ve kapitalistler bu kitle iletişim araçlarını, kitleleri kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmede çok etkin biçimde kullandılar. Kitle iletişim araçlarının manipülatif amaçlı kullanımı, devletin yapısı ve egemen sınıflarla ilişkisini de değiştirdi. 1930’larda bu durumu fark eden A.Gramsci, egemen sınıfların ve devletin belli bir kısım insanı etkileyerek kamuoyunda yaygın bir ‘rıza'(=kabullenme) anlayışı yaratarak toplumları yönettiğini söyleyerek yeni bir ‘hegemonya’ kuramı oluşturdu.
Kilise, ordu, okullar vb. kurumları ‘devletin ideolojik aygıtları’ gibi gören ve bunun üzerinden yeni bir Marksizm anlayışı oluşturan Louis Pierre Althusser de benzer bir açıklama yaptı.
Marksizm’e karşı eleştirilerin en sert ve yıkıcı olduğu alan sınıflar ve sınıf bilinci kuramı çerçevesinde gelişti.
Marks yaşarken en yaygın işçi kümesi sanayi işçiliğiydi. Oysa 20. yüzyılda sanayi işçiliği yüzde 15’lere kadar azalırken hizmet sektörü yüzde 80’lere yükseldi. Emperyalizmin Avrupa devletlerine sağladığı kârlarla, bir işçi aristokrasisi oluşturuldu. Tüm bu yöndeki gelişimler nedeniyle işçi sınıfının artık bir orta sınıf gibi değerlendirilmesi gerektiği ve yine bu yüzden artık sosyalist bir devrim için çaba harcamayacakları iddia edildi.
Daha da önemlisi, Marks’ın, ‘işçi sınıfının er geç sınıf bilinci edineceği ve kendi sınıfsal çıkarları için sınıfsal bir mücadele vereceği’ öngörüsünün bir türlü gerçekleşmemesiydi. 20. yüzyılda işçi sınıfının bırakın sınıf bilinci edinmeyi, devletin kendileri aleyhine uygulamalarını bile coşkuyla karşıladığı görüldü. Hatta emekçi sınıfların desteğiyle Avrupa’nın birçok ülkesinde faşist yönetimler kuruldu.
Bu eleştirilere karşı Lenin, ‘sınıf bilincinin işçi sınıfında kendiliğinden oluşmayacağını, sınıfa bilincin aydınlar tarafından dışarıdan götürüleceğini-verileceğini’ söyledi. Yaklaşık 100 yıl önce yaygın olarak kabul edilen bu anlayışa karşın işçi-emekçi sınıflarda sınıf bilinci geliştirmek ve sınıf mücadelesine katılmak yönünde bir çaba oluşmadı. Tüm bir yüzyıl, Godo’yu (Godot’yu) bekler gibi bekledik emekçi halkların sınıf bilinciyle davranmasını.
Kimileri, ‘bu sınıf bilinci evrime benzer, emekçilerde sınıf bilinci oluşması binlerce yıl alabilir’ dediler.
Tekel direnişi, madenci grevi gibi kimi olaylar yaşanırken hep bir ağızdan, ‘işçi sınıfı ayaklandı’, ‘işçi sınıfı burjuvazinin başını ez
ecek’ diye bağırdık. Çok heyecanlandık. Öyle ki, bazı dönemlerde insanlar birbirlerine fısıltıyla ‘haftaya devrim olabilir’ dediler.
Kapitalist yaşam anlayışının artık evrensel bir yaşam kültürü haline geldiğini, bu koşullarda bir sınıfın sınıf bilinciyle devrim için bir girişimde bulunmayacağını da söyledi bazı düşünürler.
Marks’ın kapitalizmin bunalımlarının giderek derinleşeceği ve emekçi halkların giderek yoksullaşacağı öngörüsü de tartışmalara yol açtı. Çünkü kapitalizm bunalımlarını artık daha hızlı ve daha kolay aşmaya başladı.
Kapitalistlerin kârı artarken, emekçilerin artı-değerden aldığı pay ya yerinde kalıyor ya da geriliyordu. Buna karşın halk yaşamından memnun görünüyordu. Tüketim mallarının fiyatlarındaki düşüş ve yaşamı kolaylaştıran çamaşır, bulaşık makinesi gibi ev araçları ve kentlerdeki kamu hizmetinin yaygınlaşması, insanlarda eskiye göre daha iyi daha rahat yaşadıkları duygusu oluşturuyordu.
Kârların azalma eğiliminin de ancak belli koşullarda gerçekleşeceği anlaşıldı.
20. yüzyıl boyunca kapitalizmdeki değişimler, ana akım Marksizm içinde birçok ayrışmaya yol açtı.
C-MARKS’IN TEMEL KURAMLARININ ANLAMI VE İŞLEVİ
ben sana mecburum bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum
Atilla İlhan
Birinci bölümde Marks’ın gerçekçi ve bilimsel olarak tarihsel-toplumsal yapıları ne kadar doğru biçimde açıkladığını gördek.
İkinci bölümdeyse, 20. yüzyılda da, ana akım Marksizm’in hemen hemen tüm kuramlarının şiddetle eleştirildiğini, eleştirilerin de geçerli açıklamalar olduğunu gördük.
Gerçekten tam bir ‘lüsyen hanım sendromu'(2) ile karşı karşıyayız. Nasıl ve neden böyle bir durum ortaya çıktı?! Bir yandan Marks’ın kuramlarına başvurmadan hiçbir şeyi açıklayamıyoruz; öte yandan bu kuramın her yanının geçersiz olduğuna ilişkin verilerle karşılaşıyoruz!
MARKS’IN DEHASI VE ÖNEMİ
Zekaya inanmadığım için bu sözcüğü kullanmak istemem. Ama bazı insanlar var ki, onlara deha-dahi demekten kendimi alamıyorum. Bu insanlar Beethoven, Isaac Newton, James Clerk Maxwell, Albert Einstein, matematikçi küçük Gaus, Nazım Hikmet ve Karl Marks.
Çünkü Marks, tarihi ve toplumları anlamak için bilimsel bir yöntem yarattı. Ve tüm insanlık tarihini, insanın pratik etkinliklerinin tarihi olarak açıklayarak, tüm tarihsel-toplumsal yapıların yaşam pratiğinden temel alan geçici formasyonlar olduğunu gösterdi. Bütün bir yaşamı, ilk kez ve bir bütünlük oluşturacak biçimde, gerçekçi ve bilimsel olarak o açıkladı.
Bu özellikleri onun tüm tarihin en önemli bilim insanlarından biri yapar.
MARKS’IN YANILGILARI
Herkes gibi dehalar da yanılır. Çünkü her insan döneminin ideolojileri, insan beyninin sınırları, çağının bilgi birikimi vb birçok şeyle sınırlıdır.
1- Avrupa tarihinin kuram oluşturmaya katkısı
Marks, kuramını, Avrupa tarihine dayanarak oluşturdu. Kuramını Avrupa tarihine dayanarak oluşturması, yanılgılarının en önemli nedenlerinden biriydi. Bu nedenle, Avrupa tarihinin kuramdaki işlevine özel değinmek gerekiyor.
Avrupa, dünya yüzündeki 150 milyon Km2’lik toprak -kara parçasından sadece yüzde 6’sını oluşturan en küçük kıtadır. Rusya’nın yarısı kadardır; Çin, Brezilya gibi ülkelerle aynı yüzölçümüne sahiptir.
Ancak dünyanın bu en küçük anakarası, dünyanın geri kalanından çok farklı özelliklere sahiptir. İnsan türünün en son ortaya çıktığı kıtadır. İnsanların uygar yaşam kurdukları en son yerdir.
Bizim konumuz açısından önemiyse şöyle:
Dünyanın tüm toplumlarında eskiden beri sınıflı-sömürülü bir üretim tarzı geliştiği biliniyor. Ancak, dünyanın yüzde 6’sını oluşturan Avrupa’daki toplumsal-tarihsel yapı, öteki toplumlara benzemiyor. Sömürücü sınıflar ve devletler, bu kıtada büyük-merkezi imparatorluklar kuramamış. Avrupa’da küçük feodal kent beylikleri gibi bir yapı var. Bu yapı,
a) Üretim alanın küçük olması nedeniyle, artı-üretimin ve sermayenin çok az birikebilmesine ve herhangi bir üretim krizinde hemen üretici sınıflarla egemen sınıflar arasında çatışma yaşanmasına yol açıyor.
b) Küçük feodal beylik yapısı egemen (sömürücü) sınıflarla emekçi üretici sınıfların dar bir alanda bir yüz yüze olmasını gerektiriyor. Bu yüz yüze olma durumu da hem ayaklanmaları, hem sınıf tavrı-bilinci edinmeyi, hem de ayaklanmaların ‘üretim tarzı’ değişikleriyle sonuçlanmasını kolaylaştırıyor.
İşte tüm bu nedenlerle, dünyanın geri kalanıyla aynı tarihsel dönem içinde, Avrupa’da köleci, feodal, kapitalist üç değişik üretim tarzı yaşanmış. Dünyanın yüzde 95’ini oluşturan toplumlarda aynı zaman sürecinde böyle bir durum gözlenmiyor.
Birden çok üretim tarzının art arda geliştiği, yoğun sınıf mücadeleleriyle geçen tarihsel bir dönem, bilimsel soyutlamalar yapmak açısından çok yararlıdır. Marks, bu anakara parçasının tarihsel özelliklerinden toplumların değişimine, sınıflara ilişkin formasyonlar-formülasyonlar türetti. Tüm çıkarımları Avrupa için doğrulanabilir, gerçekçi ve bilimseldi. Ancak bu bilgilerin sadece Avrupa’ya dayalı olarak yapılması, kuramının öteki toplumları açıklayabilme gücünü azalttı. Birçok yanılgıya yol atı.
Sonraki yıllarda, o zamanın eksik ve çarpık bilgilerine dayalı olarak dünyanın öteki bölümlerindeki toplumsal-tarihsel yapıları da inceledi Karl Marks. Ve gerçeğe çok saygılı bir insan olarak, öteki toplumlarda Avrupa’dan çok farklı bir yapı olduğunu gördü. (Doğu sorunu ve antik üretim tarzları.) Ancak, o dönemin sürekli sınıf savaşlarıyla geçmesi, kuramın politik bir dünya görüşüne dönüşmesi gibi nedenlerle, temel kuramda değişiklik yapma gereği duymadı.
2- Nesnel-Öznel ilişkisine ilişkin sorunlar
Sadece Avrupa tarihine dayalı bir çözümlemeyle üretilen Marksizm’in en çok tartışılan yanlarından birisi de, alt-üst yapı, sınıf bilinci, sosyalist üretim tarzına geçişin zorunluluğu gibi kuramlarda; nesnel olanla-öznel olan (öznel bilinç) arasında, doğrudan, zorunlu bir ilişki varsaymış olmasıdır.
Materyalist bilinç kuramının temel ilkelerini bilimsel olarak açıklayan bir bilim insanı, nesnel-öznel ilişkisinin doğrudan, birebir ‘tarihin mantığına uygun olarak’ gerçekleşmeyeceğini neden göremedi?
Öncelikle kuramın Avrupa toplumundan türetilmesi böyle bir kuşkuya düşmesini önlemişti. Çünkü Avrupa’nın tarihsel gelişimine bakınca insan nesnel-öznel arasında doğrudan bir ilişki var sanısına kolayca kapılabilirdi. Öte yandan, yanılgıyı yaratan başka etkenler de vardı. Bunlardan birisi, Aydınlanmanın ve liberalizmin temel savlarından, ‘insan çıkarları peşinde koşan akıllı bir varlıktır’ savına Marks’ın da inanmasıydı. Bir başka etken, o dönemde, Avrupa’da çok şiddetli sınıf savaşlarının, iç savaşlarının, ayaklanmaların yaşanmasıydı. Bu koşullar altında kimse Marks’ın kuramlarından kuşku duymazdı.
Tüm bunların dışında bir başka etkene daha değinmek istiyorum. Marks, kuramlarını salt Avrupa temelli oluşturduğunu fark etse ve değiştirmek istese bile değiştiremezdi. Çünkü, Marksizm Marks’ı çoktan aşmıştı. Tüm dünyada devrimsel bir sonuca yol açmış ve güçlü bir politik kuram oluşturmuştu.
Bu olay tüm büyük kuramların başına gelir. Örneğin A.Ein
stein’in özel ve genel görelilik kuramı, insanlarda öyle bir etki yaptı ki; herkes ışıktan daha hızlı giden nesneler tasarlamaya başladı. Geçmişe ve geleceğe zaman yolculuğu yapılabileceğine inandılar. Oysa bu inanca yol açan Einstein’in kuramı; ‘bu kuram iki temel varsayıma dayanır. Birincisi, tüm referans sistemlerinde fizik yasaları aynı biçimde geçerlidir, ikincisi doğadaki en büyük hız ışık hızıdır ve tüm ortamlarda aynı hızla hareket eder’ diyerek başlıyordu. İnsanların kurama inancı kuramın yaratıcısını bir kez daha aşmıştı!
3- Kapitalizm öncesi toplumsal yapılarla kapitalizm arasındaki niteliksel ayrımlar
Marksizmin politik başarısızlığının en önemli etkeninin, kapitalizm öncesi üretim tarzlarındaki yaşam biçimiyle kapitalist toplum tarzı arasındaki yaşam biçiminin farklarını kavrayamamasıdır. Bu yüzden kapitalist ve kapitalizm öncesi üretim tarzlarının üretim, bölüşüm, sınıf mücadelesi ve sınıf bilinci açısından nasıl farklı sonuçlara yol açtığını karşılaştırmak gerekiyor.
Antik, köleci, Asyatik-doğu tarzı, feodal vb tüm eski üretim tarzlarına ‘kapitalizm öncesi üretim tarzları’ denir.
a) Kapitalizm öncesi üretim tarzlarının tümünde, insanların yaşamak için kullanmak-tüketmek zorunda oldukları tüm nesneler, doğadan-topraktan elde edilen nesnelerdi. Bu nesneler hem tüketim malı hem de alış-veriş metaları olarak kullanılan ürünlerdi.
b) Kapitalizm öncesi üretim tarzlarının tümünde, egemen (sömürücü) sınıfla üretici sınıf arasındaki ilişkiler, zoralım, zorla çalıştırma ilişkisi biçimindeydi. Sömürü ilişkisi, üretici sınıfların zorla çalıştırılması ve elde ettikleri ürünlere zorla el konulması biçimindeydi. Üretenler ve el koyanlar için nesneye sahip olma mücadelesi yaşanıyordu aralarında.
c) Aynı ürünler üzerinden yürütülen, bir tarafın ürününü vermek istemediği, öteki tarafın zorla el koyduğu bu ilişkide; sınıflar arasında yüz yüze çatışma yaşanıyordu. Paylaşım savaşının yüz yüze ve zorla olması, sınıfsal çıkarların sıradan insan tarafından kolayca kavranabilmesine, dolayısıyla sınıf bilinci edinilmesine yol açıyordu.
d) Yaygın ve derin kriz dönemleri, sistemi tümden sarsan sınıf çatışmalarına yol açıyor ve üretim tarzlarının değişimiyle sonuçlanıyordu.
Tüm bunlar, kapitalizm öncesi üretim yapılarında, sınıf mücadelesi ve sınıf bilincinin oluşum yapısını gösteriyor bize. Marks da çözümlemesini bu toplumsal yapılara ilişkin incelemelerinden türetmişti.
Şimdi kapitalist topluma bakalım.
a) Öncelikle kapitalist üretim tarzı, yaşamak için tüketmek zorunda olduğumuz malları-nesneleri doğaya bağlı, işlenmemiş ürünler olmaktan çıkardı. Artık tükettiklerimiz endüstriyel ürünler olarak üretiliyor. Ürün çeşitliliği sonsuz sayıda arttı.
b) Tüketim ve alım-satım nesnesi olan ürünler fabrikalarda üretiliyor ve pazarda herkesin kullanımına açık olarak satılıyor. Böylece ürünler egemen ve üreticinin elinde sahip olmak istedikleri ürünler olmaktan çıktı ve pazar nesnelleşti.
c) Ürün üreticinin elinden zorla alınmadığı gibi, üretici sınıflar zorla da çalıştırılmıyor. Emekçiler emek güçlerini ücret karşılığı satıyorlar kapitaliste.
d) Bu üç değişim, kapitalist toplumda üretim-tüketim-sömürü ilişkilerinin biçimini (yapısal olarak) değiştiriyor. Zorla alma ve zorla çalıştırmanın ortadan kalkması, üreten sınıflarla sömürücü sınıfların ilişkisi yüz yüze bir çatışma olmaktan çıkardığı için, sınıf çatışması azalıyor. Sınıflar arası ilişkiyi artık çıplak gözle kavrayamıyoruz. Karşıt sınıflar artık soyut bir varlık kimliği kazanıyorlar.
e) Pazarın nesnelleşmesi de, tüketim eylemini, elkoyma-elkoymaya direnme ilişkisi olmaktan çıkarıyor ve tüm ürünlerin pazardan parayla alındığı nesnel ve bireysel bir eylem durumuna sokuyor.
f) Genel sonuç olarak yaşam pratiğinde sınıf savaşı ve sınıf bilinci edinmenin pratik gerekçeleri ortadan kalkıyor.
g) Teknolojilerin gelişmesi yaşam tarzlarının gelişmesine, yaşam tarzlarının gelişmesi de daha çok malı-tüketim nesnesini tüketmek zorunda olmamıza yol açıyor. Yaşamı sürdürmek için her geçen gün daha fazla tüketim nesnesine bağlanıyoruz.
h) Kapitalist toplumda pratik yaşam etkinliği-yaşam mücadelesi; tüketim nesnelerini satın alabilmek için paraya -para için iş edinmeye- para kazanınca tüketim malalarını satın almaya giden bir döngü biçiminde.
Bu yaşam pratiğinde, insanlar iş bulur ve yeterince tüketim malına ulaşabilirse yaşamından memnun oluyor. İyi yaşamanın, yaşamından memnun olmanın ölçütünü de, daha çok ve daha lüks ürünler tüketebilmek olarak kavrıyor.
Sınıfların varlığı, artı-değer oranı, sınıfsız toplum vb. onları ilgilendirmiyor artık. Soyut bir bilgi olarak bunları öğrenseler bile, kapitalist sisteme ve onun dolayımlı uygulayıcısı devlete karşı mücadele etmek pratik yaşamlarını sürdürmek için pratik bir anlam taşımıyor.
Çağımızda ayaklanmaların daha çok tüketebilmek, tüketim özgürlüğü alanını genişletmek için yapılıyor olması bu gerçekliğin kanıtı.
Bu açıdan 1968 hareketi, 1989 yılında sosyalist ülkelerde görülen anti-sosyalist karşıdevrimler ve şimdi Arap-Müslüman ülkelerde yaşanan ayaklanma girişimleri ilginç örnekler. Üçünde de, halklar daha çok tüketim özgürlüğü, daha çok tüketim için ayaklandı. Üçünün de başlatıcısı sınıfsal bir bilinçleri ve örgütlenmeleri olmayan gençlerdi. Üçünde de bir ülkede başlayan hareket hızla öteki ülkelere sıçradı.
1968 ayaklanması, cinsel özgürlük başta olmak üzere tüm eski kuralların, tabuların kaldırılmasını talep ediyordu. Daha çok tüketim nesnesine sahip olmak istiyorlardı.
1989’da, hem de sosyalist ülkelerdeki insanlar, kapitalist ülkelerdeki insanların tükettikleri ürünleri tüketebilmek ve kapitalist anlamda burjuva demokrasisi talebiyle ayaklandılar.
Şimdilerde, Arap halkları da daha çok özgürlük, daha çok tüketim nesnesine sahip olmak isteğiyle ayaklanıyorlar.
Kapitalist toplum yapısı, insanların yaşamlarını sürdürmek için avutucu, yanıltıcı yöntemler de geliştiriyor.
Bunlardan birisi, ücretlerin düşük tutulmasına karşın, kredi ve kredi kartı kullandırma yoluyla, gereksinimleri giderebilir olma-taksitle de olsa yaşamını sürdürebilir olmaları sanısı yaratmaları. Bu uygulama hem tüketim mallarının tüketimini olanaklı kılarak kapitalistlerin krizini azaltıyor, hem de yoksulluğa karşı ayaklanmaların engellenmesini sağlıyor.
Bir başka yanıltıcı yöntem, yaşamı sürdürebilme başarısının bireyin kendi çabasına bağlı olduğu inancı yaratmaktır.
Emeğin ücret karşılığı satış nesnesi olduğu kapitalist sistemde, daha iyi yaşayabilmenin tek yolu emeğini daha yüksek ücrete satmaktır. Bu durum, kurtuluşun bireysel çabayla sağlanacağı inancı yaratıyor. Böylece emek piyasasında iş bulma yarışına giren insanlar, iyi iş bulmak için iyi eğitim almaya, hala iş bulamazlarsa CV’lerini ek kurslarla güçlendirmeye yönlendiriliyor. Kurtuluş yolunun bireyin kişisel çabasıyla sağlanacak bir şey olması, daha iyi yaşayabilirim umudunu sürekli kılıyor. Başarısız olması durumunda da (işsiz kalması), aç olmasından, işsiz olmasından sistemi değil, kendini suçlu buluyor.
Tüketimin kamçılanmasına, marka-mal fetişizmine, yabancılaşmaya, ahlaksal yozlaşmaya vb sonuçlara konu
muzun dışında kaldığı için değinmiyoruz. Ama bunların tümü birden, yaşamı tümüyle tüketim ürünlerine bağlanmış, insanca yaşama olanağını yitirmiş bir insanlık durumu ortaya çıkarıyor.
KAPİTALİZM ÇÖKÜYOR MU?
Kapitalizmin Marks’ın öngördüğü gibi çökmeye uğramadığı-uğramayacak gibi göründüğü de sık yöneltilen eleştirilerden biridir. Bu eleştiri daha çok Marksizm dışından yöneltilen bir eleştiridir. Ama üzerinde kısaca durmaya değer.
Yaygın kanı, kapitalist sistemin krizlerini daha hızlı ve daha az hasarla atlattığıdır. Gerçekten de krizleri 19. yüzyıldakinden daha az hasarla daha hızlı atlatıyor gibi görünüyor kapitalizm. Bunda toplam üretim miktarının artması, sermaye birikiminin artması, devletin dolaylı olarak sürece müdahale etmesi, para politikası araçlarının ve olanaklarının çeşitlenmesi gibi etkenler belirleyici oluyor.
Ancak, bir yandan krizlerini daha kolay atlatıyor gibi görünen kapitalizm, öte yandan aşırı üretim krizinin sistemi çöküşe götürecek boyutlara ulaşması nedeniyle uçurumun eşiğinde duruyor.
Ben, kapitalizmin, durumsal-dönemsel olarak değil, sürekli ve geri dönüşsüz biçimde aşırı üretim bunalımına girdiğine inanıyorum. Çünkü üretim teknolojileri o kadar gelişip hızlandı ki, tüm ürünlerde-mallarda, eritilemeyecek-tüketilemeyecek kadar aşırı bir stok var.
Yanlış hatırlamıyorsam, 1975’te dünya toplam ticaretinin yüzde 75’i üretim malları üzerinden, kalan bölüm spekülatif yatırım (finansal yatırım araçları) için harcanıyormuş. 2000 yılında bu sayılar yüzde 5 üretim, kalan bölüm finansal yatırım için olacak biçimde değişmiş. Böyle bir ekonomik sistemin sürdürülebilmesi mümkün mü?
Aşırı üretim krizinin nasıl ve ne boyutta gerçekleşeceği, Marksizmin politik amaçları için çok önem taşıyor.
MARKS’IN KURAMINA GETİRİLEN ELEŞTİRİLERİN ELEŞTİRİSİ
Felsefe açısından Marks’ın kuramlarına getirilen eleştirileri iki başlık altında inceleyebiliriz.
1- Kuramın aşırı genel (üst düzey) soyutlamalara dayanması
Yapıların tüm süreçlerini inceleyip, sürecin tümüne ilişkin üst düzey soyutlamalar türetmek, bizi gerçekten uzaklaştırmaz. Tam tersine, öze-içsel ilişkilere ilişkin en derin bilgilere bu genel soyutlamalarla ulaşırız. En genel soyutlamalar bize yöntem bilgisi sağlar. Bu tüm bilimler için geçerlidir.
Yanlış olan, bu üst düzey soyutlamaların, herhangi bir duruma-döneme ilişkin somut durumu açıklayan yasalarmış gibi kullanılmaya çalışılmasıdır.
Marks, tarihsel toplumsal yaşamın özüne ilişkin genelleyici soyutlamalar yaparken çok doğru bir yol izlemiştir ve bize çok bilimsel-yöntemsel bilgiler kazandırmıştır.
2- Terimlerin net tanımlanmadığı eleştirisi
Tarihsel-toplumsal yapılar sürekli oluş durumundadır. Tamamlanmış-bitmiş şeyler değildir. Üstelik çok karmaşık ilişkilerden oluşurlar. Böylesi bir gerçekliği tanımlamaya, çözümlemeye çalışan terimler zorunlu olarak çok net olamazlar. Ancak genel uğrak-dönüşüm anlarını niteleyen, soyutlalar olmak zorundadırlar.
Ben de birkaç yıl önce, Marksizm hakkında eleştiriler okurken, terimlerin net tanımlanmadığını düşünmüştüm. Özellikle üretici güçler-üretim ilişkileri kuramında bu bulanıklık çok belirgindi. Şimdi eskisi gibi düşünmüyorum. Bu net olmama durumunun doğal olduğunu, her teorinin öze ilişkin anlamı içinde anlamlandırılması gerektiğini düşünüyorum.
KURAMIN YANLIŞ KULLANILMASINDAN KAYNAKLANAN SORUNLAR
Marks’ın yaşadığı dönemde tarihsel-toplumsal araştırmalar henüz yeni başlıyordu. Bir yandan yeterli bilgi birikiminin olmaması, öte yandan Marksizm’in açıklama gücüne duyulan yüksek güven; bu kuramın, tüm toplumlara, tüm dönemlere ‘fiziksel bir yasa’ uyarlılığında, bir şablon gibi kullanılmasına yol açmıştı.
20. yüzyılda toplumsal-tarihsel incelemeler arttıkça tam ters bir durum oluştu. Marksizm’in kuramlarının yaşamı doğru açıklayamadığı söylendi. Kuramın su ya da bu parçası reddedilmeye başlandı.
Ancak, kuramı kullanırken de, yanlış bulurken de aynı hatayı yapıyordu tarihçiler ve toplumbilimciler. Marks’ın kuramını bir yöntem olarak kullanmak yerine, bir fizik yasası gibi kullanıyorlardı.
Oysa Marks’ın temel kuramları, toplumsal-tarihsel çalışmalarda gerçeği kavramamız için gerekli birer felsefi çıkarımlar olarak kullanılmalı. Yani daha herhangi bir araştırmaya başlamadan, toplumun neresine bakacağımızı, neleri nasıl ilişkilendireceğimi gösteren genel bir yöntem gibi düşünmek gerekir Marks’ın tarihsel ana kuramlarını. Çünkü tek tek bireylerin etkinliklerinden, sayısız kurumdan, ideolojilerden ve sayamayacağımız kadar çok bileşenden oluşan toplumsal yapıları anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için; başka bir değişle ağaçlara bakarken ormanı kavrayamaz duruma düşmemek için en temel soyutlamalardan kurulu bir yönteme gereksinmemiz var.
O, kuramlarını sistematik bir biçimde açıklamamıştı. En genel tarihsel çıkarımlarını, incelediği konuların satır aralarında söylemişti. Önce bir soyutlamadan söz ediyor sonra ona ilişkin kendi toplumsal çözümlemesini anlatıyordu. Aynı kitapta bir soyutlamayı birden fazla anlamda kullandığı da oluyordu.
Tarihsel bir soyutlamanın, somut tarihsel dönemlere doğrudan, yasa gibi uygulanmaması gerektiğini birçok çözümlemesinde göstermişti. Örneğin, devletin, sınıflı toplumda yaşanan gerilimi, egemen sınıflar lehine çözmek için oluşturulmuş bir zor örgütlenmesi olarak tanımlamasına karşın; devletin tüm sınıflara eşit biçimde zor kullandığı Bonapartist devletten söz etmiştir. Yine, Doğu toplumlarını incelerken üretim tarzlarının yapısı ve sınıflar hakkında farklı çıkarımlar yapmıştır. Bu örnekler gösteriyor ki, kendi soyutlamalarını, toplumsal yapılara şablon gibi uyarlamamış, gerçeği zorlamamıştır Marks.
Zaten Marks’ın alt-üst yapı, üretim ilişkileri-üretici güçler ilişkisi, devlet, sınıflar vb tüm kuramları tek bir biçime indirgenebilir. Bu kuramların tümü, maddi (=yaşamsal pratikten ve nesnel koşullardan kaynaklanan)yapıların düşünsel yapıları belirlediğini gösteriyor. Yani tarihsel yapılara materyalist bir yöntemle bakılmasını öneriyor özünde.
D-TARİH NASIL İNCELENMELİ VE YAZILMALI
Bir insan ömrünü neye vermeli
Harcanıp gidiyor ömür dediğin
Yolda kalan da bir yürüyen de bir
Harcanıp gidiyor ömür dediğin
Bir insan ömrünü neye vermeli
Para mı onur mu taş dikenli yol
Ağacın köküne inmek mi yoksa
Çırpınıp duruyor yaprak dediğin
TARİH NEDİR?
Bireylerin ve toplumların tüm yaşamı tarihin kapsamı içindedir ve bir tarih incelemesinin konusu olabilir. Çünkü tarih, insanların geçmişteki yaşamlarıdır.
Ancak bizim bir araştırma disiplini olarak söz ettiğimiz tarih, geçmişte yaşamış sayısız insanın günlük-rutin yaşamları değildir. Tarih, geçmiş toplumların yaşamının (praksisinin) genel özelliklerinin ifadesidir.
Tarihçi geçmişe ilişkin tüm verileri inceleyip, bu verilerden, o dönemdeki insan yaşamının (praksis) temel özelliklerini ortaya çıkaracak soyutlamalar üretir. Bu yeni soyutlamalar daha geniş alanları açıklamak için bir üst düzeydeki tarih incelemeleri için veri oluşturur. Bu soyutlama süreci, belli bir dönemdeki yaşam pratiğinin tüm yanları ve ilişkileri ortaya çıkarılana kadar sürer. Yani belli bir dönemdeki günlük yaşama ulaşana kadar.
Böyl
ece biz geçmişte insan yaşamlarında neyin nasıl değiştirdiğini, bu değişimlerin nasıl pratik yaşama yansıdığını öğrenmiş oluruz.
TARİHİ KİM YAPAR?
‘İnsanlar, farkında olmadan, kendi tarihlerini kendileri yaparlar’ demişti Marks. Bu basit gibi görünen söz, Marksizmin öteki kuramlarıyla birlikte ele alınırken, Marksist’ler arasında önemli ayrımlar oluşmasına yol açtı. Örneğin, ‘aşağıdan tarih yazımı’ akımın bir üyesi olan Edward Thompson, insanların sıradan günlük yaşamlarının da tarih yapmak olarak görülmesi gerektiğini söylerken; L. Althusser, ‘insanların, ekonomi-politik zorunlulukların uygulayıcısı olduğunu’ söyleyerek, nerdeyse insanın tarihsel koşulların tutsağı olduğunu söylüyordu.
Marks, ilk kez tarihe-topluma bilimsel bir inceleme yöntemi getirmiş birisi olarak; kendinden önceki tarih anlayışlarının yanlışlığını göstermek için buna vurgu yapmıştı. Çünkü Marks öncesinde, Tarih, ya ilahi bir kader, ya insanların düşüncelerinin gelişmesiyle değişen bir süreç (idealizm), ya da belli ulusların bir misyonu yerine getirmekle görevli olduğu yaşam (Hegel vb) olarak kavranıyordu.
Bu sözü söylerken, tek tek bireylerin günlük-sıradan yaşamlarının da tarih yapmak olarak görülmesi gerektiğini söylemek istediğini sanmıyorum. Zaten o anlamda söyleseydi, ‘insan yaşamını insanlar yapar’ gibi saçma bir şey söylemiş olurdu.
O, toplumsal yaşamı (praksisi) değiştiren etkinliklerden söz ediyordu. Örneğin, James Watt, buharlı makineyi icat ederken, teknik olarak işine yarayacak bir alet icat etmeyi düşünüyordu. Bu aleti bularak tüm toplumsal yaşamı değiştirmek gibi bir amacı yoktu. Ya da 1789 baharında, bir öğleden sonra ellerine kazma-kürek-balta alarak Versailles sarayına yürüyen kadınlar ve erkekler, bir devrim yapalım da insan haklarını ilan edelim, burjuvazinin üretim tarzını yaygınlaştıralım diye düşünmüyorlardı. Onlar sadece açlık ve yoksulluğa karşı tepkilerini getiriyorlardı. Bu yüzden ‘insanlar, farkında olmasalar da, tarihi kendileri yapar’ demişti Marks.
Tarih L. Althusser’in varsaydığı gibi tümden nesnel zorunlulukların tarihin mantığına uygun çözümlerini gerçekleştirerek yaşanmamıştı. Ama öyle bile olsa, tarihin öznesi de nesnesi de insanların yaşam pratikleridir.
TARİH NASIL YAZILMALI?
Marks ve Engels’in oluşturdukları kuramlar, tarihe ve toplumlara bilimsel bir inceleme yöntemi sunmanın dışında, politik olarak da tüm dünyada devrimsel bir sıçrama yarattı. Tüm dünyada Marksizm hızla yayıldı.
Ve bu Marksist tarihçiler ve toplum bilimciler, Marks’ın temel kuramlarını tarihe bir ‘yasa’ gibi uygulayarak, bir şablon gibi kondurarak incelediler tarihi. Artık her tarihsel dönemde, kuramda ifade edilen sınıflar aranıyor (ve bulunuyor), sonra o tarihsel dönem o sınıfların mücadelesi biçiminde anlatılıyordu. Eğer kurama uymayan bir şey olmuşsa, örneğin bir ulus, feodal toplumdan sosyalizme geçmişse, kuramda değil, toplumda hata aranıyordu. Son 150 yıl, Marks’ın kuramlarının tarihe doğrudan uygulanmasıyla yazılan tarih çalışmalarının birbiriyle çatışması biçiminde geçti. Biz de bu arada tarihi yanlış öğrenmiş olduk.
Yeterince yanlış tarih bilgisi öğrendikten sonra, tarih yazımıyla ilgili şu sonuçlara vardım.
a- Marks’ın temel kuramları yöntem olarak ele alınmalı, yasa olarak kullanılmamalı.
Buna ilişkin açıklamaları önceki bölümlerde yaptık. Burada yeniden tekrar etmeyeceğim.
b- Belli bir dönemin sınıfsal ilişkileri, üretim tarzına ilişkin sorunları ve devlet yapılarıyla yetinilmemeli.
Genellikle Marksist tarihçiler arasında iki ana inceleme tarzı var. Bir kısmı ‘aşağıdan tarih yazımı’ yöntemiyle, tüm günlük yaşam pratiklerini inceleyerek, buradan çıkardıkları sonuçları açıklıyor. İkinci kısım, bir dönemin sadece üretimle ilişkili olarak ekonomi-politik yapısını, o toplumdaki sınıfların ilişkisini inceliyor ve buradan çıkardığı sonuçları açıklıyor.
Bence bu iki yöntem de yanlış ve yetersiz.
‘Aşağıdan tarih yazımı’ yöntemini kullanarak yazmaya çalışmak, ağaçlar içinde kaybolup ormanı görememek-kavrayamamak gibi bir sonuç doğurabilir. Sonuç olarak söylenenlerde birbiriyle tutarsız sonuçlara dönüşebilir.
Sadece üretimle ilişkili yapıyı inceleyenlerse (ki bunların sayısı ve karizması daha çok), Marks’ın temel kuramlarını yasa gibi toplumlara uygulayarak, sadece üretime ve sınıflara ilişkin verilerden toplumları açıklamaya çalışıyor.
Bunların yaptıkları daha büyük bir hataya yol açıyor. Öncelikle,’ kuramları yaşamdan çıkarmak yerine, yaşama kuram’ dayatıyorlar. (Engels, 150 yıl önce, ‘yaşama ideoloji uygulanmaz, ideolojiler yaşamdan çıkarılır’ demişti.) Örneğin, Hindistan’da egemen sınıfların kâr oranının iyice azaldığı bir dönemde yoksulluk iyice derinleşiyor. Bu durumda egemen sınıftan kimi tüccarlar inekleri keserek Çin’e et satarak kazanç sağlamaya çalışıyor. Hindistan’ın inekleri kutsal sayan bölgesinde de ayaklanma başlıyor diyelim. Bu tarihçiler, ‘egemen sınıfların kar oranı azaldı, alt sınıflar yoksulluğa tepki gösterdi’ diye yorumluyorlar bu olayı. Oysa gerçekte, Hindu dinine inanan insanlar dinsel inançlarının çiğnenmesine tepki gösteriyor olabilirler.
Buna çok benzer bir çözümlemeyi, benim de çok saygı duyduğum bir İngiliz tarihçisi yapmıştı. 1968 olaylarını açıklarken, 1960’dan sonra kapitalistlerin kâr oranlarındaki kısmi azalmanın halkın refah durumuna yansımasının bir sonucu olarak açıklıyordu 1968 ayaklanmalarını. Oysa ayaklanan gençlik cinsel özgürlük istiyordu, mastürbasyonun ruhsal bir hastalık olarak görülmemesini istiyordu, Avrupa’daki ahlak kurallarına karşı çıkıyordu.
c- Tarihsel inceleme günlük yaşam pratiğine uzanmalı
Salt üretime ve sınıflara ilişkin çözümleler yapanların başka bir yanlışı da; salt üretim ve sınıfsal ilişkilere dayalı incelemelerden, o tarihsel dönemi açıklamaya çalışmaları. Gerçeklikte, insanların duygularının, düşüncelerinin, inançlarının, amaçlarının, isteklerinin yansıdığı günlük yaşam pratiklerini ulaşmadan; o dönemi açıklayamayız.
Bu yüzden tarihsel incelemelerin, üretime, sınıflara, doğa olaylarına, ideolojilere ilişkin tüm verilerden giderek günlük yaşam pratiğini bir bütün olarak açıklayacak aşamaya kadar sürdürülmesi gerekir. Ancak o zaman ilgili tarihsel dönemdeki insanların praksisin bilgisine ulaşabiliriz.
Tarih yazımında da (açıklama aşaması), günlük yaşam pratiğinden başlanarak bunun arka planındaki etken açıklanmalı. Yani nesnel somuttan soyuta ve oradan düşünsel somuta giden yol hem anlama hem açıklama aşamasında kullanılmalı. Burada somut ve soyut bütünlüğün başlangıç ve bitiş noktası toplumun günlük yaşam pratiği olmalı (praksis).
Dipnotlar:
(1) Matt Perry, Marksizm ve Tarih, İletişim yayınları, 2010, İstanbul
Matt Perry, başlangıçtan bu güne Marksist tarih anlayışlarını tarihsel olaylarla birlikte ele almış ve tüm kuramları karşılaştırmalı olarak çok iyi anlatmış.
(2) Abdülhamit’in ‘Lüsyen’ adlı İtalyan karısı için kullandığı, ‘seninle de olmuyor, sensiz de’ sözünü anlatan deyim.
15 NİSAN 2010