“… Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/ Affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini/ Fakat seviyor seni; çünkü sen de affetmedin/ Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına …” Nazım Hikmet Osmanlı Ermenilerinin yaşadığı trajik olayları soykırım olarak niteleyenlerin, “soykırım”ın başlangıcı olarak kabul ettikleri ve her yıl, olaylarda yaşamını yitirenleri andıkları gündür 24 Nisan. Bunu sebebi, 24 […]
“… Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/ Affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini/ Fakat seviyor seni; çünkü sen de affetmedin/ Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına …” Nazım Hikmet
Osmanlı Ermenilerinin yaşadığı trajik olayları soykırım olarak niteleyenlerin, “soykırım”ın başlangıcı olarak kabul ettikleri ve her yıl, olaylarda yaşamını yitirenleri andıkları gündür 24 Nisan. Bunu sebebi, 24 Nisan 1915’in, doğuda yaşanan birtakım olayları planladığı ve yönlendirdiği düşünülen kişilerin tutuklandığı ve Ermeni örgütlerinin kapatıldığı tarih olmasıdır. Bu gün, aynı zamanda, özellikle son yıllarda “soykırım”ı tanıyan ülkelerin, parlamentolarında bu kararı aldıkları gündür. Son üç yılın 24 Nisan’ı ise, “herkesçe” farklı bir önem taşımaktadır. Zira bu kez, bu tarihte, “soykırım”ı tanıyıp tanımayacağı merakla beklenen ülke Barack Obama’nın başkanı olduğu Amerika Birleşik Devletleri’dir!
Uruguay, Kıbrıs Rum Kesimi, Arjantin, Rusya, Kanada, Yunanistan, Lübnan, Belçika, İtalya, Vatikan, Fransa, İsviçre, Slovakya, Hollanda, Polonya, Almanya, Venezüella, Litvanya ve Şili’nin tanıdığı “soykırım”ı; ABD nasıl olmuş da hala tanımamıştır, gerçekten ilginç! Geçmişte ve bugün, dünyanın birçok yerinde insanlık suçu işleyen ABD’nin “‘Ermeni soykırımı’nı tanımaya yüzü yok” şeklinde bir yorum yapmak, fazla iyimser ve anlamsız kaçacağından, işin içinde başka şeyler olduğunu söylemek mümkündür. Mesela, ABD’nin “stratejik müttefiki” olan ve son yıllarda halkı tarafından kendisine hatırı sayılır bir öfke beslenen Türkiye’yi, daha doğrusu Türkiye’nin Amerikancı yöneticilerini, dış politikada güç duruma düşürmemek ve o öfkeli halka “Türkiye’nin dostu olduğu” imasında bulunmak istemesi olabilir mi? Olabilir. Fakat Obama’nın, daha partisinin aday adayı iken, “soykırım”ı tanıyacağı yönünde Ermeni diasporasında yarattığı yüksek beklentiler, bu olasılığı, önümüzdeki yıllarda etkisiz de kılabilir; bilemeyiz. Bu arada, “soykırım”ın tanınmasına, ABD’deki Yahudi lobisinin de karşı çıkışını, mutlaka ve önemle değerlendirmek gerekir. Zira, “organize işler” bunlar!
İki yıldır, Obama, bilindiği üzere, 24 Nisan’da, “Büyük Felaket” açıklaması yapıyor. Bundan Ermeniler de Türkler de memnun kalmıyor, o ayrı; ancak, “Büyük Felaket” nedir, biz, yekten söyleyelim: “Büyük Felaket”, bugün dünyada ABD’nin öncüsü olduğu emperyalist kapitalizmin, bölgemizdeki Türklere, Kürtlere, Ermenilere, Araplara yaptıklarıdır, onlara yaşattığı acılardır; açlıktır, yoksulluktur, sömürüdür!
Aslına bakarsanız, bu konudaki yorumlar, öngörüler hayli çoğalmışken ve bu “soykırım” meselesinden son dönemde epeyce “ekmek yiyen” milliyetçi ve liberal kesimler tekrardan hararetli tartışmalara girmişken, bu tahminlerden ziyade; herkesin ısrarla görmezden geldiği, 1915’teki olayların ekonomik-politik arka planına yoğunlaşmakta fayda var. Çünkü bu konuya dair yaşanan “tepişme”nin kaldırdığı toz bulutunu dağıtıp sağlıklı bir yorum yapmak, başka türlü mümkün olmayacak. O halde tarihe bir göz atalım.
Abdülhamit’in uzun yıllar süren baskıcı uygulamalarına karşı kurulan, çekirdeği ve “vurucu gücü” Ordu içinde olan, fakat tüm Osmanlı tebaasından taraftar bulan İttihat ve Terakki Cemiyeti; hem askeri hem de politik alanda verdiği mücadele sonucu, 1908 yılında 2. Meşrutiyet’in ilanını sağladı. Cemiyet, bileşenlerinin hoşuna gidecek ve hepsini kapsayacak bir sloganla başarmıştı bunu: “Eşitlik, adalet, kardeşlik!” Meclis’in tekrar açılmasından sonra yapılan seçimlere de yansıdı İttihat ve Terakki’nin “çok renkliliği”. Arap, Arnavut, Rum, Yahudi, Bulgar, Sırp, Ermeni… Her etnik gruptan vekil vardı artık Meclis’te. Öyle ki, tüm bu vekillerin sayısı, Türk vekillerininkinden daha fazlaydı! Yani Cemiyet, bir nevi, bu topraklara has bir “burjuva demokrasisi” tesis etmeye çalışıyordu.
İttihat ve Terakki’nin sınıfsal pozisyonu da gayet netti ve “burjuva eğilimler”, sadece “demokrasi” alanında değildi. Cemiyet’in “özgürlükçülüğü” her şeyden önce, pek tabii ki tüccarlar, yani o dönemin kapitalistleri içindi. Talat Paşa şöyle demiş: “Her savaşta Türk olmayan elemanlar zenginlik sahibi oluyorlardı; vatandaşlar ise, insanca zayiat verdikten başka, fakirlik ve zarurete de düşüyorlardı. Bu bakımdan, yurttaşları ticarete teşvik etmek ve kendilerine kolaylık göstermek gerekli görüldü.” Talat Paşa’nın “yurttaşları ticarete teşvik etme” amacınınsa “özel” bir anlamı vardı: Burada kastedilen yurttaşlar yalnızca Türklerdi. Çünkü bu topraklarda ticareti yönlendirenler, Türkler dışındaki etnik gruplardı.
Bu konuda, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, şöyle söyler: “Ermeni kapitalistleri, İslamlıkta faiz haram olduğu için, Türkiye’de Müslüman tefeci sermayesinin Osmanlı kuruluşundan beri ‘Sarraf’ paravanası idi; Kanuni Sultan Süleyman çağında kesim düzeni (Mukataalar) yayılınca, Yahudi ‘Dolap’çıların bezirgân sermayesiyle iş bölümü yaptı; 19. yüzyılda doğrudan doğruya İngiliz dış ticaretinin imparatorluk ve Orta Asya yolları üstünde imtiyazlı acentesi oldu. Nüfusun ortaçağda yaşayan büyük çoğunluğu üstünde yüzde kırk azınlığın etkisi aktifti.” (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, Tarih ve Devrim Yayınevi, 2. Baskı, Temmuz 1974, Sf. 137-138) İşte bu tarihsel gerçeklik ve Talat Paşa’nın açıkça belirttiği “kutsal amaç”, 1915’te yaşanan olayları anlamamızı sağlayacak “temel nokta”lardır.
Osmanlı’nın özgül koşullarından kaynaklı olarak, o dönemler, bu topraklardaki burjuvazi, ticaret alanındaydı ve bunun doğal sonucu da kompradorluktu. Bu tüccar burjuvaların Batılı kapitalistlere acentelik yapmadan var olmaları imkânsızdı. O halde İttihat ve Terakki’nin amacına ulaşması; yani ticaret ve yeni yeni oluşturmaya çalışacakları sanayi burjuvazisini “millileştirebilmeleri”, öncelikli olarak azınlıkların, özellikle de Ermenilerin, bu alandaki nüfuzunu kırmalarına bağlıydı. (Tam bu noktada belirtmekte fayda var, dini ve milli ayrım gözetmeksizin, tüm Osmanlı halklarını bünyesinde barındıran ve bu sayede 2. Meşrutiyet’in ilanını sağlayan İttihatçıların, Balkanlardaki ayrılık hareketlerinin de etkisiyle, önce İslamcı sonra Türkçü-Turancı politikalara sarılmaları, bir tesadüf değil; aksine tarihsel zorunluluk ve elbette kendi bakış açılarıyla gerekliliktir.) Bu da ancak, kapitülasyonlar sayesinde “Osmanlı’nın efendisi” haline gelen İngiliz ve Fransız emperyalistlerini yenilgiye uğratarak gerçekleştirilebilirdi. Ve bu da, en az onlar kadar güçlü olduğu düşünülen başka emperyalistlerle yapılacak “stratejik işbirliği”yle sağlanabilirdi!
Bu formülasyon, İttihatçıları Almanlara yakınlaştırmış, yeni “stratejik ortak” olarak onların yanına sürüklemiştir. (Böylece, Milli Eğitim’in tarih kitaplarında değinilen, “Enver Paşa’nın Alman hayranlığı”nın da bir magazin öğesi olduğu tezini oluşturabiliriz?) Bu durum da, tıpkı bugün olduğu gibi, ülkedeki çeşitli odakların arkasını dayayacak birer dış güç bulma ve iç, dış politikayı bu eksende değerlendirmeleri sonucunu yaratmıştır. Sultan ve azınlık burjuvaları İngiliz ve Fransızlara, İttihatçılar Almanlara güvenerek hareket etmiş ve büyük kapışmanın ilk raundu, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla birlikte başlamıştır. Tabii, bu Batılı emperyalistlerin asıl derdinin bölgemizdeki pazar arayışı olduğunu ve bu topraklarda yaşayıp kaderini onlarla birlikte çizmeye ça
lışanları zerre kadar umursamadıklarını belirtmeden geçmemek lazım!
İttihat ve Terakki, Meclis’e ve Padişah’a danışma gereği duymadan, Almanlarla imzaladığı ittifak anlaşması gereğince, savaşa dâhil oldu; daha doğrusu Osmanlı’yı dâhil etti. Bu yüzden İmparatorluğun dört bir yanında açılan cephelerde yüz binlerce insan yaşamını yitirdi. Savaşın sonunda ise (1918), müttefikleriyle birlikte tam bir hezimet yaşayan ve bu toprakların fiili işgaline yol açan İttihatçılar, kendi sonlarını hazırlamış oldularsa da, yerli kapitalistlere verdikleri sözü “başarı”yla yerine getirdiler. Cemiyet, zaten savaşın başladığı yıl olan 1914 öncesinde Anadolu’da yaşayan azınlıkları yavaş yavaş yerlerinden etmeye başlamıştı. Bu süreçte, tarihteki başlıca “klişe”lerden olan “Rusların sıcak denizlere inme emeli” de elbette hala “yürürlükteydi”. Çoğunluğu doğuda, bir kısmı ise güneyde olmak üzere vuku bulan Ermeni isyanlarını, o dönemin karakteristik özelliği olan “bağımsızlık” amacına bağlamak mümkünse bile; yaşananlarda Rus emperyalistlerinin etkisini de kesinlikle unutmamak gerekir!
Bu olaylarda birçok Türk’ün öldürülmesi, İttihatçılara bekledikleri “fırsat”ı nihayet vermişti! Buna bir de savaş koşulları eklenince, yapacakları işlere kılıf uydurmaları da kolaylaştı. Ve Talat Paşa’nın emriyle Ermeniler, 1915’te “devletin güvenliği ve kontrolünde” göçe zorlandılar. Uygulamanın ikiyüzlülüğü en başından belliydi. Tehcire tabi tutulanlar, sadece isyan ettiği söylenen Ermeniler değildi. Ülkenin hemen her yerini kapsıyordu bu emir. Sonuçta, Ermeniler bazıları sistemli, bazıları kendiliğinden birçok saldırıya maruz kaldılar. En kestirme yoldan söylersek, apaçık bir katliama uğradılar.
Tam burada, olayın “nasıl”ına dair, yine Doktor’dan bir alıntı yapmakta fayda var. Şöyle diyor: “Meşrutiyet Burjuvazisi, ‘Doğu sorunu’nun tedhişi ardında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten, Osmanlı saltanatında kalmış uluslar içinde, -Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilince ve örgüte kavuşmuş en keskin metalipli yığın, Ermenilerdi. Meşrutiyet Burjuvazisi, birçok alanda olduğu gibi, Ermeni milliyetçiliğine karşı, derebeylikle el ele verdi. El ele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim karşıtlığıyla Ermeniliğe karşı tutuşan Kürt derebeyliğiydi. İttihat ve Terakki devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milisçil örgütler halinde silahlandırıldı. Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan, Türk Meşrutiyet Burjuvazisi kadar, ve belki ondan ‘çok daha fazlasıyla yararlananlar’ Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan’da derebeylik, biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla, biraz daha şişman oldu.” (İhtiyat Kuvvet: Milliyet [Şark], Derleniş Yayınları, Ocak 2010, 2. Baskı, Sf. 26)
Bu ve o dönemki diğer politik gelişmeler sonucunda, 1908’de bu toprakların ekonomisindeki payı, yerli sermayeninkinin 29 katı olan yabancı sermaye, 1918’de yerli sermayenin yalnızca 1 katı kadar daha fazla paya sahip olabilecekti! (Bkz: Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi) Evet, şimdi yukarıda cevabını verdiğimiz soruyu tekrar soralım: Acaba Ermeniler 1915’te neden bu topraklardan göç ettirildiler? Devam edelim: Bugün Türklükleri veya AB’cilikleri ile “gurur duyanlar”, neden olayların bu kısmına dair tek kelime etmezler? Niçin yaşananların “öz”üyle değil de, ölen Ermenilerin sayısıyla ilgilenirler? Bu bölgede, bu tip olayların tekrarlanmaması için çaba sarf etmek yerine, neden bunları kendilerine politik malzeme yapmaya çalışırlar? Niye Ermenilere bu acıları yaşatanların gerçek sorumlularını teşhir etmek yerine, halkları birbirine düşman edecek açıklamalar, işler yaparlar?.. Bunları da yine kendi bakış açımızla cevaplamaya çalışalım.
Bugünden baktığımızda, o tarihte Ermenilere yönelik hiçbir kötü muamele olmadığını iddia etmek saçmalıktır. Mustafa Kemal dahi, “belli bir döneme kadar”, Ermenilerin katliama uğradığını, bunun sorumlularının da İttihatçılar olduğunu birçok kez söylemiştir. Buna rağmen, “asıl katliamı” Ermenilerin yaptığını iddia eden milliyetçi kesim; bu insanların nasıl olup da bir anda bu ülkeden yok olduğunu açıklayamamaktadır. Bununla birlikte, yine bu kesim, Ermenilerin öldürüldüğü gerçeği karşısında çaresiz kaldıklarında, bu sefer de ölü sayısının aslında çok değil, birkaç on bin veya birkaç yüz bin civarında olduğunu iddia etmektedir.
Bu iddiaların karşısında yer alan AB’ci liberallerse, o dönemdeki Ermeni nüfusu bile tam olarak bilinmiyorken, ölü sayısının 1 ile 1,5 milyon arasında olduğunu söylüyorlar. Hangi açıdan bakarsanız bakın, bu konuda kafa karışıklığı yaratmada birbirlerini aratmayan bu adamlar, Ermeniler üzerinden yürüttükleri “vatanseverlik” ve “demokratlık” mücadelesinde, her zaman olduğu gibi, sadece ve sadece olayların ekonomik boyutunu, olaylarda emperyalizmin ve emperyalistlere uşaklık eden burjuvazinin ve Kürt ağalarının rolünü görünmez kılıyorlar! Oysa bugün en çok konuşulması gereken bunlardır; aksi takdirde yüz yıllarca birlikte yaşayan bölge halklarının son dönemde neden sürekli birbirleriyle savaştığını açıklayamayız! Geçmişte birbirlerini kıran bu halkları bugün barıştıramayız! Ki, yukarıda bahsedilen kesimlerin bu konuda yarattıkları tüm olumsuzluklara rağmen, bizim başlıca amacımız bu; yani halkların kardeşliğini sağlamak olmalıdır!
İşin en “kritik”, en “hassas” noktasına, şu “soykırım” meselesine bakalım bir de. 1915’te yaşananların soykırım olduğunu iddia edenler, bu iddialarını Birleşmiş Milletler’in soykırım tanımına dayandırıyorlar. 9 Aralık 1948 tarihli BM kararına göre hazırlanan sözleşmede: “…ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur: a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.” deniyor.
Bu soykırım tanımıyla ilgili olarak sorulması gereken birçok soru var. Örneğin, bu Birleşmiş Milletler’in “önde gelen” üyeleri, yani “büyük devletler”, bu tanımı yapacak “yetki”ye sahip midirler? Dünyanın dört bir yanında yürüttükleri emperyalist savaşların etkileri henüz silinmemişken, nasıl olur da dünya halklarını bağlayacak sözleşmeler hazırlayabilirler? Hadi hazırladılar, burnumuzun dibinde, Irak’ta ABD’nin 1 milyondan fazla Iraklıyı öldürmesi soykırım değil midir? İsrail’in on yıllardır Filistin halkına yaptıkları, bu tanıma göre soykırım suçu teşkil etmez mi? Vs, vs… Elbette bu ikiyüzlü emperyalistlerin insanlığa karşı işlediği suçların hesabını, emekçiler ve ezilen halklar soracaktır. O yüzden, bizim bu soruları dile getirmemizin amacı, sadece, bu ülkenin ve bölgenin sorunlarını, emperyalistlerin hazırladığı; fakat kendilerinin dahi kale almadığı sözleşmelerle çözmeye çalışmanın anlamsız olduğunu belirtmektir.
Bu soykırım tanımının, 1915’teki olayların konuşulmasına, tartışılmasına dair yarattığı bir olumsuzluk da söz konusu. Hatırlanacağı gibi, Fransa’nın bu tanımdan yola çıkarak Türklerin Ermenilere soykırım yaptığını ve bunu inkâr edenleri cezalandırac
ağını açıklamasından sonra, ataları o dönem yaşamını yitiren ve bu olayların acısını herkesten daha çok yaşayan Hrant Dink: “Ermeni soykırımının inkârını suç sayan yasa tasarısı Fransa’da kabul edilirse Fransa’ya gidip Türklerin soykırım yapmadığını söylerim” demişti. Evet, bu da zaten Hrant’ın, bu meseleye dair konuşan herkesten farkıydı. Hayatı boyunca, halkına geçmişte yaşatılan acıların “bedelini ödetebilmek” için mücadele eden; fakat bunu, o öldükten sonra Agos gazetesine sinek gibi üşüşen ve kendilerini 19 Ocak’larda “Hrant’ın arkadaşları” diye tanımlayan bir grup liberal aydın müsveddesi gibi, halkları birbirine iyice düşmanlaştırarak yapmayan biriydi Hrant Dink.
O, yaşanan kötü şeylerin, Ermenilere yapılan zulmün “hesabını”; halkları kardeşleştirerek “sorabileceğini” düşünüyordu. Ancak hep beraber olduğumuz zaman, Türkleri aç, yoksul bırakan; Ermenileri göç yollarında katleden devletten, yani egemenlerden “intikam alabileceğimizi” söylüyordu. Fazla mı naif? Dahası var, bir yerde mealen şöyle diyordu: “Eğer ki Türkler, soykırım yapmadıklarını söylüyorlarsa, bu iyidir. Bu, Türklerin soykırımın kötü bir şey olduğunu düşündüklerini ve böyle bir şeyi kendilerine yakıştırmadıklarını gösterir.” Evet, bugün piyasada dolaşan liberallerin aksine, Hrant’ın düşüncesi buydu. Zaten Hrant, böylesine “zararlı” biri olduğu için öldürtülmedi mi?
Hazır, liberallerden söz açılmışken, iki yıl evvelki “Ermenilerden Özür Dileme” konusuna değinmeden geçmeyelim. Bu adamlar, bu kampanyadan ötürü kendilerini eleştirenlere, siyasi bir amaçlarının olmadığını, tamamen insani duygularla bu işe girdiklerini söylüyorlar. Bakın, kampanyayı başlatan dört kişiden ikisi, Soros’un vakfında bizzat danışmanlık yapmış kişiler. Birisi, yine bu vakfa yakın kurumlardan aldığı fonlarla araştırmalar yapıyor, kitap yazıyor. Diğeri, İslamcı televizyon ve gazetelerde dinci-liberal ittifakının sözcülüğünü üstleniyor. Hepsinin ortak özelliği, “sol” gösterip “sağ” vurmaları. Şimdi, sormazlar mı adama: “Dünyanın dört bir yanında darbeler örgütleyen, ülkeleri karıştıran ve istikrarsızlaştıran; piyasalarda yaptığı spekülasyonlarla bir gecede milyon dolarlar kazanan George Soros’un kuyruğunda dolanan sizler; ne cüretle ve hangi yüzle insanlıktan bahsedebiliyorsunuz?” (Bu soruyu, bu “tip”lerin, geçen yıl Taksim’de yaptıkları “anma” için de kendilerine sorabiliriz.)
Derdimiz anlaşıldı sanırım, fakat kısaca bir kez daha söyleyelim. 1915’te Ermeniler, zorunlu göç adı altında, katliamlara maruz kalmış, vahşi bir kıyıma tabi tutulmuştur. Bu gayet açıktır. Yine, o günlerden bugüne aptalca bir milliyetçilik süregelmiş, ülkenin Ermeni bir aydını katledilmiştir. Bunun ve Anadolu halklarının yaşadığı acıların hesabı sorulmalıdır. Bu da gayet açık ve elzemdir. Fakat en önemli şey şu: “Tüm bunların sorumlusu kimdir?” Evet, ısrarla vurguluyoruz, o dönem yaşananların sorumlusu; bölgede daha çok yayılmak, halkları daha çok sömürmek adına onları savaştırmaktan hiçbir zaman kaçınmayan emperyalistler ve sırtını o emperyalistlere dayayarak birbirleriyle mücadeleye girenlerdir. Yoksa durup dururken, Pamukların, Eliflerin, liberallerin, cahil sosyalistlerin iddia ettiği gibi, bir “ırkçılık” türeyip bu olaylara sebep olmamıştır! Milliyetçilik, sermayeyi ele geçirmek isteyenler için bir araç olarak yaratılmış ve Ermenilere karşı kullanılmıştır. Bu, belki o savaş yıllarında değildi ama, şu an “görmek isteyenler” için bariz biçimde ortadadır. Halklara yapılan eziyetlerin hesabını sormaksa, ancak halkları kardeşleştirmek, ülkemizde ve bölgemizde, emperyalistlere ve uşaklarına karşı sosyalist bir direniş hareketi başlatmakla mümkündür!
alpererdik@mynet.com