Türkiye’nin de arasında olduğu taraf devletler ve daha özelinde hükümetler, sağlık hakkının toplumsal niteliği olması bakımından tedavi başta olmak üzere diğer hizmetlerden yararlandırmayı ücrete tabi kılmamalıdır.[3] Bu durum çelişkili görünmesine karşın neoliberal işleyiş açısından hayatiyet taşımaktadır. Ne var ki, balon böyle şişirilmeye devam ettikçe bir zaman sonra patlayacaktır Dünya Sağlık Örgütünün Anayasası’nın yürürlüğe girdiği 7 […]
Türkiye’nin de arasında olduğu taraf devletler ve daha özelinde hükümetler, sağlık hakkının toplumsal niteliği olması bakımından tedavi başta olmak üzere diğer hizmetlerden yararlandırmayı ücrete tabi kılmamalıdır.[3] Bu durum çelişkili görünmesine karşın neoliberal işleyiş açısından hayatiyet taşımaktadır. Ne var ki, balon böyle şişirilmeye devam ettikçe bir zaman sonra patlayacaktır
Dünya Sağlık Örgütünün Anayasası’nın yürürlüğe girdiği 7 Nisan 1948 tarihi tüm dünyada “Dünya Sağlık Günü” olarak kutlanmaktadır. Farklı zaman ve mekânlarda, farklı hızlarla sağlığın kapitalist toplumsal formasyonlardaki değişimi çerçevesinde tüm dünyada sağlık sistemleri pazar ilişkilerine eklemlenmektedir. Yeniden-üretim bağlamında emek-gücünün yaşamsal koşullarını sürdürülebilmesine yarayan sağlık hizmetleri, sermaye fraksiyonları için de önemli bir kazanç kapısı olmuştur. Türkiye’de de mevcut hükümetler ve sermayedarlar, benzer kademeleri biçimsel farklılıklara rağmen istinasız yerine getirmek için büyük çaba sarf etmektedirler.
2003 yılında AKP tarafından uygulanmaya koyulan Sağlıkta Dönüşüm Projesi adı altında kamusal sağlık alanının neoliberal politikalara uyumlu hale getirilmesi operasyonu, son yıllarda AKP’nin pratik-politikada elini kuvvetlendiren en önemli hamlelerden olmaya başlamıştır. Gerçekte 2003’ten önce başlamış sağlık sisteminin özelleştirilmesi sürecini AKP zamanında farklı kılan, sağlık alanını kendi çıkarları doğrultusunda neopopülist politik çıkarlar için işlevselleştirebilmesidir. Diğer deyişle sağlığın yeniden-üretim özelliğine ilaveten toplumsal genelleştirilmiş rıza üretimi de parti ajandasına dâhil edilmiştir.
Kamusal hizmetler ve sağlık çalışanlarının özlük hakları, AKP ve taşıyıcısı olduğu piyasa çıkarları için bu dönemde yoğun bir şekilde deformasyona uğramaktadır. Hükümet yetkililerince çizilen pembe tablolara karşın hakikatin dili başka şeyleri söylemektedir. Bu yazıda belirli kalemler üzerinden hükümetin araçsallaştırdığı rakamların ampirik düzeyde nasıl terse düştüğünü göstermeye çalışacağım. Çünkü Disraeli’nin söylediği gibi “Üç çeşit yalan vardır: yalan, kuyruklu yalan, istatistik”. Son dönemlerde hizmet söyleminin toplumsal formasyonda uyaracağı etkiyi manipüle etmeye çalışan resmi ağızlar, rakamlar üzerinde oynama yapmaktadırlar.[1]
Bütçe ve Harcamalar
Meclisteki 2011 bütçe görüşmelerinde genel bütçeden Sağlık Bakanlığı’na ayrılan ödenek % 23,7 oranında arttırılmıştı. Bu oransal artışın parasal karşılığı 3 milyar TL’ye tekabül etmekteydi. Bu 3 milyarın 2 milyar TL’si de aile hekimliği sistemine ayrılmıştı; koruyucu ve temel sağlık hizmetleri için sağlık bütçesinden ayrılan rakam ise 6 milyar 424 milyon TL’ydi. Babı-Ali toplantılarında Bakan Akdağ yaptığı sunumlarda 2003 yılında 17,642 milyon olan kamu sağlık harcamalarının 2009 yılında 46,989 milyon TL’ye çıktığını anlatmıştı. Ne var ki, geriye doğru resmi bütçe rakamlarını taradığımızda, 2010 yılı bütçesinden sağlığa ayrılan pay % 4.86 iken, hükümet bu payı 2011 yılında % 5.62’ye çıkarmayı hedeflediğini duyurmuştu. Söz konusu artışın iki yıl arasındaki farkı % 2’yi bile bulmamaktadır. Evet, kamusal sağlığa yıllar bazında önemli harcamalar yapılmış ancak son yıllardaki artış eskisi gibi değildir. Önemli ölçüde bir ivme düşüşü gözlemlenmektedir.
Yıllar bazında ülkemizde sağlığa ayrılan paylar:
Oran(%) (milyar TL)
* 2008 4.85 10,8
* 2009 4.90 12,7
* 2010 4.86 13,9
* 2011 5.62 17,2
Bakanlığın yayınladığı son istatistiklerde Türkiye’deki toplam sağlık harcaması tutarı 2008 yılı itibariyle 57 milyar 682 milyon TL’dir. Bunun 52 milyar 320 milyon TL’si cari sağlık harcamalarına gitmiştir. Kamu ve özel sağlık harcamasının GSMH içinde payına baktığımızda kamu sağlık harcaması 4,44; özel sağlık harcamaları 1,43’tür. Kişi başı kamu sağlık harcamalarının tutarı 593 TL; kişi başı özel sağlık harcaması tutarı 218 TL’dir. Özel sektöre yönelik sağlık harcaması 15 milyar 583 milyon TL’dir Bunun yüzde 64,4’ü yani 10 milyar 36 milyon TL’si hastalar tarafından karşılanmıştır. Sağlık hizmetlerinin finansmanını sağlayan SGK’nın 2008 yılı verilerine göre toplanan prim geliri 47 milyar 871 milyon, yaptığı toplam sağlık harcaması ise 25 milyon 404 milyon TL. Ortaya çıkan gerçek, sağlık bakanının üç katına çıkardık diye açıkladığı sağlık harcamaları toplamının 2008 yılı itibariyle 16 milyar 880 milyon TL’sinin devletin kasasından çıkan kısmı olduğudur.
Katkı Payları
Genel sağlık sigortalı vatandaşların eczanelere ödedikleri ”ilaç katkı payı” ise 2009’da (geçmiş yıllara ait avanslar kapatıldığından) 441 milyon lira, 2010’da ise 353 milyon lira oldu. SGK’nın 2009’daki ilaç giderleri 13 milyar 161 milyon lira, 2010’da 13 milyar 468 milyon lira, tedavi giderleri 2009’da 15 milyar 129 milyon lira, 2010’da ise 18 milyar 150 milyon lira olarak gerçekleşti. Genel sağlık sigortası kapsamındakiler, hastanelere ”muayene katkı payı” olarak 2009’da 466 milyon lira, 2010’da ise 1 milyar 377 milyon lira ödedi.
SGK, 2009’da devlet hastanelerine 7 milyar 875 milyon lira, üniversite hastanelerine 2 milyar 572 milyon lira, özel hastanelere 4 milyar 682 milyon lira ödedi; 2010’da ise sırasıyla yapılan ödemeler 9 milyar 584 milyon lira, 3 milyar 371 milyon lira ve 5 milyar 195 milyon lira oldu. Söz konusu bu giderlerin nakit gerçekleşmelerinden alındığı ve revize edileceği belirtildi. SGK’nın tedavi yollukları dâhil toplam sağlık harcamaları 2009’da 28 milyar 863 milyon lira, 2010’da ise 32 milyar 80 milyon lira olarak gerçekleşti.
Özel Sağlık Sistemi ve Bakanlığa Bağlı Hastaneler
Rakamların diliyle konuşmaya devam ettiğimizde sağlıkta dönüşümün can alıcı noktasının özel sağlık sektörünün ihya süreci olduğunu görüyoruz. Sağlıkta Dönüşüm’ün 8 yıllık tablosu özel sağlık sektörüne yaramıştır. Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından yayımlanan hastane sayılarına göz atıldığında 2002 yılında Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastane sayısı 774 iken, 2009 yılında 834’e çıkmıştır.
Kamu ve özel arasındaki fark dikkat çekicidir. Özel sektör kamudan daha yoğun bir gelişme göstermiştir. 1987’de 116 olan özel yataklı tedavi kurumu sayısı, 2007’de 365 ‘e, 2011’de ise 490’a yükselmiştir. 2011 başı itibarıyla toplam; yataklı tedavi kurumu sayısı 1439’a ve yatak sayısı 201 bine yaklaşırken; özel yataklı tedavi kurumu sayısının 490’a, yatak sayısının da 28 binin üstüne çıktığı görülmektedir.
Neoliberal sağlık politikaları uyarınca sağlık yatırımlarının yüzde 75’ini özel sektör gerçekleştirmektedir ve sağlığa yatırımları özel yatırımların toplamında yüzde 5’e yaklaşmaktadır. SGK’nın yaptığı sağlık harcamalarından özel hastaneler şimdiden yüzde 30 dolayında pay alacak kadar ‘sektörel gelişme’ göstermiş durumdalar. 1987’de 116 olan özel yataklı tedavi kurumu sayısı, 2007’de 365’e, 2011’de 490’a, yatak sayısı da 28 binin üstüne çıktı.[2]
Çalışma Bakanlığı geçenlerde yaptığı açıklamada özel hastanelerin toplam tedavi harcamalarındaki payı yıllar itibariyle artış gösterdiğini belirtti. Bu pay, 2002’de yüzde 14’ken, 2010’da
yüzde 28,62’ye yükseldi. Özel hastanelere başvuru sayısı ise son 3 yılda hızla arttı. Sosyal Güvenlik Kurumu kapsamında (SGK) (yeşil kart ve memurlar 2007-2008’de genel sağlık sigortası kapsamı dışında olduğu için sistemde yer almadığından) dal hastanesi, diyaliz merkezi, fizik tedavi ve rehabilitasyon merkezi de dahil özel hastanelere 2008’de 30 bin 42 kişi, 2009’da 37 bin 683 kişi, 2010’da 43 bin 665 kişi başvurdu. Özel tıp merkezi, özel dal merkezi ve özel hastanelere toplamda ise 2008’de 56 bin 985 kişi, 2009’da 66 bin 194 kişi, 2010’da ise 71 bin 171 kişi gitmiştir.
Yıllara ve sektörlere göre hastane müracaat sayıları özel sağlık sisteminin gelişimini ampirik düzeyde doğrulamaktadır: Sağlık Bakanlığına 2002 yılında 110 milyon kişi başvurmuşken 2009 yılında 228 milyon 279 bin kişi başvurmuştur. Üniversite hastanelerine 2002 yılında 8 milyon 891 bin kişi başvurmuşken 2009 yılında 19 milyon 364 bin kişi başvurmuştur.
Aile Hekimliği Sistemi
Türkiye’de son 7 yıldan itibaren korucu sağlık hizmetleri ve birinci basamak sağlık kurumları adım adım tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. AKP ve sağlık bakanlığı piyasacı zihniyet ile birlikte buraları kar-zarar hesapları içinde düşündüğünden hastaneler gibi iyi bir kazanç kapısı olarak görmemektedir. Otto von Bismarck döneminde uygulanmaya konmuş, anavatanı Almanya’da bile çoktan çöken Aile hekimliği ısrarla Türkiye’de uygulamaya çalışmaktadır. Almanya’nın bize gösterdiği, aile hekimlerinin zaman içerisinde hekimlik özelliğini kaybederek sigortacı gibi düşünmeleri yüzünden nitelikli sağlık hizmetleri verilemeyişiydi. Sağlık Bakanlığı’nın güzellemelerine karşın 2011yılı Şubat ayı içerisinde İstanbul’da 200 Aile Hekiminin istifası, sistemin kriz emarelerini vermeye başlamasının bir göstergesidir. Başkent’te de durum İstanbul’dan farklı değildir. Bina dizaynı, malzeme listesi gibi kriterler çerçevesinde belli bir kalite hiyerarşisine göre A’dan D’ye kadar sıralanan 1247Aile Hekiminin 119’u D, geriye kalan 1108’i ise sıfır kategorisindedir. Sıfır kategorisine Sağlık Bakanı’nın Aile Hekimi de girmektedir. Söz konusu durum, Sağlık Bakanlığı’nın yurttaşlara eşit sağlık hizmeti; nüfusun % 90’ına kendi koyduğu kriterlere göre dahi, asgari sağlık hizmeti veremediğinin ispatıdır.
Tıp Fakülteleri
Sağlık Bakanlığı, tıp fakültelerini ele geçirerek üniversitelerin yönetimlerinde kendi siyasi çizgisinin ve taşıdığı ideolojinin hâkim olacağı büyük bir operasyon düzenliyor. Bunun ilk örneği Marmara Üniversitesi Hastanesiydi. AKP, önce tıp fakültelerinin bütçelerini kısıyor sonra “kar etmedikleri” gerekçesiyle el koymaya çalışıyor. Zarar edemedikleri söylemini gerçek kılabilmek için AKP, çağdaş ülkelerin tıp fakültelerine ayırdığı kaynağın beşte birini bile ayırmamaktadır. Genel bütçeden yeterli kaynak aktarılmadığı için üniversite hastanelerinin toplam sağlık hizmeti harcamalarının % 85’i döner sermaye kaynaklarından gerçekleştirilmek zorunda kalınmış; Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın başladığı 2003 yılından bu yana özel hastanelerin SGK’dan aldığı pay %12′ den, %31′ e yükselirken, üniversitelerin payı %19’dan, %16’ya gerilemiştir. IMF ile imzalanan bir protokol karşılığı tıp fakültelerine yardım edilmiştir. Özerk ve bilimsel niteliğine paralel bilim insanı yetiştirecek üniversitelerin performans ve kar hesapları ile kuşatılması, bir de üstüne finansmanlarının doğrudan bakanlık tarafından karşılanacak olması üniversiteleri ve tıp fakültelerinin karar alma süreçlerini olumsuz etkilemektedir. 18 Şubat’ta resmi gazetede yayınlanan Sağlık Bakanlığına Bağlı Sağlık Tesisleri ve Üniversitelere Ait İlgili Birimlerin Birlikte Kullanımı ve İşbirliği Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik çerçevesinde Sağlık Bakanlığına bağlı sağlık kurum ve kuruluşlarıyla üniversitelerin ilgili birimlerinin birlikte kullanımına ve iş birliğine ilişkin usul ve esasların yanı sıra ilgili mevzuat hükümleri çerçevesinde döner sermaye gelirlerinden personele yapılacak ek ödemelere ilişkin esasları düzenlenmişti. Bu bağlamda anlaşılan o ki, hükümet ve Sağlık Bakanlığı bütünlüklü bir özelleştirme hamlesi öncesi sağlık kurumlarını tek elde toplamaya hazırlanıyor.
Türkiye’de Sağlık Vakaları
Hızlıca vakaları hatırlarsak, sağlığın istikrasız ve denetimsiz özelliklerini daha kolay anlayabiliriz. Bakanlığın sürümden kazandıran sağlık politikaları sonucunda Afyon’ da özel bir sağlık kurumu köy köye dolaşarak hasta toplamış, neticesinde 7 kişi kör olmuştu. Bursa’da ve İstanbul’da bir kaç hastane yandı ve hastanelerin bazılarında yangın alarmının bile olmadığı ortaya çıkmıştı. Genelge yayınlanmasına veya açıklama yapılmasına karşın hastanelerde rehin kalma vakaları devam ettiği gelen şikâyetlerden anlaşılmaktadır. Prim borcu olan vatandaşlar sağlık hizmeti alamadığı gibi sağlık hizmetine katkı payı veren hastalar kamu hastanelerinde poliklinik sıra çilesi çekmektedir. Tüm bunlara ilaveten, katkı paylarını ödemek istemeyen yurttaşlar acillere yönelmektedir. 2010 yılı içinde tam 80 milyon kişinin acillere müracaat ettiği kayıtlardan ortaya çıkmaktadır. Yeni doğan ünitelerinde enfeksiyonlar sonucu onlarca bebek hayatını yitirmişti. BM Dünya Nüfus Fonu’nun (UNFPA) “Orta Asya ve Doğu Avrupa’da Ana Sağlığındaki İlerlemeler 2009” raporuna göre, doğumda anne ölüm oranları 2005’ten itibaren % 50 azaltıldığı halde, Türkiye’deki her 100 bin canlı doğumda anne ölüm oranı hâlâ Avrupa ortalamasının hayli üzerindedir. Tüm sağlık hizmetlerini kar mantığı içinde değerlendiren Bakanlık, koruyucu sağlık hizmetlerine yeterince eğilmediğinden ötürü Başkent’te bir kişi difteriden yaşamını yitirmişti. Yönetimleri dâhilinde sağlığa daha fazla kaynak aktardıklarından bahseden AKP ve Sağlık Bakanlığı, rakamlar tarafından yalanlanmaktadır. İstatistiklere göre son yıllarda hastaların cebinden sağlığa harcadıkları para, geçen yıla oranla 2 kat fazla artış göstermiştir. Sağlıkta dönüşüm politikalarının bir sonucu olarak, sağlık hizmetinde ciddi anlamda nitelik sorunu yaşanmasına ilaveten ortalama 150 TL civarında olan cepten sağlık harcaması tutarı önemli bir külfettir. Asgari ücretin 600 lira ve açlık sınırının 900 lira civarında olduğunu ülkemizde, cepten harcama miktarının 150 liralarda olması hiç de azımsanacak bir meblağ değildir.
Sonuç yerine
Kısaca toparlayacak olursak Türkiye’de 2009 yılında toplam 295 milyon 262 bin 190 kişi (mükerrer başvurularla birlikte) sadece hastanelere müracaat etmiştir. Ülke nüfusunun 70 milyon civarında olduğunu biliyorsak tahmini bir oranlama ile her bir kişi en az 4 kez çeşitli hastalıklardan ötürü hastanelere başvuruyor. Demek ki, sağlık alanını tedavi hizmetlerinden ibaret görmeden plansız ve kuralsız para aktarmadan daha önemlisi, koruyucu sağlık hizmetleri ile birlikte planlı bir sağlık hizmeti sunumunun gerçekleştirilmesidir. Ne var ki, kar-zarar mantalitesi ile kamusal sağlığı piyasa kriterlerine tabi tutan, parasız olması gereken hizmetleri paralı hale getiren bir sistemden bunu beklemek mümkün görünmemektedir. Normal şartlar altında, Birleşmiş Milletler’in Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi‘nin ilgili 12. maddesinde sağlık hakkı, “…taraf devletler herkese erişilebilir en yüksek bedensel ve ruhsal sağlık standartlarından yararlanma hakkını tanır. Söz konusu hakkın tam olarak gerçekleştirebilmesi için sözleşmeye taraf devletlerin ilgili adımları atması gerekmektedir” şeklinde tanımlanmı
ştır. Bu madde uyarınca Türkiye’nin de arasında olduğu taraf devletler ve daha özelinde hükümetler, sağlık hakkının toplumsal niteliği olması bakımından tedavi başta olmak üzere diğer hizmetlerden yararlandırmayı ücrete tabi kılmamalıdır.[3] Bu durum çelişkili görünmesine karşın neoliberal işleyiş açısından hayatiyet taşımaktadır. Ne var ki, balon böyle şişirilmeye devam ettikçe bir zaman sonra patlayacaktır.
Yararlanılan Kaynaklar:
Brownlie, I., Basic Documents in International Law, Clarendon Press, Oxford, 1997.
Huff, D., İstatistikle Nasıl Yalan Söylenir? Çev.: Ergin Koparan, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1995.
Sağlık Bakanlığı, Avrupa Birliği ve Sağlık Bakanlığı Uyum Çalışmaları, Ankara, 2010.
_____________, Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2008 ve (Taslak) 2009, Ankara, 2010 & 2011.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Türkiye’de Sağlıkta Dönüşüm Programı Sunumu, Bab-i Âli Toplantıları, İstanbul, 24 Şubat 2011.
Web Kaynakları:
http://www.medimagazin.com.tr/ozel-saglik/genel/tr-ozel-saglik-kuruluslarini-tercih-edenler-artiyor-9-672-33897.html
http://mustafasnmz.blogspot.com/2011/02/saglga-kaynak-snrl-kuyruklu-bir-yalan.html
http://www.sgk.gov.tr/sgkshared/dokuman/istatistik/2010_12_bulten.pdf
Dipnotlar:
[1]. Huff, D., (1995), İstatistikle Nasıl Yalan Söylenir? Çev.: Ergin Koparan, Sarmal Yayınevi, İstanbul.
[2]. Mustafa Sönmez, Cumhuriyet Gazetesi, 16 Mart 2011.
[3]. Brownlie, I., Basic Documents in International Law, Clarendon Press, Oxford, 1997.