“Gizli işgal kurumlarının devlet yapılanması üzerindeki vesayeti” ise “askeri vesayet”e indirgenemez. Bugünlerde sözü edilen “askeri vesayet”in TSK ile bağlantılı gizli işgal odaklarını ne ölçüde içerdiği bir yana, “asker” gizli işgale aracılık eden tek zor aygıtı değil Türkiye faşizmi kendine özgü bir yapıya sahiptir. Bu özgün işleyişinin “bilinmedik”, “tanımlanmamış” bir yanı da yoktur. Türkiye faşizminin özgünlüğü, […]
“Gizli işgal kurumlarının devlet yapılanması üzerindeki vesayeti” ise “askeri vesayet”e indirgenemez. Bugünlerde sözü edilen “askeri vesayet”in TSK ile bağlantılı gizli işgal odaklarını ne ölçüde içerdiği bir yana, “asker” gizli işgale aracılık eden tek zor aygıtı değil
Türkiye faşizmi kendine özgü bir yapıya sahiptir. Bu özgün işleyişinin “bilinmedik”, “tanımlanmamış” bir yanı da yoktur. Türkiye faşizminin özgünlüğü, bundan 40 yıl önce Mahir Çayan tarafından saptanmış ve “Sömürge Tipi Faşizm” olarak kavramlaştırılmıştı. Çayan’ın bu kavramlaştırması daha sonra geliştirilmiş, yeni sömürge ülkelerde faşizmin, Almanya ve İtalya gibi “metropollerde” görüldüğü gibi “aşağıdan yukarıya” bir kitle hareketi aracılığıyla değil, yukardan aşağı, devlet kurumları aracılığıyla inşa edildiği ve uygulandığı belirtilmişti. Faşizmin bu özel yapı ve işleyişini tanımlamak üzere de “kurumsal faşizm” kavramı kullanılmıştı.
“Kurumsal faşizm”in karakteristik özelliği, devletin zor aygıtlarının emperyalizmin doğrudan yönetimi altına alınması (“gizli işgal”) ve rejimin bu zor aygıtlarının açık ya da örtük yönetimi altında şekillendirilmesidir. Sömürge tipi faşist devletin omurgasının, bu “gizli işgal kurumları”nın tüm devlet yapılanması üzerindeki “vesayeti” (hegemonyası) olduğu da söylenebilir.
“Gizli işgal kurumlarının devlet yapılanması üzerindeki vesayeti” ise “askeri vesayet”e indirgenemez. Bugünlerde sözü edilen “askeri vesayet”in TSK ile bağlantılı gizli işgal odaklarını ne ölçüde içerdiği bir yana, “asker” gizli işgale aracılık eden tek zor aygıtı değil. “Gizli işgal”in artık devletin zor aygıtları içinde dal budak salmış olan aparatları, çok odaklı bir yapıya sahip bir blok.
Hatırlanır mı bilmem. Bir zamanlar “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” vardı. 12 Mart cuntacıları giderayak yaptıkları bir Anayasa değişikliği ile kurdukları bu mahkemeler “Devletin iç ve dış güvenliği ile ilgili suçlara bakmakla görevliydiler”. 12 Mart’ın “Sıkıyönetim Mahkemeleri”nin işlevini “sivil yargı sistemi”ne soktukları bu özel savaş kurumuyla sürdürmek istiyorlardı. Demirel-Erbakan-Türkeş koalisyonunun yaşatmaya çalıştığı bu ilk DGM’ler 12 Mart sonrasında yükselen ilerici toplumsal muhalefet dalgasının önünde duramadı ve kaldırıldı.
12 Eylül’cüler DGM’leri 1982 Anayasası’na sokarak hortlattılar. 12 Eylül sonrasının ilerici toplumsal muhalefeti DGM’leri kaldırmak için çok çırpındı ama başarılı olamadı. Avrupa Birliği’nin “demokratikleşme zorlaması” ise DGM’lerin “boyanıp” “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri”ne dönüştürülmesinden başka bir sonuç vermedi.
“Liberal totem” Özal’ın, DGM’lerin eline verdiği “Sansür Sürgün Kararnamesi” ve “Terörle Mücadele Yasası” gibi silahları kuşanan DGM savcıları zalimlikleriyle şöhret kazandılar. Nusret Demiral ve Nuh Mete Yüksel DGM vahşetinin “simge” isimleri olarak hafızalarımıza kazındı.
Nusret Demiral’ın Aziz Nesin’i “Sivas Katliamını tahrik etmekle” suçlayıp, idamla yargılamaya kalkışması; Nuh Mete Yüksel’in Meclis’te paralı eğitime karşı pankart açan gençleri hapse tıkmak için evlerine kutuyla Molotof kokteyli yerleştirilmesine nezaret ettiği iddiaları bu “yaşayan efsane”lerin unutulmazları arasındadır.
DGM’lerin arkasında bir “özel yetkili polis gücü” “TMŞ” (Terörle Mücadele Şubesi) bulunuyordu. Tıpkı DGM’lerin “unutulmaz kahramanları” gibi bu “özel yetkili polis gücünün” de Mehmet Ağar, Necdet Menzir gibi unutulmaz patronları vardı. Bu patronların sahip olduğu yetki ve dokunulmazlık dehşet vericiydi.
Yargısız infazlar, kaçırıp kaybetmeler, işkence, delil imalatı, provokasyon ve yıldırma operasyonları bu dehşet çarkından çıkıyordu.
DGM savcıları polise isim ve adres bölümleri boş “arama emirleri”, gazete dergi adı, sayısı ve gerekçe bölümleri boş “toplatma kararları”nı veriyor, polis de istediği evi basabiliyor, içindekileri öldürebiliyor, daha matbaa kapısındayken gazeteleri dergileri toplatabiliyordu.
Bu dehşet çarkı çıkarılacak demokratik haklar ve özgürlüklerle ilgili her yasaya “özel mütalaalarla” müdahale ediyor, idari işlemleri dahi yönlendiriyordu.
Hürriyet, Sabah gibi “büyük gazeteler” bu “yarı gizli devlet”in marifetlerini onaylatma, gizleme görevini üstlenmiş “kitlesel çarpıtma araçları” olarak çalışıyorlardı.
Silivri’deki, İstanbul’daki ve Diyarbakır’daki “özel yetkili mahkemeler”, işte bu eski DGM’lerin “boyanmış”ı. Savcı Zekeriya Öz ve arkadaşları, Nusret Demiral’ların, Nuh Mete Yüksel’lerin öz be öz oğulları! Bugünkü devlet terörünün en etkili araçları olan yaygın dinleme ve izleme usulleri yıllardır kurulmuş çarkların yeni sürümleri. Polisin ve istihbarat birimlerinin siyasi davaları soruşturma yönlendirme ve yönetmedeki inisiyatifi ve (işkenceli sorguların rolünü üslenen) delil imalatı yöntemleri yine aynı kirli geçmişten bugüne devreden bildik durumlar ve usuller.
Politik davalarda polis fezlekelerinin iddianameye dönüştürülmesi ve “özel yetkili” denilen savcı ve hakimlerin bu fezlekeleri birer yönerge gibi izlemelerinden de anlaşılacağı gibi hala herkesin bildiği “gizli CMUK” yürürlükte.
“Yandaş” ve “hizaya getirilmiş” basınla sağlanan “kitlesel çarpıtma düzeneği”nin ise bugüne kadarki örneklerle kıyas kabul etmez bir büyüklüğe ulaşmış olduğu ortada.
Kısacası, AKP iktidarının bugünkü dehşet çarkı Türkiye faşizminin “geleneksel kurumları” ve “kurumsal işleyiş tarzı”nın üzerinde yükseliyor.
Sömürge tipi faşizmin omurgasını oluşturan “vesayet rejimine karşı mücadele”yi, zor aygıtları içindeki hizipler arasındaki bir iktidar mücadelesine indirgemenin ne denli tehlikeli olabileceğini bu günlerde yaşadıklarımız ortaya koyuyor.
Ne yazık ki demagojinin ortaya çıkması ile yenilgiye uğratılması aynı şeyler değil.