Pek sorulmadı ama nedense “Ergenekon”un eylemlerinde AKP’ye hiçbir şey olmadı. Nedense “Ergenekoncuların” eylemlerinde de, AKP’nin Ergenekon operasyonunda da olan hep AKP’nin sevmediği kesimlere oldu. Daha sonra Ergenekonculukla suçlanacak olan Nedim Şener’in Hrant Dink cinayetine ilişkin çalışmalarında ortaya koyduğu gibi AKP, kimi zaman “Ergenekon”un işini kolaylaştırıyordu. Bugün bu bağlantılara işaret eden Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın […]
Pek sorulmadı ama nedense “Ergenekon”un eylemlerinde AKP’ye hiçbir şey olmadı. Nedense “Ergenekoncuların” eylemlerinde de, AKP’nin Ergenekon operasyonunda da olan hep AKP’nin sevmediği kesimlere oldu. Daha sonra Ergenekonculukla suçlanacak olan Nedim Şener’in Hrant Dink cinayetine ilişkin çalışmalarında ortaya koyduğu gibi AKP, kimi zaman “Ergenekon”un işini kolaylaştırıyordu. Bugün bu bağlantılara işaret eden Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın gözaltına alınmasının yarattığı şok etkisi dört yıldır adeta gözlere perde indiren yanılsamanın dağılmasına yardımcı olabilir
Herkes şaşırmış görünüyor. Ünlü liberalleri bir Ergenekon sanığının evinin önünde endişe içinde bekleşirken görünce şaşırmamak ne mümkün. Ergenekon operasyonunda Ahmet Şık ve Nedim Şener’i de içine alan yeni bir gözaltı dalgası gelince, kafalar karıştı. Kimisi bu hamlenin darbecilerle mücadele yolunda ilerleyen bir operasyonu bulandırmaya ve “Ergenekon gerçeğini” örtmeye yarayacak bir sapma olduğu iddiasında. Kimisi de kontrgerillayla mücadele kılıfı altında AKP karşıtlarına karşı yürütülen dahice bir sindirme operasyonunu zora sokacak stratejik bir hata olduğunu düşünüyor.
Bu hamlenin ardından nelerin geleceği meçhul ancak AKP iktidarının bu yeni adımının bir hata ya da sapma olduğu iddiaları gerçeklikten uzak. Devletin neoliberal yeniden yapılanmasının kurucu aktörü olarak AKP, kendi iktidarını inşa yolunda herhangi bir sapma olmaksızın devam ediyor. Bu yolda da devlet ve onun çekirdeğindeki kontrgerilla aygıtının yeni döneme uyum sağlayamayan kesimlerinin tasfiyesi ile muhalefeti baskı altına alma süreci doğal olarak iç içe ilerliyor.
Tasfiye edilecekler tükendikçe, yeniden yapılanan iktidar aygıtı yenilenmeci olmaktan çok baskıcı yüzüyle toplumun karşısına dikildi. Ne var ki, Ergenekon operasyonunda simgeleşen bu sürecin esas olarak iki iktidar gücü arasında yaşanan bir çatışma olduğu şeklindeki yanılsama, egemenlar arası çatışma görünümü altında egemen sınıfların halk üzerindeki tahakkümünün pekiştirildiği gerçeğinin görülmesini büyük ölçüde engelledi. Bu nedenle de Şık ve Şener’in gözaltına alınması da biraz fazla şaşırttı.
Her işte bir hayır vardır diyerek, bu şaşkınlığı solu AKP karşısında önemli ölçüde yalnızlaştıran ve zayıflatan yanılsamanın dağıtılmasına vesile edebiliriz. Şık ve Şener’in gözaltına alınmasının yarattığı şaşkınlıktan Ergenekon sürecine dönüp birkaç şaşkınlık daha çıkarsak…
AKP darbe planlarını başından beri biliyordu
“Bunlardan haberimiz vardı…” Tayyip Erdoğan, Balyoz Eylem Planı adlı başarısız darbe planının sır olmadığını, 22 Ocak 2010 tarihli AKP İl Başkanları Toplantısı’nda bu sözlerle açıklıyordu. Yani, o günlerde planı açığa çıkarmakla övünen Taraf gazetesi, 7 yıl öncesine ait başarısız bir planın bayatlamış istihbaratını vakti gelince servis etmek için kullanılmaktan başka bir iş yapmamıştı.
Peki, sormazlar mı Başbakan’a, “Neden vaktiyle konuşmadın da 7 yıl bekledin” diye. Aslında vaktiyle de konuşuyordu Başbakan. İktidar kapışmaları gündeme geldikçe, sloganlaştırdığı bir sözü yineliyor, “Dik duracağız ama diklenmeyeceğiz” diyordu. Omurgasının değil ama arkasının sağlam olduğu kesindi. Askeri darbe girişimlerini başarısız kılan temel koşul, yani ABD desteği, “rahatsız” subayların değil AKP’nin arkasındaydı. Bu destek sayesinde, subaylar “rahatsız” ama AKP gayet rahattı.
Taraf yazarı Yasemin Çongar, Ergenekon operasyonunu gerçekleştiren polislerle 2008’de yaptığı görüşmelere dayandırdığı bir yazısında, Ergenekon’la ilgili istihbarat raporunun, 2003’te Başbakan’a verildiğini açıklamıştı. Bu, 25 Temmuz 2008’de açıklanan 1. Ergenekon İddianamesi’yle de doğrulandı.
Örgütün varlığını ve şemasını oluşturan, yönetici ve üyelerini içeren raporun dört yıl boyunca bekletilmiş olması düşündürücüydü. Bu dört yıl içerisinde Mersin bayrak provokasyonu, milliyetçi kışkırtmalar, linç girişimleri, Danıştay baskını, Şemdinli bombalamaları, Rahip Santoro cinayeti, Hrant Dink suikasti, Cumhuriyet gazetesine yönelik bombalamalar ve Malatya’da üç Hıristiyan’ın katledilmesi gibi toplumu derinden sarsan olaylar yaşandı.
Söz konusu eylemler doğrudan AKP’yi hedef almıyor, AKP çizgisinin pek de hazmedemediği ve hazzetmediği kesimleri hedef alarak sözüm ona AKP karşıtı bir saflaşmaya zemin hazırlıyordu. Ancak, dini gerekçelerle laik yargı üyelerinin hedef alındığı Danıştay baskını gibi kanlı bir eylemde dahi, böylesi bir gelişme yaşanmadı. Aksine AKP gayet soğukkanlı bir şekilde olayın üstüne giderek, saldırının AKP karşıtlarını değil hükümeti hedef aldığını açıkladı.
Aslında bunun soğukkanlı ve akılcı bir siyasetten çok, sağlam bir istihbarata dayandığı zamanla açığa çıkacaktı.
Ergenekon operasyonu sürecinde, AKP’nin emrinde tüm bu süreci izleyip rapor ettiği açığa çıkan MİT ve polis söz konusu olayları engellemek için hiçbir adım atmadı. AKP’nin adamı oldukları herkesçe bilinen İstanbul Valisi Muammer Güler, eski Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve Trabzon eski Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek’in, Hrant Dink suikastine göz yummaları ve gerekli soruşturmayı yürütmemeleri örneğinde görüldüğü gibi, AKP’nin olaylarda ‘bir şekilde’ rolü vardı.
Erdoğan’ın o özlü sözünü asla unutmamalı: “Bunlardan haberimiz vardı.” Ve eklemeli: Saldırı girişimleri iktidarın kontrolü altında olduğu için AKP’ye ve Cemaat’e bir fiske bile vurulmasına imkan tanınmadı. Ama iş Hıristiyanlara, Ermenilere, Kürtlere, Kemalist yargı mensuplarına, Cumhuriyet gazetesine gelince, bunlardan haberi olan iktidar (bkz. Hrant Dink cinayeti), BBP’ye bağlı Alperen Ocakları’ndan tedarik edilen faşist tetikçilere yürü ya kulum dendi.
“Şartların olgunlaşmasını bekledik”
Kenan Evren, 12 Eylül darbesini gerçekleştirirken “kardeş kavgasını bitirmek için geldik” dediğinde, “bugüne kadar neredeydiniz?” sorusunu “şartların olgunlaşmasını bekledik” diye yanıtlamıştı.
AKP’nin, başarısız olacağı baştan belli olan darbe girişimleri ve kontrgerilla operasyonları karşısındaki bekleyişi de 12 Eylül’cülerin “kardeş kavgası” karşısındaki bekleyişiyle önemli paralellikler taşıyor.
12 Eylül, “kardeş kavgasını” bitirmek için değil, emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda bir neoliberal yeniden yapılandırma sürecini başlatmak için yapıldı. AKP’nin “darbelere karşı demokrasi mücadelesi”nin de, bugün ekmeği için mücadele eden Tekel işçilerinin dahi darbecilikle suçlanabildiği köklü bir neoliberal dönüşüm sürecinin kılıfı olduğu artık sır değil.
Şartların olgunlaşmasından kasıt, bu büyük yeniden yapılanma planlarının gerektirdiği etkili hamlelere gerekçe olarak gösterilebilecek şartların oluşması idi.
12 Eylülcüler yalnızca beklememiş, şartların olgunlaşmasına katkıda da bulunmuşlardı. Kontrgerilla suikast ve katliamlarla şartları olgunlaştırmıştı. AKP’ye yakın polis kadrolarının bilgisi dahilinde ve desteğiyle gerçekleşen kontrgerilla eylemleri de, Ergenekon sürecine uzanan şartları olgunlaştırdı.
12 Eylül’cüler nasıl ki tetikçilerini korudu kolladıysa, AKP de bu olgunlaştırma sürecinde rol alan kendi “adamlarını” korudu ve kolladı. Ramazan Akyürek, Muammer Güler, Celalettin Cerrah sorgulanmadı, yargılanmadı, tersine terfi etti. Tetikçilerin ocağı BBP ise, büyük olasılıkla bu sürecin karakutularından biri olan Muhsin Yazı
cıoğlu’nun kazaya kurban gitmesinin ardından, AKP’nin şefkatli kollarının altına alındı. Yazıcıoğlu’nun ölümünü saymayacaksak, herhangi bir operasyona tabi tutulmadı.
Şartlar meyvesini verdi
Peki, AKP 2003’ten beri haberdar olduğu bu gelişmeler karşısında neden 4 yıl bekledi de 2007 yazında harekete geçti? 2007’nin ikinci yarısında egemenler arası mücadelede kritik bir dönemeç olan cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak ve AKP karşıtlarının o zamana kadarki diğer mevzilerini oluşturan YÖK’ün ve Anayasa Mahkemesi’nin tepesi belirlenecekti. Cumhurbaşkanlığına kimin aday gösterileceği tartışılırken nisan ortasında AKP karşıtı laik-ulusalcı yüz binlerin katıldığı Cumhuriyet Mitingleri patlak verdi. 24 Nisan’da Abdullah Gül Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterildi. 27 Nisan’da Genelkurmay’ın internet sitesinde, daha sonra e-muhtıra diye anılacak olan bir tepki bildirisi yayınlandı.
Bu bildirinin sorumluluğu dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın üzerinde olsa da, bildiri vakası, ordu içinde alt kademelerden yükselen tepkinin gazını almak için yapılan bir hamle olarak değerlendirildi. 4 Mayıs’ta, Erdoğan ile Büyükanıt arasında, içeriği hala sır olan Dolmabahçe görüşmesi gerçekleşti ve bu görüşme Dolmabahçe mutabakatı olarak kayda geçti.
Şartlar artık olgunlaşmış olacak ki bir ay sonra Ergenekon operasyonu başlatıldı. Erdoğan’ın dediği gibi o zamana kadar gerçekleşenlerden AKP’nin haberi vardı. Yalnızca haberi değil katkısı da vardı. İktidarın sivil kıyafetleri, darbelere karşı olduğu iddia edilen bu sürecin, darbelerle benzerliklerini gizlemeye yetmiyor. Hoş, iktidar koltuğuna iyice kurulan AKP’nin de bunları gizlemeye ihtiyacı kalmadı.
Ergenekon’daki son gözaltı dalgasının ardından yaşanan şaşkınlık, biraz da Olağan Şüpheliler filminde son sahnede aklı başına gelen polisin şaşkınlığını andırıyor. Gerçeklerle saçmalıkların harmanlandığı kurguya kanıp kendini mazlum diye sunana kanarak gerçekte olmayan bir zalimin varlığına ikna olan, bunun üzerinden fikir yürütüp tavır alan, sonra da mazlum sandığının “asıl abi” olduğunu anlayan, ancak o saatte artık çok geç olduğunun da farkına varan polisin şaşkınlığını… Şükür, bizimki sonu gelmiş bir film değil, devamı da var. Devamının kötü olmaması, Şener ve Şık’ın gözaltına alınmasıyla başa gelen akılların o başları hemen terk etmemesine bağlı.