“Devlete karşı her direnci kırmak için bulunmuş 1792 modeli makine, yani giyotin, Joseph Fouche’nin 1799 polis mekanizması yanında pek hantal bir alet kalır. ” Stefan Zweig Öğrenci eylemlerinin görece arttığı 1990’lı yılların sonunda, Mehmet Ali Birand durumdan kendisine vazife çıkararak televizyon programlarında üniversite öğrencilerine yer vermeye başlamıştı. Hatırlarsak, Birand ısrarla sesini yükselten öğrencilerin dışında kalan […]
“Devlete karşı her direnci kırmak için bulunmuş 1792 modeli makine, yani giyotin, Joseph Fouche’nin 1799 polis mekanizması yanında pek hantal bir alet kalır. ” Stefan Zweig
Öğrenci eylemlerinin görece arttığı 1990’lı yılların sonunda, Mehmet Ali Birand durumdan kendisine vazife çıkararak televizyon programlarında üniversite öğrencilerine yer vermeye başlamıştı. Hatırlarsak, Birand ısrarla sesini yükselten öğrencilerin dışında kalan bir “sessiz çoğunluk” arıyordu. Programların ana motifi aslında sözü olmayan apolitik gençliği, Tocqueville’in deyişiyle çoğunluğun despotluğunu (Tocqueville, 1994: 105), sürüyü, baş tacı etmekti. Birand’ın “incelikle işlediği” ideolojik saldırıların takipçileri oldu elbette. Örneğin 12 Eylül Faşist darbesini “Türk demokrasisinin ve siyasal istikrarının son şansı” olarak kutlayan Mehmet Barlas’ın, (Küçük, 1990: 260) kitlelerin sessiz olanını sevmesinde bir abeslik yoktu. Barlas, politik tercihlerle hareket eden kitlelerden rahatsızlığını şöyle dile getirmektedir: “Bağırıp çağıran azınlığın dışında sessiz bir çoğunluk var. Demokrasilerde iktidarları ‘Sessiz Çoğunluk’ belirler. Sessiz çoğunluk ‘Gürültücü azınlık’ın karşısında toplumsal ruh sağlığının, siyasal istikrarın ve ortak aklın güvencesidir” (25.6.2010 Sabah). 12 Eylül darbesini siyasi tarihimizde bir milat olarak kabul etmeyen (Türköne, 1990: 67) Mümtaz’er Türköne’nin muhalif öğrencilere “parazit”, “marjinal” nitelemesinin arkasındaki mantık silsilesi de aynı çizginin devamıdır.
Söz konusu şahısların, çoğunluğun yalnızca sessiz olanını sevmelerinin arkasındaki dürtüleri, “ağa babalarından” devraldıklarını şöyle örneklendirebiliriz. Gilles Kepel, Fitne isimli kitabında çoğunluğunu New York entelektüellerinin oluşturduğu yeni-muhafazakar entelektüellerin iki temel ihtirasından (“antikomünizm” ve “protestocu hareketlere duydukları nefret) bahseder (Kepel, 2006: 63). Ancak daha da ilginci, yeni muhafazakar entelektüellerin politik sahnede daha cesaretle yer almaya başladıkları yıllarda kendilerini “sessiz çoğunluk” olarak tanımlamalarıdır (Gruen, 2010: 35). “Sessiz çoğunluk” tabiri, her ne kadar ilk defa Kennedy tarafından kullanılsa da, ABD başkanı Nixon’ın Vietnam savaşını protesto eden kitleler karşısında “bunları desteklemeyen bir sessiz çoğunluk da var” sözleriyle kavram niteliği kazanıp popülerleşiyordu (Mattson, 2008: 77). Nixon döneminin başkan yardımcısı Spiro Agnew ise, Mayıs 1969’da yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Amerika’nın sessiz çoğunluğunun hakları için ayağa kalkıp, Amerikan çoğunluğunun bütün azınlıkları içerdiğini hatırlatmasının vakti gelmiştir. Amerika’nın sessiz çoğunluğu irrasyonel protestolarla şaşkına dönmüştür.”
Elbette liberal ve muhafazakar-liberallerin, örgütlü aklın ve toplumun sesi olan kitle gösterilerinden bu denli rahatsızlık duymalarının gerisinde sınıfsal bir hınç vardır. Protestanlığın fikir babalarından Martin Luther’in köylü ayaklanmalarına ilişkin “isyanın aklı yoktur” nitelemesi ne kadar sınıfsal bir duruşu ifade ediyorsa; Türkiye’deki dönüşümleri sevinçle karşılayan neocon, şoven, Siyonist Robert Kaplan’ın “Türkiye Protestan Reformunun Müslüman eşdeğerini yaşamakta” (Kaplan, 1994: 67) sözleri de o kadar sınıfsaldır. Acaba yukarıda saydığımız fıkra yazarları kendi “ağa babalarını” okumuşlar mıdır?
Dahası, “sessiz çoğunluk” tabiri, muhafazakar, cinsiyetçi uygulamalarıyla bilinen on dokuzuncu yüzyıl Viktorya dönemi İngiltere’sinde ölüler için kullanılır. Bir hüsnü tabir olarak kullanılan “sessiz çoğunluk” ölülerin arasına katıldı anlamına geliyordu. Dolayısıyla yukarıda andığımız ölü sevici liberallerin yaşamı olumlayan her şeye nefretle bakmaları hiç de şaşırtıcı değildir. “Sessiz çoğunluk” ölüdür ve ne gariptir liberaller hep ölüleri seviyor. Sessiz çoğunluğun ölü anlamında kullanıldığı bu dönem, Engels’in fevkalade ayrıntılı çözümlemeleriyle haberdar olduğumuz; emeğin tahakküm altına alınmasında her türlü kriminal, polisiye, hukuki düzenlemenin en yoğun yaşandığı dönemdir.
Ancak Victoria dönemini ile bugünün Türkiye’si arasında son derece çarpıcı başka benzerlikler de kurmak mümkündür. “Basın özgürlüğü”, “hukukun üstünlüğü”, “polis devleti” gibi kavramlara sıkça başvurulan bir dönemden geçiyoruz ve bu nedenle kavramsal, tarihsel belleğimizi biraz daha zorlamakta fayda var. Victoria çağı aynı zamanda polis erkinin yeniden düzenlemelere tabi tutularak polis düzenlemelerinin hukuka içkin kılındığı bir dönemdir. Mark Neocleous “polis” kavramının tarihsel, siyasal kökenlerini incelediği Toplumsal Düzenin İnşası çalışmasında, polis erkinin salt suçu önleyici tanımının ötesinde, emeğin tahakküm altına alınmasındaki belirleyiciliğini ve toplumsal inşada aldığı rolü ortaya koyar. Burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz kadar değerli olan bu çalışmada Victoria dönemine denk gelen polisin dönüşümüyle ilgili pasajlara yer vereceğiz:
“Londra’nın ilk şube müdürleri polis memurları olarak değil, sulh hakimi olarak göreve başlama yemini etmişlerdir. Başka bir deyişle, görev başındaki polisler yargı memurlarıydı. Fakat 1829 tarihli Metropolitan Polis Yasası şube müdürlerini yürütmenin (İçişleri Bakanlığı) altına yerleştirirken, İçişleri Bakanlığı da, en başından itibaren, ‘polisin, kendi kontrolleri altında olmasını’ kabul ediyordu. Yargı memurları oldukları halde yargısal yetkileri hiçbir zaman açık olmadı, kendilerinden oynamaları beklenen rol ne yönetseldi ne de yargısal.” (Neocleous, 2006: 188)
İlerleyen sayfalarda aslında İngiltere’de yaşanan bu dönüşümün evrensel karakterine dikkat çeken Neocleous, yeni liberal anayasalcıkta muntazam polis devletinin yerini, hukukun üstünlüğünün vatandaşları aşırı devlet müdahalesinden ve polis gücünden koruyacağı ve bir haklar sistemi üzerine inşa edilen güvenlik devletine bıraktığını belirtir. Liberalizm, düzeni hukuk çerçevesinden bakarak gördüğü için, polis de aynı çerçeveden bakarak anlaşılmalıdır (Neocleous, 2006: 55).
Yazar, devlet erki ile polis erki arasındaki sıkı ilişkiyi görmemekle eleştirdiği “polis devleti” tanımlamalarında hukukun fetişleştirildiğine dikkat çeker. Nitekim liberalizmin polisin “gayri-siyasi” kalma konusundaki ısrarı son derece dar bir “politika” kavramsallaştırmasına dayanmaktadır ve polisin günlük siyasi parti çekişmelerinin ötesinde durabilme yetisini ima etmektedir (Neocleous, 2006: 208).
Kerameti kendinden menkul Ergenekon yapılanmasının dava sürecinde “hukukun çiğnendiği”, “polisin takdir yetkisini aştığı”, “sivil özgürlüklere saldırı” vb. son derece haklı iddiaların, bir noktada liberal varsayımlarla buluştuğunu görüyoruz. Bu liberal varsayımda örtük olarak, polis soruşturmasının, yargı sürecinin bir parçası olmasa bile, yargısal bir adalet ruhu ile yürütülmesinin beklendiği ima edilmektedir. Özellikle son olarak gazeteci Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmasıyla ana akım medyada bu tür savlar daha da dillendirilmeye başlandı. Nitekim “masumlar ve suçlular ayrıştırılsın”, “polis yasaları uygulasın” diye başlayan cümleler, aslında tekrardan polise takdir yetkisini iade etmektedir ve bu süreç aslında “hukukun askıya alınması” olarak sürekli bir istisna halinin meşrulaştırılmasına hizmet edecektir.[1] Kaldı ki “polis devleti” tespitleri bile keyfi uygulamaların sermaye ile ilişkisini kuramadığı ölçüde liberal talebi yeniden gündemleştirir. Oysa N
eocleous’un da belirttiği gibi, polis memurları ne yapmak istediklerine karar verirler ve daha sonra da yasal yetkilerini buna uydururlar. Uygular göründükleri temel “yasa”, şüpheliyi şaşırtmak ve aklını bulandırmak için kullandıkları birtakım mitik yetkileri barındıran “Yöntem ve Araçlar Yasası”dır. Polis memurunun bir şüpheliyi yasal bir zeminde gözetim altına alıp almadığı sorusu, “bu şahsı gözetim altına almak için hangi yasal nedeni kullanmalıyım” sorusu ile yer değiştirir. Hukuk tarafından mümkün kılınan ve polis tarafından tatbik edilen kurallar, düzensizliği yok etmeye yöneliktir ve yasal kriterlerdense polis kriterlerine göre hayata geçirilirler. (Neocleous, 2006: 200).
Dilimize “olağanüstü hal” olarak da çevrilebilecek bu uygulamaları, İtalyan filozof Agamben salt askeri veya polisiye uygulamalara indirgememeye dikkat çeker. İstisna hali sermayenin toplumsal yeniden düzenlemede sürekli başvurduğu bir yöntemdir (Agamben, 2005: 13). Aslında, baklava çalan çocukların mahkûm edilmesinden, dilenci ve göçmenlerin toplanmasına kadar bir dizi sayısız örnek yoluyla istisna halinin yürürlükte olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla da polisin takdir yetkisinin ortaya çıkışı, genelde devletin özelde de hükümetin, idare sürecine ve böylelikle de sivil toplumun zapt edilmesine belli bir uzaklıkta bulunuyorlarmış gibi gözükmelerinin önünü açmıştır. Takdir yetkisi, idarenin ve zapt etmenin bir şekilde siyasetin dışında olduğu fikrini güçlendirmiştir (Neocleous, 2006: 185).
İçinden geçtiğimiz süreçte ise “ordu kışlaya” söylemiyle “demokrasi şampiyonluğu”na soyunan liberal yazarların, neden 12 Eylül faşist darbesinden bu yana giderek güçlendirilen polis teşkilatının adını anmadıklarını sorgulamak durumundayız. Türkiye’de “sessiz çoğunluk” değil, ama “sessizliğe boğulan” bir çoğunluk var ve liberallerin ve sermayenin en fazla çekindiği, bir gün o sessizliğe boğulanların seslerini yükseltmesidir.
dipnot:
[1]. Örneğin bu süreçte Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Yalçın Küçük ve daha birçok aydın ve gazetecinin bu süreçte daha az adlarının anılması veya yok sayılmaları hiç de tesadüf değildir. Ana akım gazetecilerin bu yazarlarla olan “kişisel hesaplaşmalarında” aynı zamanda liberal dünya görüşleri de belirleyici olmaktadır.
Kaynakça:
Agamben, Giorgio (2005), İstisna Hali, Çev.: Kemal Atakay, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Gruen, Arno (2010), Demokrasi Mücadelesi, Çev.: İlknur İgan, İstanbul: Çitlembik Yayınları.
Kaplan, Robert D. “The Coming Anarchy How scarcity, crime, overpopulation, tribalism, and disease are rapidly destroying the social fabric of our planet”, Atlantic Monthly, Şubat, 1994, 273 (2), 44-76.
Kepel, Gilles (2006), Fitne: İslam’ın Merkezinde Savaş, Çev.: Mahmut Özışık, İstanbul: Doğan Kitap.
Küçük, Yalçın (1990), Türkiye Üzerine Tezler 3, İstanbul: Tekin Yayınevi
Mattson, Kevin (2008), A Short History of the Conservative Mind in Postwar America, New Jersey: Rutgers University Press.
Neocleous, Mark (2006), Toplumsal Düzenin İnşası, Çev.: Ahmet Bekmen, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
Tocqueville, Alexis de (1994), Amerika’da Demokrasi, Çev.: İhsan Sezal, Fatoş Dilber, Ankara: Yetkin Yayınları
Türköne, Mümtaz (1990), “İslamlaşma, Laiklik ve Demokrasi”, Türkiye Günlüğü, Kış, 1990, 13, 60-67.
Zweig, Stefan (1984), Bir Politikacının Portresi, Çev.: Burhan Arpad, İstanbul: Say Yayınları.