“Bu kriz o kriz” derken, kapitalist uygarlığa ilişkin beklemeye başladığımız büyük dönüşüm olasılıklarına bir yenisi daha eklenmiş gibi görünüyor: Petrol çağının son evresine girmiş olabilir miyiz? Egemen kriz yönetim modeli, “Batı” merkezli neoliberal küreselleşme, 2007’de patlak veren mali bir krizle tükendi. Bu yıl da, kapitalist uygarlığın yüz yıldır dayandığı enerji kaynaklarının tedarikinde 1970’lerden bu yana […]
“Bu kriz o kriz” derken, kapitalist uygarlığa ilişkin beklemeye başladığımız büyük dönüşüm olasılıklarına bir yenisi daha eklenmiş gibi görünüyor: Petrol çağının son evresine girmiş olabilir miyiz?
Egemen kriz yönetim modeli, “Batı” merkezli neoliberal küreselleşme, 2007’de patlak veren mali bir krizle tükendi. Bu yıl da, kapitalist uygarlığın yüz yıldır dayandığı enerji kaynaklarının tedarikinde 1970’lerden bu yana belirleyici olan enerji düzeninin yıkılma olasılığı gündeme geldi. Enerji jeopolitiği alanındaki çalışmaların etkin isimlerinden, Kaynak Savaşları (2002), Petrol ve Kan (2004) kitaplarıyla da bildiğimiz Prof. M. Klare’ye göre “Kuzey Afrika’yı sarsan protestolar, ayaklanmalar, isyanlar nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bir şey kesin: Petrol dünyası kalıcı olarak dönüşmüş olacak” (Le Monde Diplomatique, 4/03/11).
Petrol, Emperyalizm ve demokrasi
Uluslararası finans devlerinden City Group’a işletme müdürü ve emtia piyasaları araştırma bölümü başkanı olarak katılacak olan Edward L. Morse da “2011 yılı, petrol piyasalarını yeniden şekillendiren 1971 yılı kadar sarsıcı olacak” diyor. (Foreign Affaires, 08/03/11)
1971 yılında Libya, Cezayir, Irak ve Suudi Arabistan, Avrupa’ya giden petrolün fiyatının saptanmasını Batı’nın petrol şirketlerinin elinden aldılar. Avrupa’da petrolün fiyatı bir günde yüzde 35 arttı. Libya, İngiliz BP’nin ülkedeki imtiyazlarını, Cezayir de Fransız CFP’nin hisselerinin yüzde 51’ini devletleştirdi. OPEC (Petrol ihraç eden ülkeler örgütü) yabancı petrol şirketlerine uyguladıkları, yüzde 50’nin altında seyreden vergileri yüzde 80’lere yükselttiler, birbiri ardına petrol kaynaklarını devletleştirmeye başladılar.
Bu madalyonun öbür yüzündeyse giderek bugünkü isyanlara zemin hazırlayacak olan bir petrol düzeni modeli şekilleniyordu. Dünya petrol üretimi içinde OPEC ülkelerinin payı 1973’te yüzde 55’ti. Bu oran 1980’de yüzde 30’a düştükten sonra, OPEC dışı üretimin gerilemeye başlamasıyla, 1990’larda yüzde 40’a, 2010’da da yüzde 50’ye yükseldi (Energy Bulletin, 17/09/10). Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin dünya üretimindeki payı 2007’de yüzde 35 olurken gelecek yıllarda artarak 2020’de yüzde 43’e ulaşması bekleniyor (Klare). Bu veriler dünya enerji tedarikinin bu ülkelerin ürettikleri petrole bağımlı olduğunu ve fiyatların dayanılmaz düzeylere yükselmemesi için üretilen petrolün neredeyse tümünün ihraç edilmesi gerektiğini gösteriyor.
Bu ülkelerin ürettikleri petrolün büyük kısmını ihraç etmeye devam edebilmeleri için de ülkelerindeki petrol tüketiminin düşük düzeyde kalması gerekiyor. Bu da, bu ülkelerin halklarının refah düzeyinin giderek artan bir petrol tüketimine yol açmayacak düzeyde tutulması anlamına geliyor. Örneğin petrol gelirleri kalkınmada kullanılır, sanayi üretimi gelişir, çalışanların toplam nüfus içindeki oranı ve giderek alım gücü, tüketim kapasiteleri artarsa, bu ülkelerde enerji tüketimi giderek artar, petrol, gaz ihracatıysa azalır.
Böyle bir senaryo, dünya petrol üretimi tarihsel olarak zirve yapar, eğilim olarak gerilemeye hazırlanırken petrol fiyatlarında sürekli, hızlı bir artış anlamına gelecektir. Bu senaryonun gerçekleşmesini önlemenin yolu da petrol ihraç eden ülkelerde, petrol gelirlerinin halka ulaşmasını engelleyerek dar bir yönetici, aile, klan ya da tabakanın elinde yoğunlaşmasına olanak sağlamaktan geçer.
Ancak bu yönetimlerin meşruiyeti, istikrarı çok zayıf olur, en ufak bir demokratik halk hareketi karşısında yıkılırlar. Halk hareketi ve demokratikleşmeyse, refahın ve petrol tüketiminin artması anlamına gelecektir. Bu noktada da devreye “emperyalizmin” girerek, önce petrolü ele geçirmeye çalıştığını, sonra da bu tip baskıcı rejimlerin yaşaması, bu ailelerin, tabakaların vb. halklarına rağmen iktidarda kalması için gereken desteği sağladığını görüyoruz. Bu ailelerin, tabakaların elinde biriken parayı da Batı, özellikle de ABD, Filistin sorunu canlı tutularak yaratılan sürekli savaş ortamında silah satarak geri alıyor, “askeri-sınai kompleks” denen yapının sermaye birikimini, dolayısıyla ABD hegemonyasını destekliyordu. ABD 2008 ve 2009 yıllarında, Suudi Arabistan’a 9.2, Mısır’a 4.22 miyar dolarlık silah sattı.
Bugün Arap dünyasını sarsan dalganın arkasında işte böyle çarpık bir enerji düzeninin yıllardır biriktirdiği, gıda fiyatlarındaki son artışlarla patlamaya başlayan halk öfkesi, “Yeter artık, git başımdan!” isyanı var.
Halkın tepkisi petrol düzenini yıkıyor
Suudi Arabistan petrol düzeninin en önemli taşıyıcı sütunu. Dünya petrol talebi günde 55 milyon varil (g/mv). Suudi kuyuları 12 g/mv üretiyor. Dünya petrol fiyatlarında ani bir artışı engelleyebileceği varsayılan ek kapasite yalnızca Suudi Arabistan’da var.
Bu nedenlerden dolayı petrol piyasaları, halk ayaklanmaları ne zaman Suudi rejimini etkilemeye başlayacak korkusuyla yaşıyorlar. Suudi Arabistan’ın Bahreyn, Umman, Yemen gibi komşuları ayaklanmaların etkisi altına girdi. Bu ülkelerin yönetimleri taviz verdikçe göstericilerin daha da cesaretlenerek sayılarının arttığı; taleplerinin kapsamının genişlediği görülüyor. Bahreyn’in nüfusunun çoğunluğunu, Umman’ın nüfusunun yüzde 17’sini Şiiler oluşturuyor. Bu yüzden Suudi rejimi, hem isyan dalgasının kendi halkını etkilemesinden hem de Suudi Arabistan’ın toplam nüfus içinde payları yüzde 15 civarında olmakla birlikte en önemli petrol kuyularının bulunduğu bölgede yaşayan Şii nüfusunu ayaklandırarak üretimi aksatmasından korkuyor.
Ancak, Suudi Arabistan’daki Sünni nüfusun, aydınlardan ve öğrencilerden başlayarak huzursuzlanmaya, Şii nüfusun da, henüz bir isyan dalgasına dönüşmemiş olsa da protesto gösterileri düzenlemeye başladığı görülüyor. Perşembe gecesi Arabistan’ın doğusunda Şiilerin çoğunluğu oluşturduğu bölgedeki Katif kentinde gösteri yapan protestoculara polis ateş açtı, göstericilerden bazıları yaralandı. Ancak sonra, cuma günü namazdan sonra, başkent Riyad’da gerçekleşmesi beklenen gösteriler büyük çaplı polis müdahalesiyle engellendi.
The Guardian’da yazan Eman Al Nafjan, “Suudi Arabistan korkusunu kaybediyor” saptaması yaparken (08/03/11) Suudi hanedanına karşı öfkenin artmaya başladığı görülüyor. Bu ülkeyi yakından bilen askeri/siyasi analist Brian Downing, Suudi Arabistan’dan hem genel olarak genç kuşağın hem de Suudi hanedanının genç üyelerinin yaşlı ve tutucu kesime karşı öfkelerinin, meşruti monarşiye geçme talebinin giderek arttığını gözlemliyor (The Asia Times, 11/03/11).
Bölge rejimleri ayakta kalabilmek için, halkın öfkesini yatıştırmaya yönelik “reformlarla” toplumsal harcamaları arttırmaya başladılar. Ürdün, Suriye, Fas rejimleri hemen bu trene atladı. Tunus, Mısır, Cezayir’de halk yeni elde ettiği pazarlık gücünü “demokratik” haklarını, refah düzeyini arttırma yönünde devlete baskı yapmakta kullanıyor. Suudi Arabistan, bölgenin en baskıcı rejimi, ayaklanmadan kurtulmak için kesenin ağzını açarak 36 milyar dolar harcayacağını açıkladı. Bu devrimci dalga, daha şimdiden petrol düzeninin taşlarını yerinden oynatmaya başladı.